
Полная версия
Hüseyin Fellah
Şehlevend çorbacı tarafından reddedilmesi üzerine mahzun olup gitti mi zannedersiniz? Henüz mahzun olmadı. Validesinin hayatı için halis deva iki kaşık çorba olduğundan onu almaksızın giderse asıl o zaman mahzun olacaktı.
Ne yazık ki işte bu mahzuniyet dahi fazla gecikmeyip ortaya çıktı. Kız belki çorbacının merhametini kazanırım diye kapının önünde boynunu büküp dururken çorbacı, kızın hâlâ kapıda ve kendi tabirince miskin miskin durduğunu görünce bu defa daha kızıp köpürerek “Haydi oradan haydi! Satılık çorba yok! Satılık çorba var ama değiş tokuş edecek malım yok! Çekil kapının önünden. Geleni gideni rahatsız etme!” dedi ki işte Şehlevend bu hakareti bir türlü havsalasına yediremeyip ağlayarak -hem de hüngür hüngür ağlayarak- gözlerini semaya dikti!..
Bu aralık çorbacı dükkânından kukuletasını sarık gibi başına sarmış aba poturlu, mavi çuka saltalı bir Laz çıkıp “Çorbacı şu kız için büyücek bir çanak çorba hazırla! Terbiyesi filanı güzel olsun! Çanağı da benden iste!” dedi. Çorbacı böyle bir emri nasıl telakki eder? “Peki! Başüstüne Mehmet Ali Ağa!” deyip ölçülü takırtılarıyla işe başladı ki bu emir ve emrin yerine getirilmesi, derhâl kızcağızın rengini değiştirmiş ve yüzünü güldürmüştü.
Yahu! Ne kadar da olsa dünyada yine göğsü imanlı adamlar vardır. Bak Mehmet Ali Ağa’ya… Öyle değil mi muharrir efendi?
Biz imanın göğüste olduğuna dair bir haber alamadık. Haber aldığımız şey şudur ki çorba hazırlandı, Şehlevend kâseyi alıp camiye geldi. Validesi sıcak çorbanın buharıyla beraber etrafa yayılan sirke kokusunu hissedince kuvvetini toplayarak kalkmış idi.
Kızcağız validesini önüne oturtup kaşık ile çorbayı içirdi. Bu aralık demir parmaklıklar yanında Laz’ı gördüyse de görmemişe döndü. Validesinden sonra kendisi de karnını doyurarak sonra çanağı alıp çorbacıya götürdü. Yolda yine Laz’a rast gelmişti. Laz “Çanağı bırak da gel beni son cemaat yerinde bul!” dedi. Kız da “Peki ağacığım.” cevabını verip Laz’ın kendisini niçin çağırmış olabileceğini bilmediği hâlde, hâl ve mevkiye göre böyle büyük bir ihsanına nail olduğu adamın emrine uymamanın münasip olmayacağını hesap ederek, vardı çanağı bıraktı. Geldi, son cemaat yerinde Laz’ı buldu.
Beşinci Kısım
Laz Mehmet Ali’nin ne kadar kurnaz, iyi konuşan bir adam olması lazım geleceğini ileriye doğru anlayacağınız sanatı üzerine hesap edebilirsiniz.
Öncelikle Şehlevend’e kimin nesi olduğunu sormaya başladı. Şehlevend, kendisinin pek fakir bir biçare kız olduğunu ve anasıyla beraber yaşamak için bu dünyada dilencilikten başka bir vasıtası olmadığını söylediyse de Laz, Şehlevend’in hitabındaki edadan ve ret cevabından kendisinin öyle dilencilikle büyümüş bir kız olmadığını anlayabilmişti. Binaenaleyh şu yüzden daha yakından karşılıklı konuşmaya başladı:
Laz: “Şimdi bu hâlde yaşayabileceğinizi aklınız kesiyor mu?”
Kız: “Ne bileyim ağacığım!”
Laz: “Hayır hayır! Aklın kesiyor mu diyorum. Zira seni pek akıllı bir kız görüyorum.”
Kız: “Aklımın erdiğini sorarsan yaşayamayız derim.”
Laz: “Öyleyse kendiniz için ne çare düşünüp bulabilirsin?”
Kız: “Ne çare bulacağım? Hiç!”
Laz: “İyi ama sonra bu hâliniz nereye varır?”
Kız: “O belli bir şey! Ölüme!”
Laz: “Ölüme mi? Maazallah! Bak şu on beş on altı yaşındaki kızın düşündüğü şeylere!”
Kız: “Ne düşüneyim ya?”
Laz: “Senin gibi bir kız, bir genç, ölümü hatırına getiremez. Hatırına gelse bile vukusuna ihtimal vermez.”
Kız: “Ya hatırına neyi getirir? Neye ihtimal verir?”
Laz: “Hanım olmayı, hanımlar gibi sefalar sürmeyi!”
Kız: (hayret ederek) “Ben de mi böyle düşünmeliyim?”
Laz: “Niçin düşünmeyesin? Senin kadar güzel bir kız böyle düşünmezse kim düşünür?”
Mehmet Ali’nin şu sözü Şehlevend’in zihnine büyük bir şüphe getirdi. Ölü gibi bembeyaz bir suretten patlıcan gibi mosmor renge dönüştü ve tavrında bir büyük nefret alametleri göstererek dedi ki: “Namuslu ölmek, namussuz olarak hanımlar gibi yaşamaktan daha evladır.”
Laz: (bozularak) “Hayır kızım hayır! Allah göstermesin! Muradım o değil. Namussuz yaşamaktan ise geberip gitmek gerçekten daha hayırlıdır. Benim sana nasihat etmek istediğim şey ise asla namusa dokunmaz.”
Kız: “Ya öyleyse hanımlar gibi yaşamak nasıl mümkün olur?”
Laz: “Sen gençsin, güzelsin, hem…”
Kız: (nefretle) “Anladık ya işte! Diyeceğini anladım. Lakin ben…”
Laz: “Hayır a canım, hayır! Biraz sabret de söyleyeceğimi sonra anlarsın. Gerçi sen böyle cami avlularında kalır isen seni kimse kendisine gelin etmez. Onun başka bir yolu vardır. Evvela cariye, sonra odalık, nihayet hanım olmuş ne kadar kız istersin?”
Kız: “İyi ama ben Çerkez değilim, Gürcü değilim ki…”
Laz: “Çerkez değilsen ne yapalım? Çerkez veyahut Gürcü değil isen bir düzme Çerkez, bir uydurma Gürcü olamaz mısın? Çerkez’in, Gürcü’nün alnında damgası yoktur. Vallahi kızım ben sana ve validene acıdığımdan söylüyorum. Şimdi bugün hemen şu saatte validen için bir hanecik, elbise filan tedarik etmek yolu işte budur.”
Şehlevend, Laz’ın bu son sözünü pek fena bir ızdırapla karşılamış idiyse de validesi için hemen şu saatte bir hane ve malzeme hasıl olacağı düşüncesi dikkatini çekti:
Kız: “Anam için hane, elbise filan mı?”
Laz: “Evet!”
Kız: “Kim alacak?”
Laz: “Ben! Sen kendini bana satarsın. Ben de senin pahan olacak akçe ile validene bir evceğiz, eşya filan alırım.”
Kız: “Ya ben o kadar paha eder miyim?”
Laz: “Ben senin için iki kese akçe, yani bin kuruş kıymet kesiyorum. Ne o? Ha? Çok mu dedin? Çok değil kızım! Senin o kadar değerin vardır. Eğer bu ücrete ve anandan ayrılmaya razı olursan…”
Kız: “Anamdan ayrılmaya mı?”
Laz: “Öyle ya! Başka türlü nasıl olur? Seni ben kendim için mi alacağım? Ben esirci bir adamım! Müşterisini bulup da seni satarsam beş on kuruş da ben kazanmış olurum. Özellikle seni benim evvela cariye, sonra odalık, nihayet hanım etmeye kudretim yetmez. Bir kibar yere satarım. Orada hanım olursun.”
Kız: (bir hayli düşündükten sonra) “Yok yok! Anamdan ayrılamam!”
Laz: “Hani şimdi ölüme razı oluyor idin ya? İşte insan kısmı böyledir. Şimdi dünyasından ayrılmaya razı olurken, yine şimdi bir anasından ayrılmaya razı olmaz!.. Sen bilirsin kızım! Ben merhametimden söylüyorum. Şu hâlde kalırsanız ne kadar sürüneceğinizi bir kere düşün de ona göre bir cevap ver. Satıldığın vakit, hanım olduğun vakit valideni bulmak güç bir şey midir? Ta Çerkezistan’dan gelip de daire, debdebe, kul, halayık sahibi olduktan sonra anasını, kız kardeşini filanını bulmuş ne kadar cariye vardır? Hele senin gibi güzel bir kızı, vallahi altı ayda odalık ederler.”
Kız: “Ben odalık olmak da istemem.”
Laz: (eşekçesine sırıtarak) “O! Orasını ben bilmem. İşin bu ince yerleri benim bileceğim şey değildir. Orası senin ve seni odalık edecek olan efendinin, beyin yahut paşanın arasında olacak pazarlıktır.”
Laz bu sözleri söylerken, sarı kaşları, sarı kirpikleri altından firuze gibi gözlerini parlatıp kızın yüzünü incelerdi. Açıkça ortadadır ki yüzünde aşüftece bir tebessüm arardı!
Heyhat! Şehlevend, Laz’ın sözlerine asla kulak vermiyormuş da kendi derdini düşünüyormuş gibi dalmış gitmişti. Evet! Kendi derdini düşünmekte idi. Çünkü nefsini dizginlemenin, ne kadar büyük ne mühim ne müşkül bir şey olduğunu Şehlevend pekâlâ biliyordu. Ya bir vakit Şehlevend de o küçük hanımlardan değil miydi ki konaklarında bir cariye şayet kırbaç altında helak olursa yalnız onun kıymeti kadar bir meblağ telef olduğu hesap olunarak yoksa bir insan helak olduğu asla hesaba katılmazdı. Niçin katılsın? Telef olan şey insan değildir ki! Cariyedir! Kuldur! Esirdir! Paraları saydıkları gibi yerine dört tane daha satın alınır. İnsan odur ki akçe ile satın alınamaz. Şehlevend işte bu hâlleri de görmüş bir kız idi.
Şehlevend’in nazarında esaret, yarı ölüm sayılırdı. Gerçi ölümün yarısına değil dörtte birine, onda birine bile razı olmak pek müşkül ise de kızcağız hatta validesiyle beraber ölümün tamamına dahi razı olmuş bulunduğundan bir aralık iki adamın tamamı tamamına helak olmasına nispetle, ikisinden birisinin ölümün yarısına razı olmasının daha kârlı olacağını hesaba başladı. Bu hesabı ne kadar tekrar ettiyse de hiçbir yanlışını göremeyip pek tamam, pek doğru buldu. Sonunda Laz’a dedi ki: “Tut ki ben razı olmuşum! Validem razı olmazsa ne yaparız?”
Laz: (gayet memnun ve tatmin olmuş bir eda ile) “Sen bir kere razı ol da ötesi kolay. Âlemde yalan kıtlığına kıran girmedi ya!”
Kız: “Ne deriz? Validemi nasıl aldatırız?”
Laz: “Ben seni oğluma gelin alacak olurum.”
Kız: “İyi ama validem damadını görmeyecek mi?”
Laz: “Canım oğlum burada bulunmaz. Mısır’da olur. Hem ben seni satacak olursam zaten İstanbul içinde satacak değilim ya?”
Kız: “Ya nerede satacaksın?”
Laz: “Kısmet neresini gösterirse. Mısır mı olur, Halep veyahut Şam mı olur!”
Bu söz Şehlevend’in bir kat daha nazar-ı dikkatini açtı. Esir olup satılmak ne acı bir şey ise onun için İstanbul’u, validesini bütün bütün uzakta bırakıp da gitmek ondan ziyade acıydı. Lakin çare yok demedik mi, çare yok. Bunların hiçbirisi ölüm kadar güç değildi. Ölüm kadar güç olmadıktan başka bunların ölümden kurtuluşun dahi sebepleri olduğunu Şehlevend görürdü. Binaenaleyh Laz’a her ne kadar henüz kesin bir cevap vermedi ise de hâkimane bir tavırla Laz’ın yüzüne bakıp daha söylenecek bir söz varsa söylemesini ima ettiğinden Laz da sözünü şu şekilde sürdürdü:
“Hasılı seni Mısır’daki oğluma gelin göndereceğim. Validen ise damadı tarafından ilk ağız olarak kendisine bir hanecikle diğer malzemeler vesaire tedarik edildiğini ve yanında harçlık olarak da bir hayli para kaldığını görünce hiçbir şüphesi kalmaz. Ben böyle çok kız aldım. Her biri birer hanım oldular. Hatta sonra yalnız validelerini değil beni bile arayıp bularak ikramlarda bulunmuşlardır. İşin önü bile belli olmazdı. Kimse şüphe bile etmezdi.”
Bu sanat, kendisinin eski sanatı olduğuna göre Laz Mehmet Ali’nin daha ne gibi vaatler, kolaylıklar ile kızı temin etmiş olduğunu anlarsınız. Şu kadar var ki aldatmış olduğunu zannetmemelisiniz. Zira Laz Mehmet Ali her ne kadar eski bir kurt olsa da Şehlevend böyle eski kurtlara aldanacak süt kuzularından değildi. Sadece validesini kurtarmak gibi pek büyük bir lüzum uğrunda kendi hürriyetini feda etmeye gerek gördüğü için Laz’ın tekliflerini kabul etti. Ve bu defa da validesini nasıl kandıracaklarını ve ne söyleyip nasıl hareket edeceklerini Laz ile müzakere ettikten sonra Laz’ın önüne düşüp cenaze namazgâhına kadar geldiler.
Şehlevend’in, validesi huzuruna girişi, kabahatli bir adamın kusurunu affettirmek için çekinerek bir büyük zatın huzuruna girişi gibiydi. Validesi karşısında boynunu büküp durması dahi yine o kabahatli adamın söyleyeceği sözü söylemeye cesaret edememekte bulunmasını andırır idi. Validesi ise önce demir parmaklıklar yanında gördüğü adamı, yani Laz Mehmet Ali’yi bu kez yanı başında görünce bu yakınlaşmada bir hikmet olduğunu anlayarak söze kendisi başlamaya lüzum gördü: “Şehlevend’im! Kızım! Bu ağayı sabahtan beri senin önünde, ardında dolaşmakta görüyorum. Bizden bir alıp vereceği mi var?”
Kız, “Kendisi söylesin anacığım!” diye Laz Mehmet Ali’yi ileriye sürmekle beraber söze başlamasını emreden bir çehre gösterdi. Bunun üzerine koca Laz, adam aldatmakta ne kadar hüner ve marifeti var ise kafasında toplayarak valide hanımın huzuruna geldi ve tam bir cerbeze ile söze başladı.
Altıncı Kısım
Laz: “Efendim hatırınıza bir şey gelmesin. Bu sabah işkembeci dükkânında kerimeniz hanımı gördüm. Nasıl ve ne hâlde gördüğümü sonra size kendisi tarif etsin. Ben onu bir hizmet addetmem ki lisana alayım.”
Kız: “Ah! Anacığım! Bu ağa olmasaydı o çorbayı içemeyecektik. Çorbacı bir ekmeğe iki kaşık çorba vermeye razı oldu ama bana kâsesini vermeye emniyet edemiyordu. Allah bu ağadan razı olsun. Bize koca bir kâse çorba ikram etti.”
Ana: “Allah’a emanet olsun!”
Laz: “Böyle şeyler dikkate alınacak değerde değildirler efendim! Ben sizin hâlinizi zahiren muayene ettim. Fakat görünüşteki hâlinizden dahi sizin şu yürekler paralayacak felaket içinde yaşayagelmiş olmadığınızı anladım.”
Ana: (ciğerlerine sığmayacak kadar bir nefesle ah ederek) “Düşmez kalkmaz bir Allah!”
Laz: “Öyledir efendim! Düşen de kuldur kalkan da. Fakat benim hesabıma kalırsa kul pek de kendi kendisine düşmez. Onu bir düşüren bulunur. Düştüğü zaman da yine kendi kendisine kalkamaz. Onu bir kaldıran olmalı. Hâlbuki kulları düşüren de kaldıran da yine kullardır. Eğer kullar dünyada birbirine yardımda kusur etmemiş olsalardı bir kere düşenler pek az olurdu. Ondan sonra da düşenleri kaldıranlar pek çoğalacağından bu hesabın neticesi yine kimsenin düşmeyeceğine ve düşmemiş olacağına hükmolunur.”
Ana: “Evet karındaşım!”
Laz: “Neyse hemşirem! Şimdi bu vadide sözü uzatmanın hiçbir faydası yoktur. Ben pek de o kadar okumuş bir adam değilsem de kendi aklımla bulup derim ki feleğin sille-i kahrına duçar olmuşlara, söz ile teselli vermekte hiçbir fayda yoktur. Söz ile vereceği teselliyi insan el ile yerine getirmeli. Şu hâlinizde benim size edeceğim teselli ise -Allah hanım kızınızı size ve benimkini de bana bağışlasın-kerimeniz hanımı Allah’ın emriyle ve peygamberin kavliyle oğluma almaktır.”
Ana: (şaşkınlıkla) “Şehlevend’i mi?”
Laz: “Evet efendim! Dar-ı dünyada bir kızınızdır. Benim oğlum da dar-ı dünyada tek bir evladımdır.”
Ana: “Korkarım bizimle eğleniyorsunuz ağa!”
Laz: “Hayır efendim! Allah göstermesin! Ben…”
Ana: “Benim kızım ile sizin oğlunuz arasında hiçbir münasebet yoktur.”
Laz: “Hanım kardeşim! Ben biraz acayip düşünen bir adamım. Ben derim ki eğer dünyada zengin erkekler fakir kızları alsalar ve zengin kadınlar da fakir kocalara varsalar pek çok biçare saadete nail olur ve bu suretle ortada fakir fukara bir hayli az olurdu. Zengin zengin ile izdivaç ederse servetleri artar ki buna bir şey denilemez. Ya fakir fakirle evlendiği zaman, fakirleri zenginleştireceğine de bir şey denilemez mi? Fakat hâkim değilim zabit değilim ki bu fikrimi herkese emir suretinde arz ederek icra ettireyim. Kendi emrim yine kendime geçeceği için işte kendi aklımın emrine yine kendim tabi oluyorum. Eğer fikrime siz de iştirak ederseniz hemen sizi şimdi bu beladan bu musibetten kurtarıp kendinize mahsus bir ev tedarik edinceye kadar kendi haneme götüreceğim.”
Ana: (biraz düşündükten sonra) “Allah razı olsun kardaşım! Öyle bir pazarlık olursa elbet beni de bu cami avlularında bırakacak değilsiniz ya? Lakin bir dilenci kızını… Ah! Cami köşelerinde kalmış bir dilenciyi oğlunuza alırsanız âlemin dili yüzünüzü kızartır.”
Laz: “Hayır efendim! Öyle değil! Kızınız burada gelin olup kalmayacak. Eğer müsaade ederseniz Mısır’da gelin olacak. Ben Şehlevend Hanım’ı buradan çeyiziyle çemeniyle gönderdikten sonra orada onun kim olduğunu kim bilecek?.. Şey! Estağfurullah hata ettim! Bilakis orada onun kim olduğunu ve nasıl soylu bir hanım olduğunu bilecekler. Ama şu kötü hâle giriftar olduğunu bilmeyecekler.”
Ana: (bir hayli müddet düşündükten sonra) “Efendim ben size son sözümü söyleyeyim mi? Biz size münasip değiliz vesselam! Ahir ömrümde gurbetlere nasıl giderim?”
Laz: “Ay efendim! Size demedim mi? Siz burada dayalı döşeli evinizde oturacaksınız. Bir yere gitmeyeceksiniz! Hanım kızınız gidecek. Zaten dışarıya gelin gitmek yeni bir şey değil ya? Bu kadar efendilerin, beylerin, paşaların hanımları da gurbette geziyorlar. Gerçi Şehlevend Hanım bir bey yahut paşa hanımı olacak değil ama İstanbulca bir muteber ve zengin esirci Mehmet Ali Ağa’nın gelini ve Mısırca tanınmış tüccarlardan Ali Haydar Ağa’nın karısı olacak. Yine siz bilirsiniz efendim! Vallahi ben hanım kızımızı pek sevdim ve o da bu nikâhı kabul etti de onun için geldim, sizi rahatsız ettim. Yoksa… Hem sizi şu hâlde bırakmak…”
Mehmet Ali Ağa sözünü bitirmeyip fakat cevabını bekleyerek bir müddet valide hanımın yüzüne baktı. Kadıncağızda, derin, ümitsiz ve ızdıraplı bir sessizlikten başka bir şey görünmüyordu. Laz bir hayli beklediği hâlde hiçbir cevap alamayınca Şehlevend’e döndü. Çıkarıp eline bir yirmilik altın verdi. Ve bunun alelhesap olduğunu, gece validesini ikna etmeye çalışmasını ve ertesi günü kendisinin yine geleceğini yavaşça kulağına söyleyip valideye hitaben de “Efendim! Bana bir emriniz var mı?” dediyse de valide hanımdan “Bakalım biraz düşünelim efendim!”den başka cevap alamayınca, biraz üzülerek, yıkılıp gitti.
Laz gittikten sonra bizim ana ile kız hemen söze ve müzakereye başladılar zannederseniz hatadır. Biçare kadıncağızın düşünceleri arttığı gibi kızın da dalgınlığı arttıkça arttı. Hatta kızın üzüntüsü, valideden beş on kat ziyade olduğu da görülüyordu.
İkisi arasındaki bu sessizlik akşama kadar devam etti. Akşam yaklaştıkça Şehlevend validesinin düşüncelerini ihlal etmeden yavaşça çekildi. Civarda bulunan bir aşçı dükkânına girdi. İşte bu müracaatı ne şekerci dükkânına ve ne de işkembeciye ettiği müracaata kıyas etmemelidir. Bu kere kızın elinde para vardı para! Halkımız indinde para nedir bilir misiniz? Para öyle bir kuvvete sahiptir ki âcizi muktedir, miskini kuvvetli, korkağı yiğit, hasılı genel bir tabir olmak üzere diyelim ki küçüğü büyük eder. Bektaşinin dediği gibi paranın bir maden olduğunu bilmeyip de yalnız kuvvetini ölçüye vuracak olursak “Her şeye kadir bir şey varsa o da budur!” diye paraya perestiş etmek lazım gelir. Edenler değil ise de etmek derecesinde olanlar da vardır ya! Zira müşkülat yoktur ki paranın yüzü gösterilince onun sımsıkı düğümleri çözülmesin! Ne kadar ırzlar, ne kadar iffetler, ne kadar millî hamiyetler, ne kadar vatani gayretler paranın önünde aczlerini itiraf ederek baş eğmişler, boyun bükmüşlerdir! Ama parayı yalnız bu derece harap edici zannetmeyiniz! Para tamire de hizmet eder. Ne kadar ırzlar, ne kadar iffetler, ne kadar millî hamiyetler, ne kadar vatani gayretler, âdeta yıkılmak üzereyken, para onları tekrar ihya ve tamir etmiştir! Para ipten adam alır! Şakağa ve beyne çevrilmiş olan tabancayı ve yürek üzerine sıyrılmış olan bıçağı geriye çevirir. Hem de nasıl ya? Kendi eliyle ipini çekecek ve kendi parmağıyla tetiğe dokunacak ve kendi avucuyla kabzayı tutacak olan adamları yine kendi can alıcı ellerinden kurtarır.
İşte Şehlevend’in elinde böyle bir kuvvet olduğu hâlde aşçı dükkânına girdi ki kuvvetli olanların çehrelerini süsleyen bütün cüret belirtileri Şehlevend’in simasını da süslemekteydi.
İki üç kap nefis yemek alacağını aşçıya emrettiği zaman, aşçı kalıbı kıyafeti dilenci olduğuna delalet ettiği gibi o gün görmüş olduğu hareketi dahi bu yoldaki şüphesini gideren bir kızdan aldığı emre şaşırdıysa da Şehlevend altını gösterdiği anda o şahlar şahının fermanına boyun eğmemek kimsenin haddine düşmeyeceğinden emre derhâl uydu.
Cenaze namazgâhında her taraftan ümidi kesilmiş olan valide, kızının yanında bir aşçı çırağı ve onun da başında bir tabla yemek ile geldiğini görünce hayretten midir, yoksa sevinçten midir, neden ise kendisini ağlamaktan bir türlü menedemedi.
Ana: “Ah! Şehlevendciğim bunları nereden buldun? Bir haftadır bizim sıcak yemek gördüğümüz var mı a kızım?”
Kız: “İnşallah bundan sonra yine hep böyle sıcak yemekler yiyeceğiz anacığım!”
Ana: “Demek oluyor ki dün geceki kararından vazgeçtin! Ben ise o karara bugün daha ziyade kuvvet vermekteydim.”
Kız: “O karardan benden evvel sen vazgeçmiştin. Ben dün gece vazgeçmemiş idiysem bile bugün vazgeçmek derecesine yaklaştım. Fakat yemeğimiz soğumasın!” (diye bir yandan yemeye başladılar.)
Ana: “Bu Laz’ın teklifi üzerine mi vazgeçtin?”
Kız: (biraz utançla) “Ne saklayayım anacığım, onun teklifi üzerine vazgeçtim. Laz’ın teklifi iki adamın ölümüne çare demektir. Ölüme çare bulunduktan sonra artık ondan vazgeçilmez mi?”
Ana: “Hay çocuk hay!”
Kız: “Gerçi çocuk isem de anacığım kendimi değil seni böyle cami köşelerinde dün geceki belalar içinde sürüm sürüm süründürmeyi arzulayacak çocuklardan değilim. Bir haftadan beri neler çektik neler gördük? Hatta canımızdan bezdik. Ben kocaya varacak değil, hatta can verecek olsam seni kurtarmak için olduğuna göre bence nimettir. Bu hâlde kalsak ikimiz de mahvolacak değil miyiz? Ben can feda etmiş olsam bile sen sağ kalacaksın ki birimizin kurtulması her hâlde kâr sayılır. Hâlbuki ben de mahvolmayacağım. Laz’ın dediği gibi dışarıya gelin giden yalnız ben mi olacağım? Bunca ümmet-i Muhammed’in kızı gelin gitmiş ve gidiyor. İşte herif sana küçük bir evceğiz alacak. Dayayıp döşeyecek. Elbise, yemek içmek filan hepsi yoluna girecek. Bu kadar nimeti ayakla tepersem işte o zaman çocukluk etmiş olurum.”
Biçare kızcağız şu sözleri o kadar inanarak söylüyordu ki neredeyse gelin gideceğine kendisi dahi inanmak mertebesini bulurdu. Bir de gelin değil de esir gideceği aklına gelince yüreği birdenbire cızlayarak acısı burnundan ve eseri gözlerinden geldi. Lakin validesi bu hakikatin farkında olmadığı için kızcağızını, yalnız o anki durum üzerine ağlıyor zannetti.
Ana: “Ne ağlıyorsun ya?”
Kız: “Hiç anacığım…”
Ana: “Laz’ın teklifine razı olmayacağım diye mi?”
Kız: “Farz et ki onun için.”
Ana: “Ona ben razı olsam bile sen razı olmamalısın.”
Kız: “Niçin?”
Ana: “Vay niçin olduğunu da mı unuttun? Ömer’i de mi hatırından çıkardın? Ömer ne oldu Ömer? O biçareyi ne yapacaksın?”
Bu Ömer ismi telaffuz olunduğu anda Şehlevend’in gözleri içinde bir şimşek çaktı. Göğsü gök gibi gürleyerek gözlerinden yağmur gibi yaşlar boşandı.
Ana: “Ha şöyle ağla kızım ağla! Bugün senin ağlayacağın gündür. Zira biçare Ömer sana hizmet etmek ve senin intikamını almak yolunda ölüme bedel küreğe kadar gitti.”
Aradan bir hayli zaman sessizlikle geçti. Şehlevend’in eli yemekten kesilmişti. Nihayet kız cesaretini toplayarak dedi ki: “Pekâlâ anacığım! Ölüme bedel küreğe gitti demek ‘Öldü.’ demekle aynı şey değil midir? Ömer öldükten sonra…”
Ana: “Eğer bana sorarsan sen de ölmelisin! Fakat Ömer hâlen ölmedi. Geminin güvertesi üzerine zincirle çakılmış, ebedî bir sefalet içinde bulunuyor. Ah ne bilirsin, belki Ömer hâlâ bir gün olur kurtulur ve Şehlevend Hanım Hazretleri’nin elini öpmeye muvaffak olurum ümidindedir? Hiç ümitsizler mahvolur mu kızım? İşte Ömer’in bu hâlini sen de düşünerek böyle cami köşelerinde ne kadar sürünsen de katlanmalısın. ‘Tahammülüm kalmadı!’ diyecek olursan kendini telef etmelisin. Sadakatin şanı budur.”
Kız: “Sözlerin doğru gibidir. Ölüm ise beni bundan sonra asla korkutamayacak bir uyku veyahut baygınlıktır. Bahusus dün gece sen mâni olmamış olsaydın…”
Ana: “Eğer bugün bu Laz’ın ortaya çıkacağını bilseydim hiç mâni olmazdım. Hem gerçekten mâni olmazdım. Çünkü insanın fikri, bir şeye birdenbire karar veremezse bile zaman geçtikçe yavaş yavaş kararı verebiliyor. Hatta ben bugün denizin dün geceki karanlığı kadar dehşetini de göze aldım. Anladın mı?”
Şehlevend validesinin bu son sözünü sanki asla dinlemiyormuş gibi derin bir dalgınlığa daha da daldı gitti. Validesi yemekten el çekip kalkmış olduğu hâlde kız hâlâ sofra başında oturur idiyse de bir düşünürün demiş olduğu gibi karnı güya acılar ile doymuş olduğundan yemek, hatırına bile gelmeyip yalnız kendi zihninin meşgaleleriyle uğraşıyordu. Validesinde de böyle bir sessizlik hâli görüleceği malumdur. Ta Kılıç Ali Paşa Camisi’nde gürül gürül yatsı namazı kılınıp bitinceye kadar ana ile kızın bu sessizliği devam etti. Nihayet kız şaşkınlık deryasından başını çıkarıp dedi ki: “Anacığım! Ne söyledinse doğrusun, haklısın. Lakin ben seni şu hâl içinde mümkün değil bırakamayacağım! Her ayıp, her alçaklık benim üzerime olsun. Sana şunu da söyleyeyim ki eğer sen Laz’ın teklifini kabul etmezsen…”
Ana: “Ee, kabul etmezsem?”
Kız: “İşte artık edepsizliğime ver, neye hamledersen hamlet, ben Laz’a kaçarım!”
Ana: “Vay! Demek oluyor ki bu meşakkatlere dayanamayarak kaçacaksın da ha? Beni bu hâlde, Ömer’i o hâlde bırakıp da mı? Yazık bana yazık Ömer’e! Sana da yazıklar olsun Şehlevend!.. Hayır hayır! Sen bu felaketli hâlimize tahammül edemediğin için kaçmayacaksın. Âdeta koca için kaçacaksın koca! Bu zaruret-i hâl içinde seni kimse almayacağı, sen de kocasız kalmaya razı olmadığın için hazır şu Laz ortaya çıkmışken elden kaçırmamak istiyorsun. Tuh sana! Şehvetperest kız!..”
Zavallı Şehlevend, bu bir harfini bile yiyen köpeklerin kuduracağı tekdirleri, yukarıdan aşağıya yediği hâlde dudağını bile kımıldatmamıştı. Validesi ise kızının sadece anaya itaat ve hürmet vazifesinden kaynaklanan bu sükûtunu, kabahatini tanımış olmasına vererek ve bunun üzerine hakkı kendisinde görerek daha o kadar sözler söyledi ki tarife ve tabire sığmaz. Şehlevend, bunlara da sükût etti.
Gerçi validesinin sözleri harfi harfine doğru ve haklı idi. Ancak kızı, Mısır’a mı Şam’a mı her nereye gelin gidecek ise oraya “gelin” gitmesi şartıyla haklı idi. Şehlevend ise gelin gitmiyordu. Esir gidiyordu esir! Gelinlik ile esirlik arasındaki fark, izaha muhtaç mıdır? Gelin kendi maiyetinde bir esir götürür ama esir kendi maiyetinde bir gelin götüremez.