bannerbanner
Bir Çocuk Aleko
Bir Çocuk Aleko

Полная версия

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 3

Bu karargâh gayet kalabalıktı. Tayyarelerin görmemesi için küçük, sık bir koruluğun içine, siperlerin altına yapılmıştı. Hiç çadır yoktu. Her taraf mermilerden mahfuz sanılacaktı. Ali küçük pencereli birçok odanın ta ortasındaki kapıdan girdi. İçerisi şehir evleri gibi muntazam boyalıydı. Orada oturan yavere, neferler raporu verdiler. Ali’yi gösterdiler. Yaver, yanda bir odaya girdi. Yarım saat kadar bekledi. Sonra kapıdan gözüktü. Ali’yi çağırdı. Ali içeri girince büyük bir masada koltuğa yaslanmış, beyaz, kesik bıyıklı, kıpkırmızı yüzlü, ihtiyar bir adam gördü. Bu, İngiliz paşası olacaktı. Yanında asker esvaplı bir adam duruyordu. Kendine Rumca hitap eden bu askerin bir tercüman olduğu anlaşıldı. Papazın söylediklerini, Rumların nasıl dört gözle İngiliz ordusunu beklediklerini ballandıra ballandıra anlattı. İhtiyar İngiliz gülümsüyordu. Sözlerini tercüman naklettikçe kumandan İngilizce bir şeyler söylüyordu. Ali’nin sözü bitince İngiliz askerî kıyafetindeki Rum sordu:

“Papaz mektubunda sizin her türlü fedakârlığa hazır olduğunuzu yazmış, hazır mısınız?”

“Hazırım.”

“Buraya geldiğiniz gibi gidebilir misiniz?”

“Giderim. Beni Türkler de Türk sanıyorlar. Çok güzel Türkçe bilirim.”

“Türklerin karargâhlarına da siperlerine de girebiliyor musun?”

“Giriyorum. Onlara satmak için tütün, balık falan götürüyorum.”

“Pekâlâ, pekâlâ…”

İngiliz kumandanı tercümana uzun uzadıya bir şeyler söyledi. Ali, onun yorgun yorgun oynayan dudaklarına bakıyor, anlamadığı kelimelerden bir mana çıkarmaya çalışıyordu. Nihayet bu merak çok sürmedi. Tercüman lafa başladı:

“Kumandan, papazınıza selam ediyor. Biraz geç de olsa mutlaka gelip sizi kurtaracağız. Mutlaka İstanbul’u alacağız. Bunda şüpheniz olmasın. Sana küçük bir saatli bomba vereceğiz. Bunu kurup gizlice Türk paşasının çadırının yanına bırakacaksın. Kurulduktan yarım saat sonra patlar. Hâlbuki sen yarım saat içinde uzağa kaçıp kurtulursun!..”

“Kurtulurum.”

Kumandanın yüzü güldü. Hemen zile bastı, içeri gelen askere emirlerini verdi. Tercüman, Ali’ye papazın mektubundaki şeyleri soruyor, Türklerin korkup korkmadıklarını anlamak istiyordu. İki zabit bir tahta kutu ile içeri girdiler. Kutudan bir şeyler çıkardılar. Masanın üzerine bıraktılar. Bu, bombaydı. Üç dört kerpiç büyüklüğündeydi. Üstünde dereceli bir şey vardı. Tercümana gösterdiler. Anlattılar. Tercüman kendisine onların sözlerini tekrarladı:

“İşte bu düğmeyi bu tarafa çevireceksin. Çevirdin mi saat içeriden işlemeye başlar. Sen hemen kaç! Yarım saat sonra ne karargâh kalır ne paşa… Hepsi havaya uçar.”

Ali, masanın üstündeki siyah şeye daha dikkatle baktı. Düğme beyaz bir madendi. Zabit İngilizce daha ziyade tafsilat veriyor, düğmeyi parmağıyla iter gibi yapıyordu. İngiliz kumandanı, hatta çadırın yirmi otuz adım uzağına bile konsa yine tesirinin müthiş olacağını tercümana söyletti. Küçük Ali, saatli bombayı tercümandan isteyerek torbasına soktu. Ağırdı. Belki beş okkadan ziyade idi. Tercüman, kumandanın iltifatlarını tekrar tekrar söylüyordu. Hemen bu gece, geldiği yerden gitmesine karar verildi. Kumandan elli İngiliz lirası ihsan etti. Ali kabul etmek istemedi. “Kabul etmezsen köydeki fakirlere ver!” diyorlardı. Onu yandaki odaya geçirdiler. Bir masanın başına oturttular. Önüne et, ekmek, tatlılar, tanımadığı bir içki koydular. Uzun boylu yaver ayakta hizmet eden neferlere bakıyor, tercümanla konuşuyordu. Ali’nin torbası yanındaki sandalyede idi. Ali yemeklerini yerken bu adamların alçakça niyetlerini düşünmeye başladı. Hâlbuki Türk paşası böyle namertçe bir oyun düşünmemiş, teklif etmemişti. İçinden Gece, Türklerin tarafına gidiyorum, diye atlarım. Bombayı kurar, siperin dibine bırakırım. Kendim kaçarım, dedi. Fakat böyle yaparsa siper uçacak, içindeki askerler ölecek, bu hainliği düşünen İngiliz kumandanına bir şey olmayacaktı. Gece siperden dönüp buraya gelmenin ihtimali yoktu. Siper başları, büyük karargâhın etrafı hep nöbetçi dolu idi. İngiliz yaverle tercüman konuşa konuşa açık kapının yanına gitmişlerdi. Ona dikkat etmiyorlardı. Ali bütün karargâhı yerle bir edecek bu korkunç alete bakmak istedi. Yavaşça yanındaki torbayı kucağına çekti. Ağzını açtı. Dört köşe bomba kocaman bir kurşun kerpiç gibiydi. Saatin düğmesi beyazdı. Gümüş gibi parlıyordu. Parmağını dokundurdu. Azıcık itti. Bir parmak kadar… Tekrar geri çekmek istedi. Hayır… Düğme geriye gelmiyordu. Düğmeyi nihayete kadar itip bombayı burada bırakmak aklına geldi. Ama nereye kaçacaktı. Hemen onu tutarlar, öldürürlerdi. Bombayı bizim paşaya götürüp teslim etse ne fayda hasıl olacaktı? Hiç… Yine İngiliz kumandanının kastı cezasız kalacaktı. Zihninden şimşek gibi bir fikir geçti. Dudaklarını ısırdı. İştahı kesildi. Kapıya baktı. Tercümanla yaver dalmışlar, ellerindeki bir haritaya bakarak konuşuyorlardı. Ne olabilirdi? Kendi de beraber… Papaz, “Milleti için ölenler daima yaşarlar.” demiyor muydu? Bu sözü yine hayaline getirdiği köyün imamına söyletiyor, içinden, Bir insan ne kadar yaşasa yine ölecek değil miydi? diyordu. Büyükbabasını, büyükanasını, dayılarını, amcalarını, halalarını düşündü. Hepsi ölmüşlerdi. Köyünün mezarları evlerinden çoktu! Nefret ettiği hain düşmanlara güzel bir darbe indirerek kendi de beraber yüzlercesini öldürerek ölmek… Gülümsedi. Bu büyük fırsat her vakit ele geçer miydi? Parmağıyla düğmeyi yavaş yavaş ta nihayete kadar itti. Şimdi bomba, tıpkı küçük bir saat gibi işliyordu. Kulağını yaklaştırdı. Tık… Tık… Tık… Hemen torbasının ağzını kapadı. Sırtına astı. Yemek yiyor gibi yaptı. Yarım saat! Fırında çalışırken evlerden gelen tepsiler fırında yarım saat dururdu. Bir tepsi müddeti! Yani… Artık yemiyor, düşünüyor, vakti hesap ediyordu. Gözleri kumandanın kapısındaydı. Tam son dakikalara doğru oraya giriverecekti. Sırtında bombanın işlediğini duyuyordu.

Bir tepsinin kızaracağı vakit geçmişti. Masadan doğruldu. Ayağa kalkınca yaver gördü.

Tercüman, “Karnın doydu mu oğlum?” diye sordu.

“Teşekkür ederim. Kumandana bir şey daha söyleyeceğim.

Demin unutmuşum.”

“Bana söyle yavrum, yavere söyleyeyim, o haber versin.”

“Hayır, çok mühim bir şey, ben kendim söylemeliyim…”

Tercüman, Ali’nin ısrarını yavere söyledi. Haritayı katlayan yaver gülerek Ali’ye baktı. “All right.” diye başını salladı. Bombayı götüreceği için onu çok takdir ediyordu. Yaklaştı. Omzunu okşadı. Ali, bombanın işlediğini duyacak diye korktu.

“Haydi gel!”

Tercümanla beraber yandaki kapıdan girdiler. Başı kabak kumandan masanın üstündeki gazeteleri karıştırıyordu. Niçin geldiklerini sordu. Tercüman cevap verdi. Sonra Ali’ye döndü:

“Ne söyleyeceksin?” dedi.

“Türklerin tarafına gitmeden evvel, bomba patlayınca ne yapacağını soracağım. Ben kaçıp köye gidince papazımıza anlatayım.”

Tercüman, kumandana soruyor, onun söylediğini Rumca tekrar ediyordu:

“Bu en dehşetli cehennem makinesidir. İki yüz metrelik yerde ne varsa hepsini havaya uçurur.”

“Demek karargâhta ne kadar adam varsa hepsi ölecek?”

“Hepsi… Belki yangın da çıkacak. Cephaneleri bizimki gibi karargâhlarına yakınsa onlar da ateş alacaktır.”

“Ya bomba ateş almazsa?”

“Mutlaka alır. Emniyet düğmesini ittikten sonra yarım saat geçer geçmez hemen patlar.”

“Bunda hiç şüphe yoktur ya…”

“Asla…”

Ali durdu. Sırtında bombanın tik taklarını daha hızlanmış gibi işitti.

“Öyle ise kumandana söyle. Ben Rum değilim.”

Tercüman afalladı. Gözleri derinleşti:

“Ya nesin?”

“Türk’üm!”

“Türk mü?”

“Evet Türk…”

Gülüyordu. Göğsü kabarıyordu. “Türk” lafını işiten kumandan ayağa kalkmıştı. Tercümandan, Ali’nin ne söylediğini öğrenince yüzü kıpkırmızı oldu. Hiddetle bağırdı. Yaver, elindeki haritayı buruşturuyordu. Tercüman da sararmıştı:

“Ne cesaretle buraya geldin? Şimdi kurşuna dizileceksin!”

“Beni kurşuna dizemeyeceksiniz.”

Ali’nin gözleri büyüdü. Bir adım daha ileri yürüdü. Kumandan hemen cebinden bir revolver çıkardı. Bir kasıttan korkuyordu. Ali daha ziyade gülüyordu. Tercümana, “Vakit dar, çabuk söyle! O, beni öldüremeyecek, ben onu öldüreceğim!” dedi. Tercümanın çeneleri kilitlendi. Şaşkınlığından bu cümleyi İngilizce tekrarlamaya vakit kalmadı!

***

Türk tarassut mahallerinden, düşman siperlerinin gerisinde her tarafı sarsan büyük bir infilak gürültüsüyle beraber bir dumanın havaya yükseldiği görüldü. Dumanların arkasından kalkan siyah alevler akşama kadar sönmedi. Tarassut zabitleri telefonla kumandanlarına, “İngiliz karargâhlarının bulunduğunu tahmin ettiğimiz yerde emsalsiz bir infilak oldu. Fakat bizim mermilerimizin, tayyarelerimizin eseri değil, bir kaza neticesi olması ihtimali vardır.” diyorlardı. Bu yangının asıl sebebi bir türlü anlaşılamadı. Yalnız paşa, çadırında her sabah garip bir elemle küçük Ali’yi hatırlıyor, sakin erkân-ı harbine, “O gönderdiğimiz çocuktan hâlâ bir haber çıkmadı. Acaba büyük infilakta, yangında zavallıya bir şey mi oldu?” diyordu.

BİRDENBİRE

“Daha kalkmadın mı Yumuk’um?”

“Görüyorsun…”

“Ee, ne vakit kalkacaksın? Saat on bir!”

“Hiç, hiç kalkmayacağım cicim.”

“Hasta mısın yoksa?”

“Bir şeyim yok.”

“Ee, bu tembellik ne?”

“Bu yatağa, bu yalnız yatağın lezzetine doyamıyorum ki!”

“Haydi deli!”

“Ah bilsen…”

Kapıdan giren saz benizli, narin kadın şuh bir teklifsizlikle tembel arkadaşının karyolasına oturdu. Lacivert baş örtüsünü yeldirmesinin omuzlarına indirdi. İçinde tek tük gümüş aklar görünen kumral, kıvırcık, gür saçları, hayalî bir çiçek demeti gibi meydana çıktı. Gülümseyerek, “Ben o lezzeti bilirim!” dedi. Pencereden, karşısındaki dolabın büyük aynasına aksetmiş gamlı sonbahar semasına bir an daldı. Pek gençken vardığı ihtiyar bir miralaydan yine pek gençken üç çocukla dul kalan bu yaşlı kadın hâlâ güzeldi. Endamındaki o bedii incelik kırkını çoktan geçtiği hâlde, onu yine dinç bir kız gibi gösteriyordu.

Yumuk, yusyuvarlak tombul elini yorgandan çıkardı. Misafirinin donuk bir leylağı andıran solgun eline vurdu.

“Ama Ahterciğim, sen artık bu lezzete doymuşsundur.” dedi.

“Niçin doyayım?”

“Öyle ya, kaç senedir…”

“Evet, dokuz sene.”

“Oh, bir hayat, bütün bir hayat!”

“Evet.”

“Bıkmadın mı hiç?”

“Alıştım.”

Ahter, talihini biraz kendisine benzettiği için Yumuk’u çok severdi. İhtiyar paşa babasının çılgınca muhabbeti içinde lalaların, dadıların kucaklarında şımartıla şımartıla büyütülen bu kızcağız da daha on sekizini doldurmadan abus bir zabite verilmişti. Berlin mekteplerinde tahsilini bitirip tamamıyla Almanlaşan bu adam, ağaçtan, hem de kayın ağacından yapılmış bir manken kadar katı, hissiz, duygusuz, hayalsiz, zevksiz, hasılı tatsız tuzsuz bir şeydi. Zavallı Yumuk’un bir buçuk sene onunla çekmediği kalmadı. O, hayatı tamamıyla romanlardaki gibi bilirdi: Hep aşk! Hep bir aşk etrafında biriken vakaların teakubu… Hâlbuki kocası ona, sevginin lafını bile ettirmiyor, biraz açılacak olsa, “Böyle düşünceler kokotlara yaraşır!” diye susturuyor, ruhunun şevkini daha parlamadan söndürüyordu. İşte hemen hemen altı ay vardı ki boşanmış, artık romanlarına, hülyalarına tekrar kavuşmuştu. Hayalin tadı, acı hakikatlerden sonra ne derin duyulur! Şimdi bütün muhayyilesinin içindeki dikensiz, fırtınasız cihanda yapayalnız, mesut yaşıyor, nihayetsiz tahayyüllere dalarak yatağından çıkmak istemiyordu.

Ahter, “Sakın sen buna alışma.” dedi.

“Sen nasıl alıştın?”

“Benim çocuklarım vardı.”

“Benim de hülyalarım var.”

“Hayır, Yumuk, hayır! Hakikat hülyadan şüphesiz daha iyidir!” Genç kadın doğruldu. Yatağında yan yastıklarına dayandı. Aile içinde herkes, bütün dostları ona “Yumuk” derlerdi. Şişman olmadığı hâlde vücudunda, yüzünde, omuzlarında, kollarında, hatta gözlerinde öyle tatlı bir yuvarlaklık vardı ki… Oynak hareketleriyle güzel, hırçın bir Van kedisini andırıyordu.

“Hakikat, yine birisine varmak mı?”

“Eğer hülya yalnızlıksa… Evet.”

“Mümkün değil Ahterciğim!”

“Demek hep böyle yaşayacaksın!”

“Evet.”

“Benim gibi?”

“Evet.”

“Daha yirmisinde yoksun. Demek on dokuz, yirmi beş, otuz sene… Ölünceye kadar böyle yapyalnız?”

“Evet.”

“Bütün bir hayat!”

“Yalnız bir şartla bu rahat yalnızlık cennetine veda edebilirim.”

“O şart ne?”

“Bir aşk!”

Ahter güldü. Genç kadının şen gözlerine mahzun mahzun baktı:

“Heyhat!” dedi, “Öyle müphem bir şey ki…”

“Niçin?”

“Daha aşkın ne olduğunu dünyada kimse öğrenememiş.”

“Kim diyor?”

“Ben diyorum, Yumuk’um. Senin düşündüğün aşk, bir zümrüdüankadır, ismi var, cismi yok…”

“Evet, bir zümrüdüanka… Yalnız masal! Şairlerin vehmi! Kim ona inanırsa bedbaht olur.”

Fakat Yumuk’un aşka büyük bir itikadı vardı. Koltuğunun altına bir yastık çekti. Karyolanın yanındaki küçük dolabın üstünden bağa bir kutu aldı. İçinden bir sigara çıkardı. Ahter’e verdi:

“Al bakayım şunu.” dedi, “Sana bugün aşkın ne olduğunu öğreteceğim.”

“Öğret bakayım.”

Kendi de bir sigara aldı. Yaktılar. İnce, mavi dumanların şeffaf bulutçukları içinde konuşmaya başladılar. Yumuk ne olduğu bilinmeyen, lâkin var olduğuna kimsenin şüphesi olmayan ruha dair ıstılahsız bir tasavvuf konferansına girişti. O söyledikçe Ahter gülümsüyor, “Bunlar hep laf! Hep kelime, hep kelime!..” diyordu. Yumuk’a göre maddi hayat ne olursa olsun “adilik”ten başka bir şey değildi. Asıl hayatın manası ruhtaydı. Ruhu olan yaşıyor demekti. Uzvi hayatın nebattan farkı yoktu. Ruhun varlığı da mutlaka aşkla kaimdi. Uzviyetimiz havasız nasıl yaşayamazsa aşksız ruhun yaşamasına da öyle imkân yoktu. Fakat insanlar aşkın mahiyetini kaybetmişlerdi. Hürmet ettikleri, acıdıkları yahut alıştıkları vücutları “seviyorum” zannediyorlardı. İşte bu yanlış zan aşkın kıymetini düşürüyordu.

Ahter sordu, “Aşkın doğrusu nasıldır?”

Yumuk, “Ah anlatabilecek miyim?” diye içini çekti, “Aşk, aşk, hakiki aşk… Bu tamamıyla ruhtan gelir. Ruhta yaşar. Uzviyetle, hayatla filanla hiç alakası yoktur. Öyle bir şey ki yıldırım gibi… Birdenbire!..”

“Vay, vay, vay…”

“Evet, birdenbire… Eğer ruhu varsa insan sever. Birdenbire… Sanki deli olur. Hayat, ufuk, gece, gündüz artık hep yüzüncü planda kalır.”

“Âşık Garip devrinde gibi?”

“Hemen hemen…”

Ahter çok yaşamış, çok görmüş, çok duymuş bir kadın tavrıyla sigarasını tablacıkta söndürdü. Tekrar dolabın aynasına akseden sonbaharın semasına bakarak hakiki aşkın ancak “hürmet, temayül, takdir” gibi hislerin tekâsüfünden başka bir şey olmadığını söyledi. Uzun uzadıya yaşanmış bir temayül, derin bir hürmet, samimi bir takdir olmadan aşk doğamazdı.

“Hele o ‘birdenbire…’ nazariyesi, çok saçma!” dedi.

“Niçin?”

“Anlamadan, bilmeden, duymadan, hissetmeden nasıl sevilir?”

“Birdenbire işte! İlk görüşte, yıldırım gibi.”

“Saçma, saçma… Birdenbire sevilemez ama…”

“Ne olur?”

“Yıllarca devam etmiş hakiki bir aşk ölebilir.”

“Nasıl?”

“Tıpkı yılların, mevsimlerin gıdasıyla yetişmiş bir fidana birdenbire indirilmiş bir balta darbesi gibi. Evet, birdenbire sevilemez fakat birdenbire insan soğur. Sevdiğine düşman olur. Ondan nefret eder.”

“Bir balta darbesi! Mesela, ne gibi?”

Ahter bir misal arıyormuş gibi siyah gözlerini süzdü. Parlak alnının ince, görünmez buruşuklukları gölgelendi. Yumuk, aşk münakaşalarında garip bir heyecana tutulurdu. Daha ziyade doğruldu. Arkasındaki yastıkları düzeltti.

Ahter: “Birdenbire aşkın ölümü!” dedi, “Evet, aşk yavaş yavaş doğar fakat birdenbire ölür. Aşkın hastalığı yoktur. Benim bir tanıdığım var. Yirmi beş senedir birini seviyordu. Hem de nasıl? Uzaktan uzağa, son derece samimi, son derece namuskârane…”

“Sonra?”

“Birdenbire bu âdeta manevi denecek aşktan soğudu.”

“Nasıl?”

“Anlatayım mı?”

Yumuk güzel arkadaşına sarıldı:

“Anlat kuzum Ahterciğim!” dedi. Genç kadın gülümseyerek bir masal ahengiyle başladı.

“Bir varmış, bir yokmuş…”

“Ah!”

“Evet, evvel zaman içinde… Ama o kadar eski zamanlarda değil. Şöyle yirmi yirmi beş sene evvel, tenha bir köşkün genç bir kızı varmış ve komşularından bir delikanlı… O vakitler şimdiki gibi değil, kaç göç gayet sıkı! Daha çocukken beraber oynarlarmış. Genç kız bu delikanlıyı uzaktan uzağa sevmiş. Derdini kimseye söylememiş. Zaten o vakit böyle dertlere doğrudan doğruya, ‘Namussuzluk!’ derlermiş. Zavallı kızın kısmeti çıkmış. Kendine sormadan, danışmadan hemen vermişler. Delikanlı da başka bir kızla evlenmiş. Gel zaman git zaman, köşkün genç kızı dul kalmış. Aradan seneler geçmiş. On beş yirmi sene kadar… Dünya değişmiş. İki taraf da eski zenginliğini kaybetmiş. Nihayet dul kadın yirmi senedir gizliden gizliye sevdiği beyin köşküne geçmiş. Selamlık tarafını kira ile tutmuş. Karısının son derece samimi ahbabı olduğu için daha doğrusu yaşları epeyce gecikmiş olduğu için bu beyle görüşmeye, konuşmaya da başlamışlar. Fakat aşk durur mu? Çocukluk hatıratından falan derken… İş aşka kadar varmış. Meğerse o bey de yirmi sene evvel alamadığı komşu köşkün kızını seviyormuş. Samimiyet son dereceyi bulmuş. Aradaki kapıyı da açmışlar. Bir aile gibi yaşamaya başlamışlar. Fakat bir gün bu kadın, ara kapının arkasından birtakım fısıltılar işitmiş. Kulağını yaklaştırmış; sevdiği, yalnızken kendine söylediği sözleri tekrarlıyor:

‘Ah sevgilim! Seni nasıl seviyorum! Seni görünce yüreğim ağzıma geliyor. Ah sen, benim ruhumsun.’ Falan filan…

Merak ediyor. Kapıyı itiveriyor. Bir de ne görsün? Yirmi senedir insan diye sevdiği; evdeki şişman, arsız, hayâsız hizmetçi kızın dizlerine kapanmış, pis eteklerinden öpmüyor mu? Yıldırımla vurulmuşa dönmüş.”

“Sonra cicim?”

“Sonra, hemen ara kapıyı mıhlatmış. Hepsiyle, o beyin karısıyla, ailesiyle selamı sabahı kesmiş. Birdenbire o kadar nefret, o kadar nefret etmiş ki…”

Yumuk, gözlerini Ahter’in gözlerine dikti. Ahter bu parıl parıl parlayan yuvarlak, mavi elmasların ateşinden kurtulmak için başını çevirdi.

“Görüyorsun ya Yumuk’um, hürmet, takdir hisleri kırılınca ideal bir aşk bile bir anda göçüyor.”

Yumuk, “Bu kadın sensin!” dedi.

“Ben mi?”

“Evet.”

“Haydi deli!”

“Hizmetçinin pis eteklerini öpen âşık da Nebil Bey!”

“Haydi deli!”

Yumuk’un neşeli çehresi birdenbire bozuldu. Daha ziyade yuvarlaklaştı. İnce kavis kaşları çatıldı. Ahter’e döndü. Tül perdeli açık pencereye yaklaştı. Yaprakları dökülmüş ağaçların iskelet dallarına, tenha bostanlara, dalgalarının figanı işitilen asabi denize bakmaya başladı. Zavallı Yumuk sinirlenmişti. Üşüyordu, titriyordu. Mor ipek kaplı yorganına iyice sarıldı. Penceredeki donuk sonbahar seması içinde -mesnedinden düşüp yıkık bir cidara dayanmış meyus bir heykelin gölgesi gibi duran- Ahter’i görmemek için gözlerini kapadı. Tekrar, öyle “temayül, hürmet, takdir” gibi umumi hislerden doğup birdenbire ölebilen fâni bir aşkı değil; birdenbire doğan, birdenbire yakan, birdenbire bütün hayata hükmeden ilahi bir aşkı düşünmek istedi. Fakat… Muvaffak olamadı.

HÜRRİYETE LAYIK BİR KAHRAMAN

Sevgili Efruz!

Hayatından şu birkaç levhayı yazarken ihtimal biraz mübalağacı göründüm. Ne yapayım? Bu benim mizacım… Bunun için kızma. Beni affet! Hem emin ol ki maksadım seni ne tahkir ne de maskara etmek… Hakikati görüldüğü gibi edebiyat yapmadan yazmak isledim. Muvaffak oldum mu? Bilmiyorum. Fakat okuyunca samimiyetimin derecesini herkesle beraber sen de anlayacaksın. Herkes seni -bizzat kendi kadar- tanır. Efruzcuğum, bugün hiç kimse sana yabancı değildir; çünkü sen “hepimiz” değilsen hile ‘‘hepimizden bir parça”sın…

Ö. S.

Ahmet Bey kaleme girince arkadaşlarına şöyle bir baktı. Güldü. Boyun kırdı. Başını salladı.

“Nasıl gördünüz mü?” dedi. Yirmi dört saat evvel Allah’tan ziyade Abdülhamit’ten korkan kâtiplerin henüz benizlerine kan gelememişti. Hepsi, yeni geçmiş bir fırtınanın kapalı yerlere savurduğu sonbahar yaprakları gibi solgundu. İçlerinde korkunç bir “şüphe” çarpıyor, soramadıkları bir “Acaba?” Sökülmez bir hıçkırık ızdırabıyla boğazlarına tıkanıyor, dalgın dalgın birbirlerine bakıyorlardı. Ahmet Bey koltuğuna oturdu. Parlak beyaz kolluklarını yenlerinden fırlatan hususi bir hareketten sonra fesini çıkardı. Masasının üstüne koydu. Bir çelik yay gibi kuruldu, kabardı:

“Yoksa hâlâ haberiniz yok mu?” diye tekrar güldü. Bütün bir kalem ondan bir “Babıali kuşkusu”yla korkardı. Bir sene evvel iki bin beş yüz kuruş maaşla “bâ-irade-i seniyye” gelen bu beyi amirleri hafiye, madunları “Jön Türk” sanırlardı. Kendisinin Galatasaray’dan, Mülkiye’den bazen de aşiret mektebinden birinci çıktığını, mabeynin emri üzerine diplomasıyla altın maarif madalyasının verilmediğini söylerdi. Amirlerinin itikadınca bu “altın madalyayla diploma” mabeyinde, başkâtip paşa hazretlerinin çekmecesindeydi. Eğer bu diploma Ahmet Bey’in elinde olsaydı hemen Avrupa’ya kaçacak, yedi düvelden hangisini isterse birisinin hizmetine girecek, maazallah… Efendimizi rahatsız edecekti! Fakat hariciye dairesinin koridorlarında ödlekliklerine rağmen yine dedikodu yapmaktan çekinmeyen züppeler Ahmet Bey’in Galatasaray’dan kovulduğunu anlatırlar, her tarafa yayarlar, arkasından alay ederlerdi. Pek gençti. Pek yakışıklıydı. Pek kibardı. Pek zengindi. Pek âlimdi. Pek edipti. Kimin nesi olduğunu kimse bilmiyordu. Ama herkes onun görünen şekline inanıyor, ihtiramda kusur etmiyordu. Son numara bir moda gazetesinden hayata fırlamış canlı bir resim kadar şıktı. Sağ gözüne taktığı soğan rengi tek gözlüğünü düzelterek, “Hepiniz korkuyorsunuz be!” dedi, “Yoksa haberiniz yok mu?”

Çekirdekten yetişme tam bir Babıali mahsulü olan Köse Mümeyyiz, sanki hiç bilmiyormuş gibi sordu:

“Neden haberimiz olacak? Ne var?”

Ahmet Bey en müşkül mevkilerle en tehlikeli zamanlarda yaptığı asabi bir hareketle gözlüğünü tuttu. Yavaş yavaş doğruldu. Ayağa kalktı. Mümeyyiz’e dik dik baktı. Acaba bu bir “istibdat” taraftarı mıydı? Lâkin ne cesaret!..

“Hürriyetin ilan olunduğunu daha duymadınız mı?” diye haykırdı…

Kalem halkı, bu zavallı, iki cami arasında kalmış beynamazlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Biraz cesurları bu korkunç Jön Türk’ün ceplerinde, boğucu gaz çıkaran küçük küçük müthiş -komprime- bombacıklar var sanıyorlardı. Bazen bıyık altından “Cehennem leblebileri!” dediği bu bombalardan ya kızıp bir tanesini ortaya atarsa… Bir anda Babıali dünya yüzünden silinecek, bir mezar, bir harabe olacaktı! Lâkin eski buruşuk istanbulinli Köse Mümeyyiz, öyle denemeden kuru gürültüye pabuç bırakır takımından değildi.

İri -hem o vakte göre- şahane burnunu kaldırdı, “Sizin gibi bu sabahki gazeteleri biz de okuduk oğlum.” dedi.

Ahmet Bey, yine hiddetle sordu: “Hiçbir şey anlamadınız mı?”

“Ne anlayacağız?”

“Hürriyetin ilanını…”

“Hangi gazetede?”

“Hepsinde!”

Mümeyyiz sarı, sıska elleriyle titreyerek masanın sol gözünü çekti. İki gazete çıkardı. Tehlikeli bir şeymiş gibi yavaşça önüne koydu:

“İşte Sabah ile İkdam… İlanat taraflarını bile okudum. Öyle hürriyete dair bir şey yok.”

Hürriyetin ilanını ilanat sayfasında aramasında ne nükte olduğunu anlamayan Ahmet Bey bunu Mümeyyiz’in hakaret etmek istemesine yordu. Çöllerin payansız sükûnuna haykıran erkek bir arslan gibi kükredi:

“Siz artık bu devre layık adamlar değilsiniz! İlanat sütunlarında hürriyet ilanı arıyorsunuz. Hayır, hayır, hayır… En başa bakınız. Orada bir tebliğ var. İşte bu tebliğ hürriyeti ilan ediyor.”

Kâtipler önlerine bakıyorlar, her ihtimale karşı bu tehlikeli münakaşayı hiç işitmiyor gibi davranıyorlardı. Mümeyyiz, kırmızı çuha kılıfından gümüş gözlüğünü çıkardı. Taktı. Sabah’ı açtı. Tebliği buldu. Okudu. Sonra Ahmet Bey’e döndü.

“Kanun-ı Esasi hakkındaki tebliği mi söylemek istiyorsunuz?”

“Evet.”

“Fakat bu tebliğde hürriyete dair bir şey yok.”

“Siz hürriyeti ne sanıyorsunuz? İşte Kanun-ı Esasi… Kanun-ı Esasi hürriyet demektir.”

Köse Mümeyyiz geniş bir nefes aldı. Astarı parçalanmış kalın, kahverengi perdeli büyük pencerelerden sıcak bir yaz havası, müseddes şeklinde ince uzun bir kibrit kutusunu andıran karanlık kaleme giriyor; sigara, kâğıt, mürekkep, nefes kokularının rutubete karışmasından hasıl olmuş ağır bir havayı, ıslak tavuk kokusuna benzeyen bu ağır havayı tebahhur ettiriyordu.

Ahmet Bey terliyor, yerinde duramıyordu.

Görüyordu ki hâlâ kalem şüphedeydi. Hâlbuki o ta yerinden, yani mabeyinden haber almıştı. Bu sahihti. Fakat nasıl olduğunu bilmiyordu. Herkesten ismini, münasebette bulunduğunu sakladığı hamisi paşaya dün gece “ubudiyet arz ederken” kendisine, “Yarın hürriyet ilan olunacak.” demişti, “Efendimiz emretti. O kadar önüne geçmek, bu Jön Türk rezillerinin zaptının kabil olmayacağını anlatmak istedik. Kâr etmedi. Allah akıbetimizi hayreylesin…”

O ana kadar tamamıyla mabeyine mensup geçinen Ahmet Bey, velinimetinin konağından çıkarken o kadar “hürriyetperver”di ki yanında Namık Kemal’le Mithat Paşa halis istibdat taraftarı kalırlardı. Sokak tenhaydı. Evine doğru yürüdü. Nişantaşı’nın daha bir şeyden haberi yoktu. Komşu konaklarda vur patlasın, çal oynasın, saz âlemleri devam ediyor; uzak yakın piyano sesleri işitiliyordu. Ahmet Bey o gece uyuyamadı. Böyle ali, böyle mesut bir günü bu kadar hasretle, bu kadar iştiyakla beklediğinin şimdiye kadar farkına varmadığına şaşıyordu. Bu müjdeyi ilk haber alan kendisi olduğu için sonradan duyacaklara karşı ruhunda büyük bir faikiyet hissediyordu. Bütün İstanbul halkına, bütün Türkiye’ye, hasılı herkese karşı bugün faikti. Yarın hürriyeti kabul eden bütün Osmanlılar arkasından geleceklerdi. Bunları düşüne düşüne sabahı dar etti. Siyah bonjurlarını giydi. “Tam resmî olmalıyım.” dedi. Beyaz eldivenler taktı Her günkünden daha şık oldu. Gelmesi, hürriyetten daha ziyade şaşılacak bir hadiseydi. Soluğu kalemde aldı. Arabada gelirken İkdam’ı baştanbaşa okumuştu. Kanun-ı Esasi tebliğinden başka bir şey yoktu. Fakat kendi kendine:

На страницу:
2 из 3