
Полная версия
İntibah
Bir güzeli severdi fakat yılan bir çiçeği nasıl severse bu da öyle severdi; bir adamı nasıl sararsa bu da öyle sarmak isterdi! Mezar vücudu nasıl kucaklarsa bu da öyle kucaklamaya çalışırdı; nasıl kucakladığına dünya yüzü göstermezse bu da öyle ihtisas etmek arzusunda bulunurdu.
Ali Bey ise hüsn-i tabiatle muttasıf olan kadınlarca en şiddetli sevdalar tahrik edecek derecelerde yakışıklı bir delikanlı olduğundan Mehpeyker daha ilk işaretini aldığı gün kendini zapt edemeyecek mertebelerde meftunu olmuştu. Bir derece ki sairleri ile ülfet etmek istedikçe bir kanun-i zaruret bildiği, taharri-i mal ve tahkik-i meşrep mukaddematını icraya bile kalkışmaksızın ve hatta velev Ali Bey fakir ve bethuy (fena huylu) olsa dahi gene dirig-i visal etmemek kararından içtinap etmeksizin mülakata gelmişti.
Bu azm-ü şevk ile Ali Bey’e yaklaşınca birkaç kere çocuğu yukarıdan aşağı süzerek telaş ve ıstırabından söze başlamaya, iktidarsızlığını anladıktan sonra hevesat-i şehevaniyesinde zuhur eden galeyanı –bin türlü tecrübelerinden hasıl ettiği melekât-i riyakârane ile– gönlünde hapsederek masumane ve sadedilane (bönce) bir tarz ile şu yolda muhavereye başladı:
“Beyefendi! Bir terbiye görmüş zata benziyorsunuz. Cuma günü buraya teşrif buyurmuştunuz. Arabama bir layıksız işaret ettiniz. Ben de size kalabalıktan sakınınız yollu bir işaret verdim. O güne kadar hiç seyir yerlerinde göründüğünüz yok iken bugün gene geldiniz. Gene eski yerinize oturdunuz. Karşıdan arabam görünür görünmez, eskiden beri bildiğiniz bir dostunuz geliyormuş gibi, bin türlü telaş göstermeye başladınız. Bütün seyir halkı gözlerini bize dikti. Bendeniz de şayet bir münasebetsizlik çıkar korkusuyla arkadan gelmeniz için işaret verdim. Siz ise hemen arabanın yanına yapıştınız. Kendinizi kaybettiniz. Buraya kadar bir hâlde geldiniz ki tarif olunmaz. Niçin bana bu kadar musallat oluyorsunuz? Görenler ne söyler? Beyhude yere beni lekelemekten ne hasıl olur?”
Mehpeyker bu sözleri söylerken Ali Bey’in simasında hasıl olan şiddet-i hicap ve infiale göz ucuyla dikkat ederek ve çehresindeki asardan kalbinin sırf heyecan hâlinde ve her türlü teessüratı kabul istidadında bulunduğunu layıkıyle derkeyleyerek cevaba intizar yollu bir dakikacık sükût ettikten sonra gene kelama bed’ ile mahzun mahzun:
“Benim bir parça yüzüme bakılırsa Allah’a emanet, siz de ay parçası gibi bir delikanlısınız. Sizin bana şayet meyliniz var ise ben de size müptela olabilirim. Sonra hâlimiz neye varır?” deyince Ali Bey’in bütün bütün ihtiyarı elinden gider. Biçare çocuk, bulunduğu yere yığılmamak için yanındaki ağaca dayanır. Kalbinin heyecanından çehresine gelen ısfırar ile bal mumundan dökülmüş tasvir gibi donakalır.
Mehpeyker hafahane-i vicdana görmekte malik olduğu hiddet-i nazar ve muamelat-i naz-ü niyazda hasıl ettiği rüsuh kuvvetiyle Bey’in gönlündeki hissiyatı tamamiyle gözünün önünden geçirdikten sonra gâh söylediği lakırtılara pişmanlık izhar eder gâh muhabbetini hissettirdiğinden dolayı gönlünde husule gelen memnuniyyet-i hafiyyeyi setre çalışır gâh muamele-i âşikaresine karşı hüsn-i mukabele bekler yollu birtakım şivelere dökülerek her bakışından bir başka ima, her hareketinde bir işve-i diğer göstere göstere Bey’i bulunduğu beht-i hazin içinden kurtarmaya çalıştı. Bu suretle yavaş yavaş çocuğun çehresine toz pembe yaşmaklar kadar hafif bir reng-i al yayılmaya başladı. Vücudu biraz yerinden hareket eyledi. Sözleri kalbinden parça parça kopar da ağzından öyle dökülür imiş gibi kesik kesik: “Bilmem nasıl teşekkür etsem! Bendeniz neyim ki meylinize nail olabileceğim! Muradınız bir biçareyi taltif etmek yahut eğlenmek değil mi? Kulunuz… Kulunuz ona da razıyım!” deyince tercüman-i hissiyat olan her türlü evzaı taklitte en mahir oyunculara hocalık etmeye muktedir olan Mehpeyker, hüzn-i derununu şetaret-i ca’liyye ile örtmeye çalışır yolda hafif hafif fakat acı bir tebessüm ederek:
“Beyim kadınlar sahibini, hâkimini bilir. Biz bir vakit efendilerimizle eğlenmeye cesaret edemeyiz. İşimiz yalnız onlara eğlence olmaktır. Demin ‘Sizin bana şayet meyliniz varsa…’ dediğime baktınız da gerçekten sizi kendime meftun zannedecek kadar sadedilliğime mi hükmettiniz? Bilirim efendim, beyler buraya vakit geçirmeye gelirler. Her şeyle eğlendikleri gibi, biraz da önlerine tesadüf eden kadınlarla eğlenirler. Neden canım sıkılsın? Siz görülmedik bir şey çıkarmadınız ya… Âdeti yerine getiriyorsunuz.” yollu mukabele eyledi.
Kız bu sözleri söyledikçe Ali Bey’in vücudundaki kan hiddet ve hicap ile ateş kesilerek simasındaki reng-i al yeni tutuşmuş bir alev şekli bağladı. İnfialat-i nefsaniyyesinin şiddet-i galeyanı cihetiyle lisanına da bir küşayiş gelerek dedi ki:
“Nasıl meyil? Eğlence ne demek? Cemaliniz nerede kalır? İşaretinizi aldığım zamandan beri hayalinize esir oldum. Dün sabahtan akşama kadar divane gibi buraları dolaştım. İki gecedir bir dakika uyku uyumadım. Eğlence mi? Daha bir kere gördüm ama gözü perdeli doğmuş insan yirmi yaşına girdikten sonra o illetten kurtulur da dünyanın tezyinat-i rengârengini görürse güneşi nasıl sever, ben de sizi öyle severim. (Mehpeyker’in yüzüne haifane bakarak ve fakat bir şey hissedemeyerek) Ah! Affedin! Affedin! Canınızı mı sıktım? Haysiyetinize mi dokundum? Allah bilir ne söylediğimi ne de söyleyeceğimi bilirim. Şimdiye kadar böyle bir belaya düşmedim ki tecrübem olsun da makama münasip davranayım. Niçin kaşlarınızı öyle çatıyorsunuz? Benziniz uçtu. Ben sizinle ne vakit eğlendim ki öyle acı acı lakırtılar söylüyorsunuz? Ah! Yorgunluk bir taraftan, uykusuzluk bir taraftan, kalbin helecanı bir taraftan… Üzerimde bir ağırlık var, vücudumun âzası birbirinden ayrılıverecek sanıyorum. Buraya geldim. Sanki hafif bir iltifatınızla teselli bulacaktım. İptida ‘Arkama düşüyorsun.’ diye, sonra da ‘Eğleniyorsun diye azarladınız.’ yollu söylendi.
Lakırtısının son kelimeleri lisanından çıktığı sırada, gözlerinin her birinde yıldız gibi bir damla yaş parlamaya ve allı sarılı yanaklarının üzerinde şafak bulutuna tesadüf etmiş şihab gibi seyrine doyulmaz bir letafetle başladı.
Teessürat-i şedideye gene teessürat-i şedide ile galebe olunur. Mehpeyker ise bu dakikayı layıkıyle bilirdi. Kinayat en ciddi sözlerin bile şiddetini arttırır. Hanım ise bu hakikatten dahi gafil değildi. Binaenaleyh Ali Bey’in vicdani infialatının hararetiyle erimiş bir maden gibi her kalıba dökülmeye kabiliyet hâlinde görünce o parlak gözlerine bir mahzuniyet getirerek ve zihni arzu ve nedametin keşmekeş-i tereddüdünde mustarip imiş gibi nazarını daima yere doğru dikerek şiddet-i infial ve fıkdan-i sabırdan mürekkep bir tavr-i hazin ile: “Öyle ya biz buraya beyefendinin musallat olmasından kendimizi kurtarmak için geldik! Kendiyle görüşmek istemesek arabamızın penceresini kapayamazdık! Kendinden kaçmak istesek gidecek başka seyir yeri bulamazdık! Yanına gittim, karşımda dargın gibi durdu. Bir kelime söylemedi! İptida lakırtı açmaya ben mecbur oldum. Onda da ‘Arkamda niçin geziyorsunuz?’ gibi mukaddimeler yapmaya ne ihtiyaç var idi? Niçin ‘Şayet ben de size müptela olurum.’ demeliydim? ‘Beyim senin bana meylin var ise ben seni çıldırasıya seviyorum. Zevkin ne ise emret.’ diyerek birdenbire kalbimi önüne açıvermek üzerimize vacip değil miydi? Kendi ‘Benimle eğleniyorsun.’ dedi. ‘Hayır, siz bizimle eğlenirsiniz.’ diyecek oldum. Hiç beyefendilerle öyle latife mi olur? Kendini azarlamışım! Baksana kıyametler kopuyor.” gibi uzun uzadıya birtakım sitemlere başladı.
Ali Bey lakırtısının her cümlesi bittikçe gâh itizara gâh cevaba gâh niyaza hazırlanır idi. Fakat Mehpeyker gözlerini yerden ayırmadığından ne evzaıyle arz ettiği istizanları göstermeye muktedir olabilirdi ne de lakırtısını kesmeye cesaret ederdi.
Söz buralara varınca Mehpeyker bir-iki dakika gene gönlüyle dövünür gibi mustaribane bir sükût hâlinde kaldıktan sonra birdenbire Ali Bey’in yüzüne gayet âşikane bir nigâh ederek ve hemen kucaklamaya kasdetmişçesine üzerine doğru bir temayül göstererek: “İşte söyledim. Gönlünüz oldu mu? İşte yüreğimi açtım, içinde ne varsa önünüze döküyorum. Bana kadınlığı, terbiyeyi unutturdunuz. Elvermedi mi? Bir daha mı söyleyeyim? İşte seviyorum. Ne yapayım? Gönlüme hükmüm geçmez ya! Kaderimden, haysiyetimden, vücudumdan, canımdan, dünyamdan, ahiretimden ziyade seviyorum.” diye dilnevazane bir muamele-i takatsuza âgaz eyledi. “Seviyorum” kelimesi ağzından her çıktıkça dudakları ismet kadar güzel, şehvet kadar lezzetli bir renk bağlardı.
Bu muamele-i dilfiribe karşı Ali Bey âdeta gaşyolmuş idi. Bir-iki dakika lakırtı söylemeye değil vücudunun bir kılını bile kımıldatmaya muktedir olamadı. İnsan için beyin kalbine girmek kabil olmalıdır ki o sırada birinci defa olarak hasıl ettiği hissiyat-i latifenin ne lezzetli şeyler olduğunu anlayabilsin.
Bey biraz kendini toplayınca şükrandan, meserretten, bahtiyarlıktan, saadetten açtığı bahisler o kadar âşıkane, o kadar şairane idi ve hususiyle simasının şekli ve azasının evzaıyle o kadar kuvvet bulmuştu ki kâffe-i tesiratiyle beraber kâğıt üzerine nakletmek ne eshab-i kalem için mümkündür ne de ressamlara müyesser olur.
Mehpeyker ise Bey’i tarz-i şehevanisinde ve fakat gayet şiddetli bir derecede sevdiğinden muhabbetinin bu derece hüsn-i kabul olunduğunu görünce tabii gönlüne istila eden inbisatın tesiratiyle sima ve lisanında hasıl olan taravet ve pürgûluğa rüsuh-i işvekâranesiyle bir revnak-i diğer vererek ve kendi açıldıkça Bey’i dahi açarak aralarında iki saat kadar bir sohbet-i can güzeran etti ki mecalis-i ruhaniyana layık olacak kadar latif idi.
Birbirine sarılmışça irtibat ile neşvement olan iki kalb-i sevdapezir mevkiin letafetine, baharın füyuzatına, seyrin eğlencesine, tenhalığın lezzetine, muhabbetin tesirat ve halatına dair her ne hissettiler ise birbirine teşrihatiyle beraber tebliğ eylediler.
Ali Bey’in infialatı yeni başlamış bir sevda-yı ismetkâranenin hayalat-i hailesinden ibaret olarak tasavvuratının dehşetini şairane nükteperverlik, safdilane serbestlik perdeleri altında saklamaya çalışırdı.
Mehpeyker’in hissiyatı ise hüsn-i kabul görmüş bir meyl-i şehevaninin ezvak-i sürurundan mürekkep olmakla gönlünün şetaretini câli bir hiffet-i masumane ve gelip gidici bir hacalet-i kâzibe ile setrederdi.
Mehpeyker, iki lakırtıda bir kere ömrün lezzetinden bundan sonra hissedar olacağına dair müferrih birtakım sözler söylerdi.
Ali Bey, o güne kadar Mehpeykersiz geçen ömrü için hazin hazin birtakım teessüfler eylerdi.
İkisi de gönlünce bir zaman geçirmek için aşk ve hevesten mürekkep bir nice tasavvurat ve müzakerat ile meşgul oldukları sırada Ali Bey, mülhemane bir tarz ile gayet ciddi bir yolda söze başlar da der ki:
“Tev’em yaratılmış iki gönül niçin birbirinden ayrı yaşamaya mecbur olsun? Sizde adi bir adamı değil padişahları bahtiyar edecek kadar hüsn-ü cemal var. Bendeniz de sizi bahtiyar edemez isem muhabbet ve mutavaat kuvvetiyle mahzun bırakmamaya olsun çalışırım. En ufak eğlenceleriniz dünyada en büyük zevkim olur. Bir valideciğim var, pek haluktur; elbette benim iptilamı görünce size benden ziyade hürmet eder. Emrederseniz hemen bugünden…”
Mükâleme bu dereceye varınca Mehpeyker bütün bütün tarzını tebdil ederek çehresindeki teravet-i ferah yerine karaltıya mail bir hafif renk-i meyusiyet peydah oldu. Ağzındaki nazlı nazlı tebessümler, etrafındaki fıkırdak fıkırdak şiveler arasına bir mekânet, bir durgunluk karıştı. Gözlerini mahzun mahzun Ali Bey’e dikerek:
“Biz daha bugünden işin ta nihayetini düşünmeye başladık. Sakın o ümit ile kendinizi yormayınız. Benim önümde bir felaket uçurumu vardır ki onu geçip de hiçbir erkekle birleşmem mümkün değildir. Bir daha ağzınızdan öyle bir söz işitirsem beni kıyamete kadar göremezsiniz.” diyerek kat-i kelam eyledi.
Mehpeyker’in bu sözleri şayet izdivaç teşebbüsüne kalkışır ise tahkikat-i mutade sırasında sevabık-i ahvali tabiatiyle meydana çıkacağından ve o hâlde Bey’e malik olmak değil ondan bütün bütün inkıta etmek lazım geleceğinden dolayı şeytanatkârane bir haltiyat olduğunu Ali Bey anlayabilmek şöyle dursun birdenbire uğradığı alam-i yeis ile zihnine gelen perişanlık cihetiyle hilaf-i memul göründüğü rû-yi redde bir sebep dahi tasavvur edemediği için maşukasını iğzap edebilmek korkusuna bile malik olmaksızın biihtiyarane ve fakat mütereddidane suale kalkışarak: “Demin gördüğüm lutuflar ne idi? Şimdi en haklı teklifime gösterdiğiniz mümanaat nedir? Sizi dünyada benden ayıracak nasıl felaket uçurumu imiş?” diyecek oldu. Mehpeyker derhâl mekânetini müstehziyane bir bezlegûluğa tahvil ile: “Zaptiyede istintak memuru olduğunuzu bileydim elbette sizden korkardım; ülfetinize bir türlü cesaret edemezdim.” yollu hafif gülerek eğlenmeye başladı.
Ali Bey ise zihni bin türlü tasavvurat-i mütezaddenin keşakeş-i ıstırabında bulunmak cihetiyle o kadar zekâsiyle beraber nükteyi layıkiyle fehmedemediğinden hayran hayran: “Bendeniz zaptiyede müstantik değilim, Babıâli’de kâtibim.” demek istedi.
Mehpeyker o hezelamiz tebessümlerini bir kat daha tezyit ederek: “Babıâli’de herkesin esrarını aramak âdet midir? Leyla’nın şakirtlerinden kibar nazlısı bir hanım ile görüştüm (Biçare kadıncağız ne mürüvvetli idi. Benim gibi kalın kafalı bir deli kıza uğraşa uğraşa dersler de okuturdu.), ondan işittim: Babıâli hulefası arasında duyduğu sırrı saklamak, bir de kimsenin sırrını sormamak âdaptan sayılır imiş. Acaba malumatım yanlış mıdır?” sözleri ile meramını izah eyledi.
Bey, Mehpeyker’in lakırtılarındaki imaları anlayınca bir taraftan kendi yaşında bir kadından ders-i edep hakaretine düştüğü için tarif olunmaz derecede bir mahcubiyet altında kaldığı gibi diğer bir taraftan dahi mahbubesinde o kadar zekâ, o kadar irfan gördüğünden dolayı şevk-i sevdavisinin dakika be dakika tezayüdüne mağlup olarak bütün bütün veleh getirdiğinden mübahase değil itizara dahi muktedir olmaksızın: “İrade sizin! Nasıl emrederseniz öyle olsun!” demekten ve o dört-beş kelimeyi ağzından döke döke tekrar etmekten başka bir şey söyleyemedi.
Mehpeyker ise çocuğu öyle bir meyusiyet hâlinde bırakmak dahi istemediği cihetle gene hiffet-i masumanesini ele alarak ve lisanını bütün bütün değiştirerek: “Niçin öyle mahzun durdunuz? Ben neyim ki irade benim olacak? Bir kadın, hususiyle aşka mağlup olan bir kadın bir erkeği nasıl kendine ram edebilir? Yalnız deminki teklifinizi tekrar etmeyiniz. Başka ne isterseniz emrinize tabiyim.” dedi ve gayet şehevanî ve sevdavî bir nazarla beyin yüzüne bakarak sözlerine bir de: “Her ne isterseniz…” ilave etti ki –son sözünü her kelimesi kâffe-i havasının tazyiki altından çıkar gibi– gayet ağır bir tarzda söylemekle müsamahakârlığı ne raddelere kadar götüreceğini Bey’e ifham etmek istedi. Fakat Bey’in o yollarda hiç tecrübesi olmadığı gibi kendilerini iğfal-i kulube müekkil bilmiş nice yüz bin insan kıyafetinde şeytanın hulasa-i tasniatı olan nikât-i sefahet fetanetle idrak olunur şeylerden olmadığından çocuk, Mehpeyker’in son lakırtılarını yalnız hatırşinaslıktan tevellüt etme bir taltif-i nazikâneye hamleyledi ve binaenaleyh cevabında: “Sizden niyazım seyir günleri olsun burayı teşrifinizdir. Bendenizi mülakatınızdan mahrum buyurmayınız da o kadar ihsana da kailim.” diyerek saffet-i kalp ve masumiyet-i ahlakını Mehpeyker’in nazarında bütün bütün bedahete çıkardı.
Kız bu muamele-i sadedilane üzerine gene letaif-i müstehziyanesini ele alarak: “Çok şey istediniz fakat ne çare tabi olmaktan başka elimden ne gelir? Teşekkür olunur seyre gelmek herkese âdet olmuş, ülfetimize kimse birşey de söyleyemez. İnşallah uzun uzadıya kardeş gibi görüşürüz, eğleniriz.” diyerek ve saate baktıktan sonra vakit geçtiğinden bahseyleyerek gayet âşıkane bir veda ile arabasına avdet eyledi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Hakayikü’l-vekayi, ilk sayısı 3 Eylül 1870 Cumartesi günü (7 cemaziyelahir 1287) çıkarılmaya başlanılmış bir gazete.
2
Ceride-i Havadis, ilk sayısı 1840 Ağustos başında çıkarılmaya başlanılan haftalık gazete olup sonraları gündelik olarak çıkarılmıştır.
3
Muharrem ayini. Müslümanlarca acıklı Kerbela vakasının anısı olarak hicret yılının ilk ayı olan muharremde yapılan merasim. Şiiler bu merasimi daha etraflı ve özel birtakım ilavelerle yaparlar.
4
Valide Hanı, İstanbul’un Çakmakçılar semtinde eski, meşhur bir han. Buranın çokluk kiracılarını İran tebaalılar teşkil ederdi; onun için muharrem ayinleri burada bütün özelliği ile yapılırdı.
5
Şehname (Şahların kitabı), Fars şairlerinden Tuslu Firdevsi’nin 1010 yılında tamamladığı büyük destan.
6
Hamse (beş kitap), genel olarak beş eserden meydana getirilen eserler için kullanılır. Namık Kemal burada şair Genceli Nizami’nin eserini söylemek istiyor. Mahzenül’esrar (1165), Husrev ve Şirin (1175), Leyla ve Mecnun (1188), İskendername (1191), Heftpeyker (1198) eserlerinden ibarettir.
7
Mesnevi, eski edebiyatta bir nazım şeklinin adı olmakla beraber, Namık Kemal burada Mevlâna tarafından yazılan eseri söylemek istiyor.
8
Nasîr-i Tusî, 1201 1274 yılları arasında yaşamış Fars bilgin ve hükûmet adamlarındandır.
9
Sadi, Şirazlı Fars şairlerinden olup 1193’te doğmuş, 1292’de ölmüştür. Gülistan ile Bostan ünlü eserleridir.
10
Feyzi-i Hindi, Hindistan’da yetişmiş, Fars şairlerinden.
11
Cami, (1414 1492). Daha ziyade “Molla Cami” diye anılır. Ünlü şair ve fikir adamıdır. Leyla ve Mecnun, Yusuf ile Züleyha, Baharistan, Nefahatül’üns eserleri eski edebiyatımızda büyük roller oynamıştır.
12
Asr-i Cahiliyyet, Arabistan’da İslamlığın çıkıp yayılmasından evvelki zaman.
13
Mu’tasım-i Abbasî, 833 yılından 844 yılına kadar hüküm sürmüş olan Abbasî halifesi.
14
Mütenebbi, (915-953) Arap şairlerinden.
15
Ebül’ula (979-1058) Maarralı Arap şairi.
16
Faik Reşat şöyle bir not ilave etmiştir: Kemal Bey ekser-i asarını istiktap tarikıyle, yani söyleyip yazdırmak suretiyle vücuda getirir, yazılanları da tashih için bir daha okumazdı. Mukaddimeyi de o suretle yazdırıp hâlbuki yazan adam Ara-biye, Farisiye aşina olmadıktan başka yazısı da okunmaktan müberra ilmakla merhumun burada Arap ve Acem meşahîr-i şuarasından bazılarının misal olarak irat eylediği ebyatından fakat bu iki beyit okunabilmiş ve diğerleri maatteessüf terk edilmiştir.
17
Ahlak-i Alaî, Kınalızade Ali Çelebi’nin (1510-1572) Suriye Beylerbeyi olan Ali Paşa adına 1564 yılında yazmış olduğu bir ahlak kitabı.
18
Makamat-i Harirî, Arap şairlerinden Hariri (446-518)’nin 495-504 yılları arasında yazmış olduğu ve Haris bin Hammam ağzından Ebu Zeyid Seruci’nin başına gelenleri anlatan elli hikâyenin dergisi.
19
Télémaque, Fransız yazarlarından Fénelon’un 1599’da yazıp Türkçeye Yusuf Kâmil Paşa tarafından çevrilmiş ve dilimizde Garp dillerinden ilk tercüme roman ününü almış olan eseri.
20
Gel ey bahar mevsimi, sen benim dinlenme ve dalmamın mayasının;Fikir ve hatırımın yoldaşı, ıstırapla dolu gönlümün istemisin.21
Namık Kemal Arap harfleriyle “halı”nın aynı şekilde yazılan “hal”in i’li hâliyle karşıklığa meydan vermemesi için aynı manada olan Farsça “kaliçe” kelimesini parantez içinde ilave etmiştir.
22
Namık Kemal, Türkçede “hamile” olarak “gebe” manasına kullanılan kelimeyi, yanlış sayan belagatçilerin hücumuna uğramamak için, doğrusu olan “hamil” kelimesini parantez arasında ilave etmiştir.
23
Ey rüya âleminin aklı başında yolcusu,Sen ilkbaharı hiç köşk şekline girmiş bir halde gördün mü?24
Namık Kemal “cadı” kelimesini Türkçe söylenişe göre yazmış ve bunun Farsça yazılış şekli olan “cadu”yu da parantez arasında ilave etmiştir.
25
Gençlik gününün sabahı açıldı,Kargaşalık günleri erişti, belalar mübarekî.26
Delikanlılık çağında sevgiden niçin utanmalı?O acayip hâl gençlik günlerinin gerekli bir şeyidir.27
Alaturkadır, şimdiki saate göre ondur.
28
Saat on beşe doğru.
29
Namık Kemal, yazılarında pek az kullandığı konuşma dili tabirlerinden olan bu kelimeyi tırnak içine alarak Arap veya Fars kelimelerinin asıllarını işaret etmekle gösterdiği dikkati bunda da gösterip akla gelebilecek olan karşılıklara evvelden bir cevap vermek istemiş sayılabilir. “Civcivli zaman” bilindiği gibi bir yerin en kalabalık bulunduğu zamandır.
30
Şirket, Boğaziçi’nde vapur işleten Şirket-i Hayriye.
31
Dilenci vapuru, Boğaziçi’nin Rumeli ve Anadolu kıyısı iskelelerine karşılıklı uğrayıp giden vapur seferine halkça takılmış ad.
32
Gözlerim ayrılık yüzünden akan çifte nehir oldu.Ben epey zamandır o fidan boyluyu gözleyip dururum.33
Gece ile sabahın geçimsizliği arasında bir savaş vardır,Acayip askeriyle bize hücum eder.34
Ey rahat ve huzuru yakıcı sevgili, aslından yanmış olan gönlümü yaktın.Şu kendinden usanmış gönlümü yine yeni heves ve arzu diler hâle koydun.35
Gönül, sevgiliye göğüste açtığı yarayı küstahça gösterdi.Utanmanın verdiği sıcaklık bana ateşten bir gömlek oldu.36
Şu senin ağzından “Seni sevdim.” sözünü işittiğim demlerSevinçten nasıl oldu da çıldırmadığıma hâlâ şaşıyorum.37
Güzelliği seyretmek yetmez mi ki bir de el uzatıyorsun?Ey mihnete uğramış âşık; buldukça bunuyorsun.