bannerbanner
Yaban Gülü
Yaban Gülü

Полная версия

Yaban Gülü

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 3

Kalfa pek buhranlı idi. Leyla bu sözleri dinlemek istemediğini anlatan bir tavırla:

“Nemize lazım, nineciğim.” dedi. “Onun ne mazisine ne de şimdiki hâline dair söz söylemeye hakkımız var. Yalnız o bizimle uğraşmaktan vazgeçse emin ol ki kendisini seveceğim ve memnun etmeye çalışacağım. Fakat niçin bilmem, kendisi bizden hoşlanmadı. Ben ne yaptım, hem ne yapabilirim değil mi? Benim gibi zavallı öksüz bir kız…”

Günler, aylar geçtikçe Pakize Hanım’ın kahır ve cefası, hiddet ve nefreti daha ziyade artıyordu. Leyla’yı o kadar kıskanıyor, ona o derece haset ediyordu ki o sırma gibi parlak saçlarını yolmak, o eşsiz gözlerini çıkartmak, âleme karşı onu çirkin ve menfur göstermek arzusu ile yanıyordu. Ah bu kadar güzel, bu kadar müstesna olmasaydı… Bununla beraber mükemmel bir tahsil, mükemmel bir musiki ve esaslı bir terbiye… Evet, Leyla’nın sahip olduğu meziyetlerin hiçbiri kendisinde yoktu. Bunu anladığı için daha ziyade üzülüyor, daha ziyade harap oluyordu. Bir evlatlık, adi bir köylü olduğu hâlde kendisinden kat kat üstündü. Bu çekememezlik her dakika onu öldürüyordu.

Rahmi Bey Leyla’nın çektiği üzüntüyü, uğradığı hakareti görüyor, fırsat buldukça onun kırık gönlünü almaya uğraşıyor. Gizli gizli:

“Leyla kızım.” diyor. “Bu hırçın kadının hareketlerini hatırım için hoş gör. Bir gün onların hepsinden vazgeçecek. Sabret, kusuruna bakma…”

Leyla bu sözleri dinlerken Rahmi Bey’in gözlerinde aşkının şiddetine tercüman olacak kadar kuvvetli parıltılar görüyor ve bu kuvvetin şiddeti altında her türlü meşakkate dayanmaya razı olacağını anlıyordu.

Bir gün kalfa:

“Biliyor musun Leyla?” demişti. “O seni kıskandığı için böyle yapıyor. Çünkü sen çok güzelsin, sonra ruhen ve his bakımından ondan yükseksin. O senin yanında hiç değeri kalmadığını gördüğü için böyle kuduruyor, patlıyor. Sonra sana hücum ediyor. Hiç müteessir olma, hiç üzülme yavrum. Tahammül ile selamete çıkacağına emin ol.”

Mahinur Kalfa’nın bu düşüncesi tamamıyla hakikate uygun olduğu hâlde hayatı boyunca haset denilen fenalığı hissetmemiş olan Leyla, temiz bir vicdan ile bu sözlerin varlığına ihtimal vermeyerek dinliyordu.

***

Bir gün İstanbul’dan fena bir haber aldılar. Feridun Bey, bunu amcasına yazıyordu. Babası ansızın kalp sektesinden ölmüştü. Rahmi Bey senelerden beri hasret olduğu biraderinin ölümüne son derece müteessir oldu. Günlerce gözyaşı döktü. Leyla da çok müteessir olmuştu. Bu hiç görmediği amcanın matemini kalbinde sakladı. Feridun’un ne elemli günler geçirdiğini düşündü. Bu düşünce anlamadığı bir sebepten dolayı ruhunu üzdü.

Aradan iki sene daha geçti. Leyla on yedi yaşını bitiriyordu. Kahırlar ve zulümler içinde geçen bu uzun zaman, hayatının en azaplı safhalarıydı.

Bir akşam Rahmi Bey büyük bir sevinçle geldi. “Padişah emri ile İstanbul’a gidiyoruz.” dedi. Bu müjde, konak içinde pek büyük bir sevinçle karşılandı. Her tarafta bir hazırlık, herkeste bir telaş vardı. Pakize Hanım kaç senedir görmediği biraderine kavuşacağı için memnun, Leyla İstanbul’u hiç görmediği için garip bir merak içinde idi. Zira Rahmi Bey, Sultan Abdülhamid’in izni olmayınca İstanbul’a gidemeyenler arasında bulunan ekâbirden idi. Feridun Bey’e hareket edecekleri günü bildiren bir telgraf çekildi ve o hafta hareket eden posta vapuru ile hareket olundu.

Rahmi Bey’in merhum biraderi Emin Bey’in konağında aile reisi olarak Feridun’un annesi Süreyya hanımefendiden başka kimse yoktu. Bu hanenin idaresi ve geçimi pek muntazam olup Emin Bey hayatta iken bile bir şeye karışmazdı. Evin bütün idaresi hanımefendinin nezareti altındaydı. Zaten serveti tamamıyla kendine ait olup bunu da pek yolunda idareye muvaffak olmuş ve hayattaki bütün mesai ve muhabbetini yegâne oğlu Feridun Bey’e hasrederek çocuğun tahsili ve terbiyesine ait vazifelerini ancak ifa eylemişti.

Feridun, yirmi altı yaşında bir genç olduğu hâlde babasından ziyade annesinin nüfuzu altında yaşardı. Bu idareli kadın, oğlunu akranları arasında en ciddi ve metîn bir tahsil ile yetiştirmişti.

Feridun arkadaşları arasında ahlakının iyiliği, terbiyesi, zekâsı ve iktidarı ile tanınmıştı. Şimdiye kadar hiçbir kadının arkasından koşmak için yorulduğunu hatırlamayan bu genç adam bu adi heveslerden, geçici sevgilerden nefret eder; aşkı bir oyun, bir eğlence olarak kabul edenlere teessüfle bakardı.

Kendisi aşkı, ancak pek yüksek kalplerde yaşayan ve pek kıymettar bir his olarak tanırdı. Onu hiç incitmeden, hiç kirletmeden, hiç hırpalamadan muhafaza etmek isterdi. Henüz daha kimseyi sevmiyor, daha doğrusu sevemiyordu. Bu kadar yüksek gördüğü aşka layık bir kalp arıyor; ölmeyen, eskimeyen, çürümeyen bir bitkiyle bunu orada yaşatmak emelini besliyordu.

Hanımefendi, oğlunun şimdilik sevmek hissinden uzak yaşadığına ve muhabbete bu derece hürmetkâr olduğuna son derece memnun olmakla beraber bu yüksek düşünce ile hiçbir vakit istediği aşkına ulaşamayacağına emin olduğu Feridun’a her suretle kendi beğendiği gibi bir kız alacağını düşünerek seviniyordu.

Bu kadının en büyük kusur ve en çirkin ahlakı, kibirli olmasıydı. Hemen hemen kendinden aşağı olanlarla lakırtıya tenezzül etmeyecek kadar gururu vardı. Asaletini, mevkisini pek yüksek görür ve bundan mahrum olanları hor görürdü. Sözleri pek ağır ve pek vakurdu. Hiçbir kadını, hiçbir kızı oğluna layık göremezdi. Tahakkümü pek sever ve dünyada kendisinden başka kimsenin aklıyla, sözüyle hareket etmez, kimsenin fikrini beğenmezdi. Bununla beraber Feridun, annesini son derece hürmet ve muhabbetle sever ve onun hükmeden ve mağrur bakışları karşısında daima hürmetle söz söylerdi.

Bir akşam Feridun elinde bir telgraf ile geldi.

“Anne.” dedi. “Müjde, amcam geliyor!” Hanımefendi buna cidden memnun olmuştu. Zira kayınbiraderini hürmetkâr bir muhabbetle sevdiği ve senelerden beri görmediği için bu haber onun gözlerinden yaşlar getirerek: “Ah…” diyordu. “Merhum baban da sağ olaydı da bu sevinçli günü göreydi!”

Artık her an, bu muhterem yolcuların gelecekleri gün beklenmeye başlandı. Hanımefendi kayınpederinin bir zevcesi ile bir de evlatlığı olduğunu biliyordu. Aynı zamanda bunların seviyelerinin derecelerini düşünüyor, bu kadının elti denmeye layık olacak meziyetlere sahip olup olmadığını merak ediyor, sonra her ne olursa olsun kayınbiraderinin hatırı için bunlara hürmet etmeye mecbur olduğunu hatırlayarak her şeyi hoş görmeye razı oluyordu.

Bugün Emin Bey’in konağı önünde üç araba durmuştu. Nihayet on günden beri beklenen yolcular gelmişlerdi. Hanımefendi derhâl aşağıya koşmuş, hürmetle misafirlerini karşılamıştı. Salona çıkıldığı zaman tanışma merasimi yapılmış, hanımefendiyle Rahmi Bey ve Feridun, merhum Emin Bey’in hatırası ile bir hayli ağlamışlardı. Rahmi Bey, Feridun’la iftihar ederek ve gururla bakarak:

“Aman ya Rabbi.” diyordu. “Ne kadar değişmiş, ne kadar güzelleşmiş!” Sonra eliyle omuzlarını okşayarak:

“Aslan, Allah’a emanet aslan… Vapurda yolcuları karşılamaya gelenler arasında ben hâlâ bundan pek çok sene evvel bıraktığım küçük Feridun’u arıyordum. Birdenbire karşımda amca diye hitap eden bu koca adamı görünce öyle bir şaşırdım ki âdeta utandım…”

Bu söze hep birden gülüştüler. Rahmi Bey Feridun’a dönerek:

“Söyle bakayım; sen beni nasıl tanıdın, sevgili çocuk?”

Feridun amcasının bu sualine gülerek:

“Resminizden.” dedi. Sonra ilave etti: “Ruhun yakınlığı da yardım etti amcacığım.”

Hanımefendi eltisini pek beğendi. Zira onun da karşısındakine yüksekten bakan mağrur ve hükmedici bakışları vardı. Yalnız Leyla kendisini beş-on dakika meşgul etmişti. Kayınbiraderinin senelerden beri büyütüp terbiye ettiği bu kızın cidden müstesna bir mahluk olduğunu teslim etmekle beraber onun bir evlatlık olması, adi ruhlu bir köylünün kızı bulunması derhâl bu istisnalığı silmiş, mahvetmiş olduğundan artık onunla meşgul olmaya hiç lüzum görmemişti.

Feridun, pek şen ve pek memnun bir hâlde amcası ve genç yengesi ile meşgul gibi görünüyorsa da tuhaf bir cazibenin tesiri altında bulunuyordu. Niçin olduğunu bilmeden ruhu garip bir haz içinde uyuşuyor, gözleri önleyemediği bir kuvvetin sevkiyle bir noktaya saplanıp kalıyordu.

Leyla salonun uzakça bir tarafına çekilmiş idi. Güzel yüzünde yolculuğun yorgunluğu, tavırlarında belirsiz bir yabancılık vardı.

Feridun ise bu beklenilmeyen cazibeye karşı hüviyetinin sarsıldığını, kalbinin şimdiye kadar hissetmediği bir heyecanla çarptığını duyuyordu. Bir-iki defa ona bakmak istediği hâlde kalbinin sık sık atışı metanetini eziyordu. Bu ne idi? Nasıl bir kuvvetti?.. Şimdiye kadar hiç düşünmediği, hemen mevcudiyetinden bile haberdar olmadığı, hatta hiç ehemmiyet verip beklemediği bu kızın karşısında duyduğu bu zaaf, bu alaka neden ileri geliyordu?.. Henüz ona bir kelime bile söylemeye cesaret edememişti. Feridun son bir gayretle gözlerini bir defa daha ona doğru çevirdi. Bu, uzun ve derin bir bakış oldu. O zaman kendi kendine şimdiye kadar hiçbir vakit bu kadar sihirli gözlere, bu derece masum ve güzel çehreye tesadüf etmemiş olduğunu itiraf etti. Ondan korkmak lazım geleceğini düşündü.

Müslüman kadınlarında misafirlere gösterilen hürmet öyle Avrupa kadınları gibi birtakım formalite altında bulunmadığından Pakize Hanım ile Leyla biraz yorgun göründükleri için kendi evlerindeymiş gibi bir müddet odalarına çekildiler.

Leyla’nın yalnızlığa, sükûnete olan ihtiyacı bunu kendisine bir saadet olarak hissettirmişti.

Odaya girer girmez hemen bir kanepe üzerine oturdu. Başını elleri arasına aldı. İki saatten beri ruhunu ezen tesirli bakışları düşünüyordu. Fakat onlar niçin ve ne maksatla kendisine o kadar derin, ta içine işlemek isteyen kuvvetle bakmışlardı? Bazı hayret, bazı takdir, bazı mağlup ifadeler ile ruhuna nasıl anlaşılmayan sırlar vermeye çalışmışlardı? Geniş ve karanlık bir çölden ibaret gördüğü hayatına ne ışıklı ümitler serpmek istemişlerdi?

Ümit… Lakin bu ne tatlı, bu ne kadar okşayıcı bir kelime idi! Bütün hüviyetini ılık ve kendinden geçiren bir şiir ile okşuyordu! İnsanları aldatan, hayatın yoluna boyun eğdiren ümit ona şimdi en candan tebessümler ile gülüyordu.

Akşam yemeğinden sonra bahçe üstündeki salonda toplandılar. İki saatlik istirahat, yolcuların yorgunluğunu biraz almıştı. Hanımefendi pek iltifatkâr bir tavırla, misafirleri ile meşgul görünüyor, kalbi zevcinin hatırasıyla dolu olduğu hâlde mütemadiyen kayınbiraderini ağırlamaya çalışıyordu.

Leyla, zarif ve sade tuvaleti ile piyanonun yanına çekilmiş, Feridun ise onun biraz yakınında oturmuştu. Genç kız gözlerini salonun boş bir köşesine çevirmiş olduğu hâlde biraz dalgın görünüyordu. Feridun artık ne amcası ne de yengesiyle meşguldü. Leyla’nın en ufak bir hareketi bile ruhuna sevda serpiyordu. Yavaş yavaş onunla beraber konuşmaya başladı.

“Bu gece kadar mesut olduğumu hiç hatırlamıyorum.” dedi. “Meğer hayatın böyle sevimli anları da oluyormuş.”

Leyla’nın yüzü tatlı kızıllık içinde kaldı. Uzun kirpiklerini önüne doğru çevirdi. Sesinde ruhundan akseden bir titreyiş vardı:

“Evet.” dedi. “Uzun bir ayrılıktan sonraki kavuşmanın verdiği saadet elbet pek şerefli olur, efendim.”

Bakışlarını Rahmi Bey’e doğru kaldırarak:

“Zannedersem kendileri de aynı hisle mütehassistirler.” diye ilave etti.

Feridun, Leyla’nın bu gafletine tatlı ve manidar bir tebessümle karşılık vermişti. Bu aralık Rahmi Bey salonun bir tarafına çekilmiş olan bu iki vücuda doğru bakarak:

“Leyla.” dedi. “Bize biraz piyano çalmaz mısın?”

Hanımefendi onlara doğru dönmüştü. Feridun yalvaran bir tavırla ayağa kalktı:

“Yorgun olduğunuz hâlde lütfunuzu temenniye müsaade buyurursunuz zannederim.”

Leyla yavaşça:

“Estağfurullah!” diye cevap vererek endamının bütün incelikleriyle piyanoya doğru yürüdü. Taburenin üzerine oturduktan sonra Feridun’a hitaben:

“Kusurumu itiraf edeyim.” dedi. “Alafrangada maharetim biraz noksandır. Herhâlde af buyurulacağıma eminim…”

Leyla’nın beyaz ve ince parmakları fil dişi klavyeler üzerinde dolaşmaya başladı.

Kendi kendine söylenir gibi:

“Ne çalayım acaba?” diyordu.

Feridun notaları karıştırırken:

“Faust.” dedi. Sonra ilave etti:

“Toska bilmem, hangisi arzu buyurulur?”

“Zannedersem Toska ruha daha yüksek hisler verir.”

“O hâlde lütfediniz…”

Leyla, hassas kalbinin bütün rikkati ile çalmaya başladı. Feridun heyecandan sarhoş gibiydi. Hanımefendi bu dakikada pek ciddi görünüyordu. Başını çevirmiş, sakin ve dalgın bir nazarla bakıyordu. Rahmi Bey’de iftihar eden bir baba tavrı vardı. Pakize Hanım ise lakayıt ve asabi görünüyordu. Leyla’nın her yerde kendisine üstün geldiğinden dolayı garip bir ruh hâli içinde acı duyuyordu. Rahmi Bey tatlı ve manidar bir tebessüm ve yavaş bir sesle hanımefendiye:

“Leyla’yı nasıl buldunuz?” diye sordu. Süreyya Hanım döndü, dudaklarında pek gizli bir istihza görünüyordu.

“Çok güzel. İnkâr edilemez.”

Rahmi Bey tekrar etti:

“Yalnız o kadar mı?”

Hanımefendi bu sefer aşikâr denecek bir istihza ile güldü:

“Daha ne bekliyordunuz, efendim?” dedi.

Pakize Hanım söze atıldı:

“Beyefendi kendisi gibi herkesin de onu pek yüksek görmesini arzu eder de…”

Feridun’un annesi, Pakize Hanım’ın sözünü keserek:

“Mamafih fedakârlığınız görülüyor, iyi bir terbiye vermeye çalışmışsınız. Fakat…” dedi. Sonra sözünün alt tarafını unutmuş gibi sustu. Bu bahsi derinleştirmek istemiyordu. Kayınbiraderinin hatırı için bu kadar beğenmek kâfi idi. Yoksa onun için Leyla bir besleme, bir ahiretlikten başka bir şey değildi ve olamazdı. Oğlunun bile bu gece mütemadiyen onunla meşgul oluşu gurur ve asaletine dokunmuş, gayriihtiyari kaşları çatılmıştı.

Bugünlerde pek büyük tasavvurları, sonsuz emelleri vardı. Artık Feridun’u evlendirmeyi kararlaştırmıştı. Ölmeden bunu görmek ve minimini torunlarını sevmek istiyordu. İstediği kızı da bulmuştu. Asil ve pek zengin bir ailenin bir tek kızı idi. Bunu kendi asaletine ve mevkisinin şerefine pek yaraştırıyor, ona gelinim demekle iftihar edebileceğini düşünüyordu.

Feridun annesinin bu fikrinden haberi olmadığı için tamamen Leyla ile meşgul görünüyor, dünyayı unutmuş gibi coşkun bir hâlde bulunuyordu. Genç kız piyanonun önünden kalktığı zaman hanımefendi nezaketen bir teşekkür etmek lütfunu esirgememişti.

Zavallı Leyla bu yarı iltifattan dolayı utanırken, karşıdan olanca hırs ve nefreti ile üzerine yıldırımlar saçan Pakize Hanım’ın o müthiş bakışlarını görememişti.

İki saat sonra herkes odasına çekilmiş, konağın içerisi derin bir sessizlik içindeydi. Leyla, yorgun olduğu hâlde bu gece hiç uyumak istemiyordu. Pencerenin önüne oturmuş, başını eline dayamış; gözleri karanlığın ve sessizliğin derinliklerine dalıp gitmişti. Birtakım karışık hislerin tesiri altında ne düşündüğünü bilemiyordu. Yalnız karanlığın kuytularına gizlenen bir şimşek, iki müthiş göz kendisine bakıyormuş gibi geliyordu. Bu gözlerde bütün hayatını tehdit eden, bütün emellerini söndürmek isteyen bir canavar vahşeti vardı. Bunların ezici bakışları altında titreyen genç kız, birdenbire fırlayarak bu korkunç düşüncelerden kurtulmak için eliyle gözlerini ovuşturdu. Orayı burayı dolaştıktan sonra nihayet aynanın karşısında durdu. Odanın içini ufak bir kandilin sönük, titrek ışığı aydınlatıyordu. Bu yarı aydınlık içinde hayal gibi görünen vücuduna, endamına baktı. Bu hâlde pek güzel olduğunu gördüğü için dudaklarında hafif bir tebessüm belirmişti. Şimdi hayalinde munis, sevimli bir yüz vardı. Şefkat ve merhametten ziyade aşk ifade eden bir bakış kendisine: “Korkma, korkma!” demek istiyordu.

Bütün ruhu ılık bir hava içinde ısındı. Aşkın beyaz kanatları omuzlarını okşuyordu.

Genç kız yatağına doğru yürüdü. Ta topuklarına kadar inen altın saçları bütün vücudunu sarmıştı. Şimdi her taraf derin ve esrarlı bir sükût içinde uyuyordu.

Bu gece, Feridun da uyuyamamıştı. Şimdiye kadar gecelerin bu kadar hülyalı, bu kadar ruhu okşayan esrar ile dolu olduğunu hiç bilmiyor, gecelerin bu derece munis, bu kadar ketum bir sırdaş olacağını hiç tahayyül etmiyordu.

Oh!.. Şimdi bu sükûnet, bu yalnızlık kendisine ne kadar hoş gelmişti. Pek lezzetsiz bulduğu hayatında birdenbire husule gelen bu değişiklik onu şimdiye kadar hiç görmediği aşk ve saadet güneşinin doğduğu sıcak bir iklime doğru götürüyor, buranın sıcak ve kendinden geçiren havası ile hayatının bütün kudretlerinin genişlediğini görüyordu.

Süreyya Hanım’ın konağındaki misafirlikleri esnasında Rahmi Bey, (…)’deki yalısının tamir ve döşenmesi ile meşgul oldu. Beyrut’tan döneli bir ay olmuştu. Feridun ile Leyla bir aydan beri hemen her gün beraber bulunuyorlar, bu kıymetli ve mukaddes aşklarını henüz kalplerinde saklıyorlardı. Bazen piyano çalarlar, bazen kitap okurlar, bazen de bahçede gezerler. Mesut kuşlar gibi aşklarının kanatları ile uçmak isterlerdi. Feridun, sevdiğine sahip olamamak azabından azade olarak yaşıyordu. Leyla’nın da kendisini çılgın bir aşkla sevdiğine, annesinin ise mesut olmaları için her türlü kolaylığı göstereceğinden emindi. Lakin aceleci olmaktan korkuyor, aşkının bu sakin şiirselliğini bozmaya cesaret edemiyor; bu temiz aşkı gönlünün en saklı köşesinde gizliyor ve gizlemekle pek yüksek ve sonsuz bir zevk duyuyordu.

Hanımefendi, Feridun’un Leyla ile bu kadar meşgul oluşunu hiç hoş görmemekle beraber, oğlu gibi ciddi fikirli bir gencin Leyla gibi adi bir ahiretliği hiçbir vakit sevmeyeceğine emin bulunuyordu.

Bir akşam Rahmi Bey gelmiş, yalının her şeyinin tamamlandığını ve ertesi gün gidileceğini söylemişti.

Bu söz Leyla ile Feridun’a bir yıldırım gibi tesir etmiş, ikisini de üzgün ve ümitsiz bırakmıştı.

Ertesi gün Feridun, onları vapura kadar uğurlamış, Leyla’nın güzel ve beyaz elini sıkarken karşılıklı hislerle birbirine veda eden gözler; sonsuz manalar, yüksek maksatlar ile hislerini anlatmaya çalışmışlardı…

Genç kız vapurun kamarasına çekildiği vakit, tatlı hülyaları arasında kendisine ebedî bir aşk vadeden o gözlerin artık bütün hayatına hâkim ve mutlak olduğunu görüyordu.

Feridun konağa döndüğü zaman pek mahzundu. Bir aydan beri Leyla’nın yattığı, oturduğu odaya koştu. Bu odanın havası bir genç kız ruhunu taşıyor ve onun saçlarından, elbiselerinden ve bütün mevcudiyetinden çıkan temiz bir kokuyu taşıyordu. Fakat her köşede yokluğunu gösteren bir hüzün, ayrılığın bütün acılığını hissettiren bir boşluk vardı.

Genç adam bu bulutsuz aşkının ilk ayrılık saatlerini burada geçirdi. Üzüntülü bir hasretin başladığını bildiren bu odada onun hayali ile yaşadı.

Aradan bir hafta geçtiği hâlde Feridun tahammülsüz bir hisle yalıya gitmek istiyordu. Artık ondan uzak kaldığı günden beri ruhunda bir kasvet, gönlünde bir hüzün vardı. Nereye gitse, nereye baksa her şey kendisini sıkıyor, hiçbir şeyle meşgul olamamak azabı ile pek üzülüyordu. Nihayet meseleyi annesine açmaya ve onu amcasından istemeye karar vermişti. Leylasız yaşamanın artık mümkün olamayacak bir dereceye gelmiş olduğuna katiyen hükmetmiş, aşkın bütün şiddeti ile manevi mevcudiyetini eline aldığını, mağlup ve esir olarak boyun eğmekten başka çare kalmamış olduğunu anlamıştı.

Haftanın son gününü pek heyecanlı olarak geçirdi. Saadetine bir engel tasavvur etmediği hâlde, gizli bir hissin ruhunu sıkıntıya sokmakta olduğunu anlıyordu. Lakayıt bulunmaya çalıştı. Bu kadar mesut bulunduğu bu zamanlarda böyle birtakım sebepsiz endişelerle fikrini yorduğu için canı sıkılıyordu. Lakin bu gece her şey hatta yatak bile onu sıkıyordu. Uyuyamayacağını anladığı için kalktı, pencereyi açtı. Şafak, tatlı bir ümit gibi pembe gülüşü ile kâinata neşe saçıyordu. Semanın bu ışıklı rengini Leyla’nın pembe yüzüne benzeten Feridun, onun da böyle zengin ve hiç doyulmayan bir güzelliği olduğunu düşünüyordu. Şimdi hayatının bir aylık evresi birer birer gözünün önünden geçmeye başlamıştı. Onu ilk gördüğü günü hatırlıyordu. Hiç beklemediği, hiç ümit etmediği hâlde talih kendisine birdenbire gülüvermişti. Evvelce amcasının manevi bir evladı olduğunu bildiği hâlde bir kere olsun onunla meşgul olmaya lüzum görmedikten başka mevcudiyetine bile ehemmiyet vermemişti. Vapurda onunla ilk defa karşı karşıya geldiği günü hiç unutamıyordu. Gözleri bir anda öyle bir perişanlığa uğramıştı ki nereye bakacağından şaşkın, birkaç saniye sersem ve âdeta aptal gibi olmuştu. Karşısında masum bir ağırbaşlılıkla, derin ve nafiz bakışlarıyla, narin endamıyla duran bu fevkalade güzelliğin önünde söyleyeceği sözü bile unutmuştu. Amcası, “Kızım Leyla.” derken o az kalsın:

“Ne söylüyorsunuz, bu sizin kızınız?.. Fakat bu eşsiz varlığı nereden buldunuz? Onu buraya niçin getirdiniz?” diye haykıracaktı. Derin bir baş dönmesi ile sendeleyip bütün kuvvet ve iktidarının eridiğini ve ilk defa bir kadın karşısında zayıf ve bitap kaldığını görmüştü.

Artık güneş doğuyor, kuşlar bir neşeyle ötüyor. Sanki bütün mevcudat bu kıymettar aşkının saadetini tebrik etmek istiyordu. Kalbi ümitlerle dolu olduğu hâlde geceki vehimlerin bir kâbus olduğunu düşünüyor, hayat olanca neşesi ile kendisine gülüyordu.

İtinalı bir dikkatle giyindi. Aynada uzun uzun kendini seyretti. Dudaklarında muzaffer bir tebessüm vardı. Koyu lacivert kostümleri hakikaten kendisine pek yaraşmış, uykusuzluğun yorgunluğu bakışlarına baygın ve hazin bir güzellik vermişti. Sofada annesine rast geldi, hanımefendi biraz hayretle sordu:

“Nereye? Bu vakit!”

“Yalıya, anneciğim…”

“Yalıya mı?”

“Evet, erken vapuruna yetişmek istiyorum. Bir emriniz var mı?”

Süreyya Hanım, onun arkasından hayret ve endişe ile bakıyordu. Hatırından geçen bir düşüncenin ızdırabı ile kaşlarını çattı, ağır ağır odasına yürüdü.

Feridun yalıya yaklaşırken şiddetli heyecanlarla sarsılıyordu. Kendisini karşılayan yengesi idi. Orta kattaki büyük salona girdiler. Buranın döşemeleri Suriye’nin en ağır ve en zarif kumaşlarından seçilmiş ve yüksek zevke uygun bir tarzda düzeltilmişti.

Kalbinin çarpması, genç adamın sözlerini kesecek kadar şiddetli idi. Hem yengesi ile yalnız bulunmak ona bir nevi ağırlık veriyordu. Söz söylerken gözlerini süzmesi, sonra garip edalar ile gülüşleri onu fevkalade sıkıyordu. Henüz Leyla’yı görmemişti. Sormaya da cesaret edemeyerek, bekleyişin azabını bu an kadar duyduğunu hiç hatırlamıyordu. O sırada Pakize Hanım pencerenin panjurunu açmakla meşguldü. Feridun’u yanına çağırdı ve:

“Bakınız.” dedi.

Feridun gözlerini bahçeye çevirdi. Rahmi Bey büyük bir fıstık ağacının altına serilen bir halı üzerine uzanmıştı. Yanında da kanepeye yaslanmış bir genç vardı. Feridun yengesine doğru döndü.

“Amcam yalnız değil.” dedi. Kadın şuh bir eda ile güldü ve:

“Biraderim…” diye cevap verdi. Sonra ahenkli bir sesle dışarı doğru uzanarak:

“Cemal!” diye seslendi. Genç adam döndü. “Beye söyle de bize baksın. Yanımda bir misafir var.”

Rahmi Bey başını kaldırdı. Yeğenini pencerede görünce sevinçle bağırdı.

“Vay! Sen misin Feridun? Ne kadar memnun olduğumu bilemezsin, buraya gel de bir bahçe sefası yapalım.” diyordu.

Feridun, amcasının bu daveti üzerine bahçeye doğru yürürken birdenbire durdu. Zira Leyla çiçeklerin arasındaki ince bir yoldan kendisine doğru geliyordu. Kollarının arasında sarı ve pembe güllerden oluşan büyük bir buket vardı, yanakları kızarmış, tül örtüsü altında saçları dağılmış olduğu hâlde güleç ve mesut bir yüz ile yaklaşıyordu. O, hafif bir titreyiş ile elini uzattı. Feridun bu eli sıkarken artık takatinin bittiğini hissederek hayatının bütün emellerini bu güzel ellerin altında görüyordu.

Leyla, çiçekleri göğsüne bastırmış, rüzgârla dalgalanan başörtüsünü düzeltmeye çabalıyor, yüzüne dökülen perişan saçlarını toplamaya uğraşıyordu. Feridun onu bu hâlde, doymayan bir bakışla seyrederken, o:

“Bütün hafta sizi bekledik.” diyordu. Hanımefendi ile teşrifinizi ümit ettik. Burası baharda pek güzel oluyor, her gün ninemle bahçede oturuyoruz. Fakat vaktimi daha çok piyanoya hasrettim. Bu hafta daha iyi çalmak için çalıştım. Bugün isterseniz biraz da alaturka çalabilirim.”

Feridun bu masumane sözler karşısında ne söyleyeceğini şaşırmış, bahtiyarlığın nihayetine varmıştı.

“Bilmem bu lütfunuza ne suretle teşekkür edeyim?” diyordu. “Bilseniz ruhum bunu ne kadar özlemişti. Bütün hafta bugünün ümidi saadetiyle yaşadım.”

Her ikisi de ağır ağır yürümeye başladılar. Bu anda Rahmi Bey’in sesi işitiliyordu:

“Canım Feridun, neredesin, hâlâ gelmedin, seni bekliyorum.”

Leyla o tarafa gitmek istemediğini anlatan bir tavırla:

“Ben içeriye gireyim de siz buyurunuz. Sizi bekliyorlar.” dedi. Feridun hiç de istemeyen bir nazarla genç kızın yüzüne bakıp: “Ben bilhassa senin için geldim, şimdi ne yapayım?” demek istedi.

Ayrıldılar, Feridun ileriye doğru yürüdü. Cemal Bey kendisini karşılamak için ayağa kalkmıştı. Feridun hiç tanımadığı bu genç adama selam verirken dudaklarını ısırmıştı. Zira pek tuhaf bir vaziyet karşısında kalmıştı. Dar pantolon, kısa bir ceket, gayet sıkı uzunca bir iskarpin, dik bir yakalık, al bir kravat, siyaha bakan koyu ve küçük bir fes, tek gözlükle şıklığa özenen bu züppe beyin önünde ne söyleyeceğini şaşırdı. Bereket versin ki amcasının suallerine cevap vermekle meşgul oluyordu. Cemal Bey, yeğenim Feridun diye takdim ederken onun öyle garip bir eğilişi vardı ki gülmemek kabil değildi. Cemal Bey bir nezaket eseri olarak bahçede dolaşmak bahanesi ile çekildi de Feridun geniş bir nefes aldı.

На страницу:
2 из 3