
Полная версия
Harezm Güneşi – Ebu Reyhan-ı Birunî’nin Hayatı
Ertesi gün Ebu Nasır tarafından gönderilen atlı Muhammed’i götürmeye geldi. Muhammed elinde bohçasıyla, temiz kıyafetlerini giyinmiş bir vaziyette bahçenin köşesinde oturmuş, Ebu Nasır’ın göndereceği kişiyi bekliyordu. Bütün vücudunu heyecan kaplamış, tatlı bir ıztırap içindeydi. Atlının gelmesiyle Muhammed annesinden helallik diledi, erkek ve kız kardeşleriyle vedalaştıktan sonra evden çıktı. Evin önünde kendisini bekleyen atlı, Muhammed’in binmesi için yanında yedek bir at daha getirmişti. Ayrılık vakti gelmişti, çok zor bir andı. Muhammed güçlükle annesinden, evinden ve de köyünden kopup gidecekti. Henüz Muhammed gitmemişti ama annesi daha şimdiden özlemlere boğulmuştu bile. Elleriyle oğlunun başını okşadı: “Hadi yavrucuğum git. Seni Allah’a ısmarlıyorum. İçimden bir ses senin emin ve güvenilir bir yere gideceğini söylüyor. Allah’a emanet ol oğlum, yolun açık olsun.” dedi.
Muhammed’in vücudunu büyük bir heyecan sarmıştı. Bir yandan da içini acı bir burukluk kaplamıştı. Ebu Nasır tarafından gönderilen elçiyle beraber yola koyuldular. Annesi, erkek ve kız kardeşleri kapının önünde durmuş, onu uğurluyorlardı. Muhammed sürekli arkasına dönüyor, geride bıraktıklarına bakıp bakıp duruyordu, onlar da Muhammed’e tabii. Durmadan birbirlerine el sallıyorlardı. Nihayet Muhammed ile elçi sokağın köşesini dönünce artık ailesi gözden kaybolmuştu, onları göremiyordu. Muhammed, Ebu Nasır’ın gönderdiği elçiyle birlikte hayvanların geçtiği dar patika yollardan giderek dönemeçli tepelerden, düz ovalardan ilerliyorlardı. Sanki Harezm’in yeşil ovalarıydı geçtikleri yerler. Vakit öğlene yaklaşmıştı ki uzaktan Kas şehrinin evleri, ağaçları görünmeye başladı.
O dönem Harezm şehri iki kısma ayrılmıştı: Curcaniye ve Kas. Bu iki şehri birbirinden ayıran ise Ceyhun nehriydi. Curcaniye, Gerganic ya da Urgenc nehrinin doğusunda yer alıyordu. Kas ise batı kısmında bulunuyordu. Her iki şehir de ayrı devletlere bağlıydı. Curcaniye valisi Memun ibni Mahmut’tu. Kas ise Ebu Abdullah Harezmşah ile yeğeni Ebu Nasır Mensur tarafından yönetiliyordu. Her iki hanedan da Âl-i Irak soyundan geliyordu.
Kas şehri, Curcaniye şehrinden daha güzel ve bakımlıydı. Bu şehir Ceyhun nehrinin sağ sahil tarafına biraz uzaktı. Nehrin bir kolu şehrin içinden geçiyordu. Geçtiği güzergâhı yemyeşil ve bayındır kılıyordu nehir suları.
Harezm tarıma elverişli bereketli toprakları olan, ekildikçe ürün veren bir bölgeydi. Orada yetişen sebze, meyve ve tarım ürünü ne varsa komşu bölgelere, yabancı memleketlere gönderiliyordu. Pamuk, yün ve buna benzer ihtiyaç ürünlerini satan Harezmliler kazandıklarıyla zengin olmuşlardı âdeta. Koyun, keçi ve inekleri, eşsiz güzellikteki yaylalarda otluyor, semirdikçe semiriyorlardı. Etleri ve yünleri uzak yakın pek çok bölgeye yollanıyordu. Bu da ayrı bir kazanç sayılırdı Harezmliler için.
Her yıl Rus ve Bulgar tacirler tilki, samur, kunduz, sincap gibi farklı hayvanların kürklerini Harezm’e getiriyorlardı. Kürkleri satın alan Gerganic ve Kas şehrinin usta terzileri o kürklerden farklı modellerde elbiseler dikiyorlardı. Tilki, dağ keçisi, zebra gibi yaban hayvanlarına ait deriler ayrıca kitap kaplamada da kullanılıyordu. Kitap ciltlerine sürülen mumlar, çeşitli ağaçların kabukları ile destekleniyor böylelikle kitabın uzun yıllar çürümeden kalması sağlanıyordu. Deriler savaş aletlerinde de kullanılıyordu.
Balık dişi, güzel kokuların ham maddesi olan amberler, miskler, gürgen ağacının dalları, bal, fındık, kılıç, zırh, yay, üzüm, çiğde, susam, kilim, pamuklu ve ipekli kumaşlar, atmaca, şahin vb… Tüm bunlar büyük ve küçük gemilerle Harezm diyarından dünyanın başka bölgelerine yollanıyordu.
Muhammed ve beraberinde ona rehberlik eden elçi şehrin pazarına yaklaşmışlardı. Kas şehrinin pazar yeri nehrin iki tarafında yer alıyordu. Nehrin bir kısmı şehrin ortasından akıyordu. Muhammed uzaktan şehrin kalesini gördü. Kalenin yarısı yıkılmıştı. Elçi, Muhammed’e açıklama gereği hissetmiş olacak ki, “Nehir sularının önüne kurulan setlerle su yataklarında inşa edilen limanlardan ötürü nehir kabarıp taştı. Bu taşmanın etkisiyle de gördüğün gibi kalenin bir kısmı yıkıldı.” diyordu.
Şehrin büyük pazarında çeşit çeşit malların bulunması Muhammed’in ilgisini çekmişti. Erzak dolu çuvallar, meyve sepetleri, ipek kumaşlar, ipek ip yumakları, küçük büyük balıklar, amber ve daha birçok farklı ürün Kas pazarının ne kadar zengin olduğunu gösteriyordu. Muhammed ise ilk kez bu kadar farklı ürünü bir arada görmüştü. Meraklı gözlerle pazardaki rengârenk ürünlere bakıyordu.
Pazarın hemen hemen her yerinde bal satıcılarını görmek mümkündü. Her bal satıcısı kendi balının daha lezzetli olduğunu ispatlamanın gayreti içerisindeydi. Adamın biri önüne keskin kılıçları indirmişti. Ve o sırada da başka bir adam eğilmiş kılıçların keskinliğine bakıyordu. Kendisi için iyi ve güzel bir kılıç almak istediği belliydi. Başka birisi de yırtıcı av atmacalarını ve eğitilmiş şahinleri elleri ve omuzları üzerine koymuş, insanların kendi elleriyle eğittiği bu hayvanları görmesini sağlıyordu. Satışa çıkarmıştı o heybetli hayvanları. İri fındıklar pazarın her tarafında kendini gösteriyordu. Keten bezler, keçe kumaşlar fazlasıyla vardı.
Elçi ve aynı zamanda yol gösterici olan adam, Muhammed’in şaşkınlığını ve hayretini görünce: “Bütün bu gördüklerin Harezm’den farklı bölgelere, değişik şehirlere gönderiliyor. Ayrıca buranın kavunu da oldukça lezzetlidir. Çok meşhurdur kavunumuz, bu bölgede kavun deyince akla ilk Kas şehri gelir.” dedi.
Pazarın doğu tarafında bulunan kapıdan içeri geçtiler. Dört köşeli meydana vardılar. Meydanın sağ tarafında kocaman bir cami vardı. Cami o kadar güzel ve görkemliydi ki siyah taşlardan yapılma sütunları hemen göze çarpıyordu. Meydanın diğer tarafında, yani tam olarak caminin karşısında Ebu Nasır Mensur’un külliyesi bulunuyordu. Külliye, Gülistan Sarayı adıyla da meşhurdu. Saray kocaman güllük gülistanlık bir bahçenin tam orta yerinde duruyordu. Bahçenin hemen kenarında bir medrese vardı. Sultaniye Medresesi olarak biliniyordu burası. Orada ülkenin dört bir yanından gelen öğrencilere ilim öğretiliyordu.
Elçiyle Muhammed beraber bahçeye girdiler. Güzel taşlık bir yolda ilerleyerek medreseye doğru yürüdüler.
Taşlık yolun her iki tarafında kocaman ağaçlar, onların altında da rengârenk güller, çiçekler yer alıyordu. Kaldırım taşlarıyla döşenmiş yol saraya doğru gidiyordu. Saray büyük bir binaydı ve yedi kümbeti vardı. Onu feleğin yedi kümbeti olarak adlandırıyorlardı. Sarayın tam ortasında duran, üstü ve etrafı revaklı eyvanın dört bir yanında dört büyük kapı göze çarpıyordu. Bu dört büyük kapıdan içeriye rüzgâr giriyordu. Sürekli içeri vuran rüzgâr sayesinde de saraydaki hava akımı sağlanmış oluyordu. Bu hava akımı da sarayın havasını oldukça serin tutuyordu. Salonun tavanına ise altı köşeli grafik süslemeleriyle şekiller verilmişti. Bahçede öten kanarya ve bülbüllerin sesi kulağa oldukça hoş geliyordu.
Sarayın bu güzel bahçesini mutluluk bahçesi olarak adlandırıyorlardı. Orası için: “Bu güzelim bahçeye adım atan her yeni öğrencinin gönlü Yaradan’ın sevgisiyle dolar, ruhu tazelenir.” diyorlardı. Bahçenin ağaçları yılın ilk altı ayında yemyeşil oluyor dalları yeşil yapraklarla bezeniyordu. Ama yılın ikinci altı ayında ise kor rengine bürünüyor, sonra da sararıp soluyorlardı. Sonbaharla birlikte de dökülüyorlardı tabii. Pencerelerde altın renkli ipliklerle ince ince dokunmuş beyaz perdeler asılıydı. Muhammed salonun mimari yapısına hayran kalmıştı. Tavana duvarlara hayretle bakarken birden karşısında Ebu Nasır’ı gördü. Tebessümle medreseye yeni gelen Muhammed’e bakıyordu: “Hoş geldin zeki çocuk seni gördüğüme sevindim.” dedi. Muhammed selamına karşılık verdi ve onu tekrar görmekten mutlu olduğunu dillendirdi.
Ardından Ebu Nasır girdi söze: “Ne zaman yorgunluğunu üzerinden atar ve kendini derslere girmeye hazır hissedersen o zaman gelir derslere başlayabilirsin.” dedi. Muhammed cevap verdi: “Bana olan ilginizden dolayı size minnettarım efendim. Eğer izin verirseniz hemen şimdi derslere başlamak istiyorum!” dedi.
Ebu Nasır gülümseyerek cevap verdi: “Belli ki ilim öğrenmek için oldukça acelecisin. Madem öyle dediğin gibi olsun. Bu isteğine hayır diyemem. Hemen seni alıp sınıfına götürsünler. Sınıfını gör. Arkadaşların ve hocalarınla tanış.”
Ebu Nasır’ın emriyle hizmetçilerden biri geldi. Onu sınıfa götürüp hocalarla tanıştıracaktı. Bahçenin doğu kısmından Sultaniye Medresesine dar ve ince bir yol uzanıyordu. Hizmetçiyle Muhammed birlikte bu yoldan medreseye doğru yürümeye başladılar. Medresenin kapısı, çift kanatlı tahta bir kapıydı. Kapının üst kısmında ince çubuklarla süslenmiş yarım daireler bulunuyordu. Medresenin hemen karşısında ise şırıl şırıl akan bir su kanalı vardı. Medrese, dört tarafında küçük odacıkların olduğu, dikdörtgen bir yapıydı. Bu odalarda hat dersleri veriliyordu. İçeride yaşlı bir adam oturuyordu. Yönetici gibi birine benziyordu. Oturmuş elinde tuttuğu ince kamış kalemiyle Farsça ve Arapça hat yazıyordu. Görenleri hayrete düşürecek kadar güzel bir hattı vardı. Medresenin ortasında büyük bir havuz, onun yanında da görkemli bir şadırvan bulunuyordu. Şadırvan sadece abdest almak için kullanılıyordu. Muhammed medreseye adımını atar atmaz talebeler beşer altışar kişilik gruplar hâlinde sınıflardan çıkıyorlardı. Birçoğu hocalarıyla beraber yürüyordu. Hocalarına aldıkları derslerle ilgili sorular soruyor, hocalarından aldıkları cevapları ise can kulağıyla dinliyorlardı. Ezan sesinin duyulmasıyla herkes camiye doğru koşuşturmaya başladı. Muhammed ve beraberinde kendisine yol gösteren hizmetçi de caminin kapısına doğru yöneldiler. Namazın kılınmasından sonra medresenin müdür odasına yürüdüler. Sultaniye Medresesi oldukça büyük bir medreseydi. Birçok sınıfları vardı. Din bilgisi, matematik, astroloji, coğrafya, agrostoloji3 ve daha birçok alanda dersler veriliyordu. Sultaniye Medresesi, Harezm’in en büyük ve en ünlü medreselerinden biriydi. Ebu Nasır’ın hizmetçisi, Muhammed’i medresenin müdürü Şeyh Ebulfazl Harezmî’nin yanına götürdü. Şeyh Ebulfazl’ın odasına girdiklerinde Muhammed, Ebu Nasır’ı müdürün yanında oturuyor gördü. Heyecanlanmıştı tekrar. Ebu Nasır, Muhammed’i büyük bir zevkle Harezmî’yle tanıştırdı. Tanıştırırken de onunla sohbet ediyordu. Onun ne kadar zeki ve akıllı bir çocuk olduğunu anlattı Harezmî’ye.
Hoca Harezmî onu ders için sınıfa götürdü. Muhammed sınıfa girdi. Hoca derse başladı. Muhammed sınıfın bir köşesinde oturdu. Sınıf arkadaşları Muhammed’in yaşının küçük olduğunu, dış görünüşüne bakarak da onun köyden geldiğini tahmin etmişlerdi. Bu onların tuhafına gitmişti. Hoca sınıftayken hiç kimse ağzını açıp ona bir şey sormadı. Hocanın bir anlık sınıftan çıkmasıyla herkes birbirine Muhammed’i gösterdi. Çocuklar kendi aralarında konuşuyor, “Bakın sınıfımıza yeni bir öğrenci gelmiş.” diyerek gülümsüyorlardı.
“Herhâlde burayı mektep ile karıştırmış olmalı…”
Öğrencilerden biri gülerek ve yüksek sesle, “Anladım… Galiba onu bize ders vermesi için getirmişler!” dedi.
Hoca tekrar sınıfa döndü. Gürültüyü kesmeleri için herkesten sessiz olmalarını istedi. Sonra Muhammed’e ismini, yaşını ve nereden geldiğini sordu. Daha önce hangi alanda ilim öğrendiğini sordu. Muhammed’in bitki alanıyla ilgili bilgilerini anlamaya çalıştı. İlk derste Muhammed, otlar ve bitkilerle ilgili bildiği şeyleri, onların ilmi ve Yunanca isimlerini, nasıl bölümlere ayrıldıklarını söyleyince herkes hayret etti. Sınıf sessizliğe boğulmuştu. Herkes henüz on dört yaşında olan bu çocuğun bilgi birikimine şaşırmıştı.
Öğrenciler, medresenin dört tarafında sıralı duran küçük odalarda birer veya ikişer kalıyorlardı. Orada yatıp kalkıyorlardı. Bir tür yatılı okul gibiydi burası. Nedeni ise hemen hemen birçoğunun uzak yerlerden gelmiş olmasıydı. Muhammed de Rahman adında, Taberistanlı bir çocukla aynı odada kalacaktı. Birbirlerine çok kısa bir zamanda alıştılar Rahman’la, hemen arkadaş oldular. Rahman Gürgan’dan gelmişti, sohbeti hoş biriydi ve oldukça da merhametliydi. Güçlü, kuvvetli, uzun boylu, geniş omuzluydu. İri gözleri, uzun ve sık siyah kaş ve kirpikleri olan bir gençti. Onların bitişiğinde ise Abdülmelik Kazvinî adında bir genç kalıyordu. Abdülmelik, pek fazla kimseyle kaynaşmaz, sessiz, sakin kendi hâlinde bir çocuktu. Yüzü sarıcaydı, cılız ve zayıf birisiydi.
Sultaniye Medresesindeki öğrencilerin yiyecek ve giyecek yönünden hiçbir sıkıntısı yoktu. Muhammed her konuda çok uyumlu bir çocuktu. Az yemek yerdi ve sade bir giyim tarzı vardı. Rahman günün birinde yemek saatinde, Muhammed’in az yemek yediğini görünce ona sordu: “Muhammed burası Ebu Nasır ibn-i Mensur’un evi sayılır, o da Harezmşahlı Ebu Abdullah’ın yeğenidir. Neden böyle kıt kanaat yemek yiyorsun?”
Muhammed cevap olarak Rahman’a şöyle dedi: “Bana göre, karnı tok olan, yatağı rahat olan ilim öğrenemez. İlimle özdeş olamaz, onu kanıksayamaz. Rahatına çok düşkün olanlar kuş tüyü yataklarda yatıp ipek yorganları da üzerlerine örterler, karınlarını da tıka basa doldurduklarından Allah’ı hatırlamazlar bile, unuturlar. Böyle insanlar hiçbir zaman bilgide ve ilimde bir yere ulaşamazlar!”
Muhammed diğer öğrencilere nispeten ders okumada ve öğrenmede daha iyiydi. Medreseye geleli pek uzun bir zaman olmamıştı fakat herkes onun zekiliğine hayran kalmıştı. Özellikle matematik dersinde çok zekiydi, bütün arkadaşları ve dostları, onu tanıyan tanımayan herkes adını duymuştu. Herkes ona ve ilmine imreniyordu. Diğer derslerde açıklanması zor, karmaşık konulardan bahsettiği zaman bazen hocası bile ona cevap veremiyordu.
Bir gün Ebu Nasır, Muhammed’e, “Seni Harezm’in en meşhur rasathanesine götürmek istiyorum. Astroloji ilminde fazlasıyla bilgi edindin artık, daha fazla şeyler öğrenme vaktin geldi de geçiyor bile.” dedi.
Rasathanenin daire biçiminde sağlam bir salonu vardı. Üzerinde ise kocaman bir kümbet gözüküyordu. Kümbet, yeşile çalan mavi renkli bir kümbetti. Firuze ve krizalit taşlardan yapılmıştı. Bu kümbet Harezm’in en uzak noktasından bile görünüyordu. Bu kümbetin en ilginç yanı ise raylı bir sistemle yerinden oynamasıydı. Gerektiğinde veya akşamları kümbetin bir kısmı raylı sistemle kenara kayıyordu. Bu ilginç buluş Ebu Nasır Mensur’a aitti. Ünü ise bütün civar ülkelere, Bağdat, Şam, Kahire, Kostantiniye’ye yayılmıştı. Krizalit taşlar tahta ve çubukların üzerine dizilmişti, öyle ki kümbet hareket ettiğinde taşlara herhangi bir zarar gelsin istenmemişti.
Muhammed rasathaneyi görünce Ebu Nasır’ın üstün zekâsına ve ilmine daha da hayran oldu: “Bu rasathane fevkalade acayip bir şey, gerçekten eşsiz bir mimariye sahip!” dedi.
Ebu Nasır tebessüm ederek: “Bundan sonra matematik ve astroloji derslerini kendim burada sana öğreteceğim. Ne zaman kütüphaneden kitap alıp okumak istersen rasathaneye gelebilirsin.” dedi.
***Bir gün Muhammed ile Taberistanlı Rahman rasathaneden medreseye döndüklerinde Kazvinli Abdülmelik’in odasının kalabalık olduğunu gördüler. Öyle görünüyordu ki birkaç misafiri vardı. Üç arkadaştan birine ilk defa misafir gelmişti. Bu mevzu daha ziyade Abdülmelik için tuhaftı, çünkü evleri oldukça uzaktaydı.
Abdülmelik, Kazvin’den Harezm’e geleli yaklaşık bir yıl olmuştu. O medresede eğitim almaya başlamıştı. Muhammed ile Rahman yabancı birileriyle karşılaşacaklarını hiç tahmin etmemişlerdi. Gördükleri yüzler yabancı olunca kendilerini garip hissetmişlerdi. Odadakiler başka ülkenin insanlarıydı, bu durum karşısında şaşırmışlardı. Misafirler geceyi orada geçirdiler. Sabah olunca yerlerinde yeller esiyordu. Muhammed ile Rahman, Abdülmelik’e misafirler hakkında sorular sordular, fakat o onlara doğru dürüst cevap vermemekte ısrar ediyordu. Muhammed de Rahman da Abdülmelik’in üzgün olduğunu anlamıştı. Fakat nedenini bir türlü anlayamıyorlardı. Her ne kadar, “Ne oldu Abdülmelik? Yoksa sana kötü bir haber mi getirdiler? Sahi kimdi onlar?” dedilerse de fayda etmiyordu.
“Bir defa söyledim işte amcamın akrabalarıydı diye… Kötü haber derken ne demek istiyorsunuz? Bu, ne biçim konuşma? Misafir Allah’ın elçisidir. Geldiler ve de gittiler. Neden bu kadar gereksiz sorular sorup lafı uzatıyorsunuz?”
“Neden canını sıkıyorsun peki? Onlar gittiğinden beri seni pek hoş görmediğimiz için sorduk.”
“Yanlış düşünüyorsunuz. Kesinlikle böyle bir şey yok. Bu kadar soru cevap ne diye? Amcamın akrabalarıydılar dedim ya, gelip beni ziyaret ettiler sonra da gittiler bu kadar işte.”
Muhammed ve Rahman bütün bunları duyunca sustular ama yine de meselenin aslını merak ediyorlardı. Muhammed, Rahman’a dönerek, “Onlar amcasının akrabaları değildi. Hepsi başka ülkeden gelmişti. Abdülmelik çok üzgün ve sıkıntılı ama bunu açığa vurmak istemiyor, inşallah yanlış bir şey yapmamıştır.” dedi.
Bu olaydan hemen sonra Kazvinli Abdülmelik’i salona çağırdılar. Muhammed ile Rahman’ın şaşkınlığı daha da artmıştı. Çünkü böyle bir şey beklemiyorlardı. Aradan bir saat geçmemişti ki Ebu Nasır, Muhammed ve Rahman’ı da rasathanenin salonuna çağırttı. Onlar artık bir şeyler olduğundan emindiler. Herkesi üzüntüye boğacak bir meseleydi. Rahman onların çağrılma sebebinin, Abdülmelik’in meselesinden yani gelen o yabancılardan daha önemli olduğunu, ama farklı bir şey için çağrıldıklarını düşünmeye başlamıştı:
“Muhammed, bizi çağırmalarının sebebi şu şehirde yayılmış dedikodular olmasın?”
“Hangi dedikodular? Sen neyden bahsediyorsun?”
“Duymadın mı sen? Gökyüzünde bir yıldız görülmüş, yakın zamanda da yeryüzüne düşecekmiş ve her yeri yerle bir edecekmiş. Kazvinli Abdülmelik de bu konuyla ilgili bir şeyler söylüyordu. Galiba Hintli astrologlar bu fikri ileri sürmüş ve bu söylentileri yaymışlar.”
Muhammed rasathaneye gitmek için hazırlanıyordu. Bu sözleri duyunca da hiç şaşırmadı ilgisiz kaldı ve Rahman’a dönerek, “Boş laf bunlar! Bu adam, kaçıncı kez aynı şeyleri ortaya atıp halkı huzursuz ediyorlar. Ebu Nasır bu batıl inançlara inanmıyor değil mi? Mesele başka bir şey.” dedi.
Ebu Nasır, medresenin müdürü Şeyh Ebulfazl Harezmi ve birkaç bekçi rasathanenin salonunda oturuyorlardı. Hepsi de üzgün ve kaygılı görünüyorlardı. Ebu Nasır salonun içinde bir o yana bir bu yana gidip gelirken, her adımda da bir şeyler düşünüyordu. Pek dalgındı. Muhammed ile Rahman’ın gelmesiyle duvarın kenarında durup tekrar düşündü. O Muhammed’in üstün zekâsına ve fedakârlığına sonsuz güveniyordu, ona dönerek, “Belki haberin yoktur. Çok önemli bir mesele ve bir o kadar da hoş olmayan bir olay oldu. Sen Sultaniye Medresesinin en iyi öğrencisisin. Şimdi sana soracağım bütün sorulara, dikkatli bir şekilde düşünüp cevap vermeni istiyorum.” dedi.
Ebu Nasır bunları söyledikten sonra Muhammed’in gözlerinin içine bakarak biraz durdu ve daha sonra konuşmasına devam etti: “Ey Muhammed ibn-i Ahmet söyle bakalım, cuma günü Kazvinli Abdülmelik’in odasına kimler geldi?”
Muhammed bir müddet düşündükten sonra hocası ve pek değer verdiği Ebu Nasır’a cevap verdi: “İki adam ve bir de kadın vardı. Her üçünün üzerinde farklı giysiler vardı ama hepsinin kafasındaki sarıklar tek renkliydi, üçü de yeşil renkli sarık takmışları kafalarına. Uzun çizmelerden giyinmişlerdi. Elbiseleri bizimkilerden farklıydı. Kadın farklı bir koku sürünmüştü, hatta uzun zaman kokusu odada kalmıştı. İki adamın kafasındaki sarıkların üzerinde acayip resimler vardı. Biz onları gördüğümüzde, kadın Abdülmelik’le sohbet ediyordu. Kadın Arapça konuşuyordu ama lehçesi vardı, belliydi.” dedi.
“Evet, devam et.”
“Kadının boynunda inci bir kolye vardı. Ben o kolyenin benzerini Kas pazarında görmüştüm. Ertesi gün Abdülmelik bize onların amcasının akrabaları olduğunu ve çok uzak diyarlardan geldiklerini söyledi. O, bize onlar hakkında pek fazla bir şey söylemek istemiyordu. Biz de onu fazla zorlamadan kendi hâline bıraktık. Onların giyim tarzları konuşma şekilleri bizimkinden farklıydı ama Abdülmelik’in bu şekilde konuşması bizim çok tuhafımıza gitmişti. Neden akrabaları Kazvin’den değil de acayip farklı bir ülkeden gelmiş olsunlar? Bütün bu olanlara anlam verememiştik biz de.”
O sırada medresenin müdürü Ebulfazl Harezmî, Ebu Nasır’a döndü ve başını sallayarak, “Evet, Ebu Nasır Hoca, bu tuhaf mülakattan sonra o çok kıymetli ve eşi benzeri olmayan üç cilt kitabın, geometride kullanılan malzeme ile astroloji alanında bilgi edinmek için istifade ettiğimiz aletlerin nasıl kaybolduğu ya da çalındığı anlaşılıyor sanırım. Bendeniz olayı duyar duymaz hemen koşup sizleri haberdar etmek istedim, konuya geç olmadan, sıcağı sıcağına hemen el atmanız için sizi aradık fakat yerinizde yoktunuz, ava çıkmıştınız efendim.” dedi.
Daha sonra sinirli bir ses tonuyla sözlerine kaldığı yerden devam etti: “Öğrenciler şu gerçeği bilmeli ki Harezm Rasathanesi’nde bulunan şeylerin hiçbiri basit bir şey değildir. Hepsi geçmişe ait değerli eşyalardır. Her birinin en az üç yüz yıllık bir geçmişi vardır. Ebu Nasır Hoca bile kendi servetinin yarısını rasathaneye harcamıştır.” dedi
Ebulfazl Harezmî’nin sinirden sesi titriyordu, daha fazla konuşamadı, sustu. O sustuktan sonra Ebu Nasır sorularını sürdürdü: “Pekâlâ, ne oldu da Abdülmelik’ten şüphelendiniz?”
Ebulfazl Harezmî kendinden gayet emin bir şekilde cevap verdi: “Uzun araştırmalarımız sonucu şüphelerimiz kesinlik kazandı ve gördüğünüz gibi onu tutukladık, sizin gelmenizi bekledik. Sizden onu bu suçtan ötürü cezalandırmanızı istiyoruz efendim. Ayrıca ne pahasına olursa olsun o kitapları ve malzemeleri bir şekilde rasathaneye geri getirmenizi istirham ediyoruz.” dedi.
Bu konuşmalardan sonra medresenin müdürü ile Ebu Nasır, Abdülmelik Kazvinî’ye baktılar. On dokuz yaşlarında bir gençti Abdülmelik. Korkudan benzi solmuştu. Muhammed, Abdülmelik’in gözlerinin içine dalmıştı. Medresenin müdürü kitapların ve diğer malzemelerin tekrar rasathaneye geri getirilmesiyle ilgili şeyler söylediğinde, Abdülmelik’in yüzünde gizli bir tebessüm oluşmuştu.
Ebu Nasır Mensur, “Ey Abdülmelik söyle bakalım, Sultaniye Medresesi’ne nasıl kabul edildin?” diye sordu.
“Gilan’ın hükümdarı beni buraya getirdi efendim. Bana kendisi kefil olmuştur.”
Ebu Nasır büyük bir şaşkınlıkla sordu: “Yoksa sen Gilan’dan mı geldin?”
Abdülmelik cevap verdi:
“Hayır ben Kazvinliyim ve babam da Hace Giyassedin-i Gagazanî’dir.”
Daha sonra medresenin müdürü Ebu Nasır’a işaret ederek kendi sorularını sormaya başladı.
“Ey Abdülmelik bize üç cilt astroloji kitabı, geometri ve astrolojide kullandığımız malzemeleri çaldığını itiraf edecek misin?”
Abdülmelik sustu ve söze Ebu Nasır devam edip sormaya başladı: “Harezmî Hoca, o üç kişiyi tutukladın mı peki?”
“Hayır, değerli hocam! Benim emrimde ordu, asker yok ki. Üstelik aradan bir gün bir gece geçtikten sonra rasathane ve kütüphane sorumlusu bana nelerin eksik olduğunu söyledi.”
Abdülmelik suskunluğunu bozmuyordu. Ebulfazl Harezmî sinirli bir şekilde Abdülmelik’e bakarak sordu: “Pekâlâ çocuk, o üç kişi kimdi? Rasathanenin kitap ve malzemeleri ne oldu? Kitapları ne yaptın? Cevap ver!” dedi.
Abdülmelik suskunluğunu sürdürdü. Başını önüne eğmişti. Harezmî sorularını tekrar sordu. O arka arkaya sorularını sorarken Abdülmelik birden ağlamaya, tüm olup bitenleri, her şeyi anlatmaya başladı. Sonunda itiraf etmekten başka çaresi kalmamıştı:
“Onlar Endülüs’ten, dünyanın ta batısından gelmişlerdi ve üçü de Hristiyan’dı. Ama kendilerini Müslüman gösteriyorlardı. Amcam da Endülüs’te yaşıyor ve o üç kişi amcamın aracılığıyla benim yanıma geldiler. Ellerinde amcamın bana yazdığı bir mektup vardı. Harezm’de rasathanenin kütüphanesinde bir kitap varmış. Kitabın içeriği ateş topu ya da parlayan ayla ilgiliymiş. Ben onlara öyle bir kitapla hiç karşılaşmadığımı, hatta burada olmadığını söylememe rağmen kadın kitabın özelliklerini ve numarasını bana verince mecbur kaldım ve cuma günü gece yarısı kütüphaneye giderek verdikleri özelliklerde üç kitap buldum. Kitapları bir bohçaya sardım ve medresenin dışına çıkardım. Eski kale duvarının dibinde onlara verdim.”
Ebu Nasır Irakî hayretler içinde kalmış, Kazvinli Abdülmelik’in anlattıklarını dinliyordu. Üzülmüştü:
“Maalesef o eşsiz üç cilt kitap ile astroloji malzemeleri çalınmış, üstelik yabancıların elinde. Şimdi onlar çok uzaklara gitmişlerdir bile ve bizim onları yakalama imkânımız neredeyse yok gibi.”
Daha sonraki soru ve cevaplardan o üç yabancının Abdülmelik’e kitap ve malzemeler karşılığında yüz adet saf altın sikke verdikleri anlaşılmıştı.
Medresenin baş muhafızı, “Böyle bir suç karşısında suçlunun eli kesilmeli ve uzun yıllar zindanda kalmalı.” dedi.
Vali Ebu Nasır, “Durun bakalım. Medrese öğrencilerinin benim yanımda farklı bir saygınlıkları var. Böyle bir hükümde bulunamam. Sadece onu medreseden atın. O, şu andan itibaren medreseden kovulmuş biridir. Hiçbir derse girmeye, yatakhanede kalmaya hakkı yoktur. Hepiniz gidebilirsiniz sadece Muhammed kalsın.” dedi.
Muhammed dışında herkes salonu terk etti. Ebu Nasır ile Muhammed kaldılar salonda başbaşa. Ebu Nasır çok üzgün görünüyordu. Uzun bir sessizliğin ardından Muhammed’e, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.