bannerbanner
Asi Ruhlar
Asi Ruhlar

Полная версия

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 2

Verde Hanım sözünü bitirir bitirmez kapı açıldı ve içeriye zayıf, yakışıklı, gözlerinden büyülü ışınlar süzülen, dudaklarında nazik bir gülümsemeyle bir genç girdi. Verde Hanım ayağa kalktı ve sevgiyle gencin kolundan tuttu. Anlamlı bir bakışla ve nazik bir ses tonuyla adımı söyledikten sonra genci bana tanıttı. İşte o zaman anladım. Uğruna dünyaları reddettiği, kanunlara ve törelere boyun eğmediği genç, bu gençti. Sonra hepimiz sessizlik içinde oturduk. Her birimiz diğeri hakkındaki düşüncesini merak ediyordu. İnsanı ruhlar âlemine götüren sessiz bir dakikadan sonra, yan yana oturan Verde Hanım ve gence baktığımda, daha önce görmemiş olduğum bir şey gördüm ve bir an için Verde Hanım’ın hayat hikâyesini anladım. Sebeplerine bakmadan yasalarına ve törelerine karşı çıkan herkesi cezalandıran bu topluma, Verde Hanım’ın neden isyan ettiğini anladım. Önümde gençliğin güzelleştirerek bir araya getirdiği, iki bedenden oluşan manevi bir ruh gördüm. Aşk tanrısı, insanların kınamasından ve şiddetinden onları korumak için ikisinin ortasında kanatlarını açmış duruyordu. Hayatımda ilk defa, bir kadın ve erkek arasında dinin reddettiği, yasanın cezalandırdığı mutluluğun hayaletini gördüm. Bir süre sonra ayağa kalktım, aşkın ve uyumun bir tapınağa dönüştürdüğü bu yoksul kulübeden çıkarak veda ettim. Verde Hanım’ın sırlarını anlattığı konaklar ve evler arasında yürürken onun sözlerini, tüm bunların sebeplerini ve sonuçlarını düşünüyordum. Mahallenin sonuna geldiğimde Raşit Numan Bey’i hatırladım. Onun çaresizliği ve sefaleti gözlerimde canlandı. Kendi kendime dedim ki: “O, şu an sefil durumda. Ancak durup Verde Hanım hakkında hayıflandığında Allah onun sesini duyuyor mu? Bir kadın onu özgürlüğü için terk ettiğinde ona karşı bir suç mu işledi? Yoksa Raşit Bey mi kalbini kazanmadan önce evlenerek ona karşı bir suç işledi? İkisinden hangisi zalim, hangisi mazlum? Acaba hangisi günahkâr, hangisi suçsuz?” Sonra kendi kendime konuşarak günlük hayattaki olayları araştırmaya, haberleri soruşturmaya başladım: “Çoğunlukla kadınlar, zenginliğin kibrine kapılıp fakir kocalarını terk ederler. Çünkü kadınların gösterişli kıyafetlere ve rahat bir yaşama olan tutkuları, onları utanca, yozlaşmışlığa götürür. Şimdi Verde Hanım mücevherlerini, giysilerini, hizmetçilerle dolu olan zengin bir adamın köşkünü bırakarak içinde bir dizi eski kitaptan başka bir şey olmayan fakir bir adamın kulübesine gittiğinde gururlu ve açgözlü müydü? Çoğu kez cehalet, bir kadının onurunu yok eder ve arzularını ateşler. Bu yüzden kocasını para ve sıkıntı içinde bırakarak kendisinden daha aşağılık ve onursuz bir erkekle arzularını gidermek ister. Yani Verde Hanım, aşka susamış, güzelliğinin kölesi ve tutkusunun şahidi olmak için ölüme bile razı gençlerden biriyle kocasının evinde duygularını gizlice tatmin edebilecekken herkesin gözü önünde özgürlüğünü ilan edip duygularına önem veren bir gençle birlikte olduğunda, bedensel zevkleri arzulayan cahil bir kadın mıydı? Verde Hanım, bahtsız bir kadındı. Bu yüzden mutlu olmak istedi. Mutluluğu buldu ve onu kucakladı. İşte toplumun küçümsediği ve kanunun reddettiği gerçek bu!” Boşluğa fısıldadım ve sonra kendi kendime mırıldanmaya devam ettim: “Bir kadının mutluluğunu, kocasının mutsuzluğu üzerinden satın alması doğru mudur?”

***

Şehrin kenar mahallelerine vardığımda Verde Hanım’ın sesi kulaklarımda çınladı. Güneş batmak üzereydi. Kuşlar akşam şarkılarını söylerken tarlalar ve bahçelerde sessizlik hâkimdi. Uzun uzun düşündükten sonra derin bir iç çektim ve şöyle düşündüm: “Özgürlük tahtı önünde, ağaçlar esintiyle salınıyor; özgürlüğün heybeti karşısında güneş ve ay ışığıyla seviniyorlar. Özgürlüğün kulaklarına fısıldayan kuşlar, özgürlüğün etrafında kuyruklarıyla akarsuların yanında çırpınıyorlar. Özgürlüğün göğünde kokularını yayan çiçekler, sabahın gelişi ile özgür olarak gülümsüyorlar. Yeryüzündeki her şey kendi doğasının yasasına göre yaşar ve yasaları, özgürlüğün ihtişamını ve sevincini sağlar. Oysa insanlara gelince onlar bu nimetten mahrumdurlar. Çünkü ilahi ruhları için sınırlı kanunlar koymuşlardır. Bedenleri ve ruhları için katı kanunlar çıkarmışlardır. Eğilimleri, duyguları için korkunç ve dar zindanlar inşa etmişlerdir. Kalpleri ve zihinleri için karanlık, derin mezarlar kazmışlardır. Öyleyse içlerinden biri kalkıp toplumsal yasalara karşı çıksa hemen onun isyankâr, aşağılık, ölümü hak eden bir pislik olduğunu söylerler. Ancak bir insan ömrünün sonuna ya da zaman onu özgürleştirinceye kadar kendi koyduğu kanunların kölesi olarak mı yaşayacak? İnsan dünyada başı eğik, geçmişe bakarak yaşamaya devam mı edecek? Yoksa gözlerini güneşe çevirip mezarlar arasında duran bedeninin gölgesine bakmaktan vaz mı geçecek?”

MEZARLARIN ÇIĞLIĞI

Hükümdar, yargı kürsüsüne doğru yönelip oturdu. Sağına ve soluna, kırışmış, asık yüzlerinde satırlarla sayfalar okunan, ülkesinin en bilge insanları oturdu. Onların etrafında ise bir ellerinde kılıç, diğer ellerinde mızrak olan askerleri duruyordu. İnsanlar hükümdarın tam karşısında durmuş, merakla, yetkili birini öldüren kişiye vereceği hükmü bekliyorlardı. Sanki hükümdarın gözlerinde, ruhlarına ve kalplerine korku salan bir güç varmış gibi başlar eğilmiş, boyunlar bükülüp nefesler tutulmuştu. Toplanma tamamlanıp yargı saati geldiğinde hükümdar elini kaldırıp bağırarak:

“Suçluları tek tek karşıma getirin, günahları ve suçları neymiş anlatın!” dedi.

Zindanın kapısı, kana susamış bir canavarın esneyen ağzı gibi aralandı ve karanlık duvarları göründü. Mahkûmların iniltilerinin, zincir ve pranga seslerine karıştığı bir kargaşa yükseldi. Herkes mezarın derinliklerinden çıkan kurbanın ölümünü görmek ve töre kurallarını izlemek için boyunlarını uzatıp bakışlarını çevirdi.

Bir süre sonra iki muhafız; çatık kaşları ve sert yüz hatlarıyla gücünü kalbinden, gururunu ruhundan aldığı belli olan bir genci mahkeme salonun ortasına getirerek bir-iki adım geri çekildi. Hükümdar ona bir dakika baktıktan sonra sordu: “Sanki yargının pençesinde değil de onurlu bir konumdaymış gibi karşımda başını dimdik tutan bu adam ne suç işlemiş?”

Muhafızlar hemen cevap verdiler: “O, gaddar bir katil. Dün, kralımızın köyleri arasında göreve giden bir subayına karşı çıktı ve onu öldürdü. Yakalandığında, kana bulanan kılıcı hâlâ elindeydi.”

Hükümdar gözlerindeki öfke kıvılcımlarıyla tahtında doğrularak sinirle haykırdı: “Tekrar zindana atın bu adamı! Zincire vurun! Şafakta kellesini kendi kılıcı ile alın. Cesedini ormana atın ki kurda kuşa yem olsun, rüzgârlar leşinin kokusunu ailesi ve arkadaşlarına savursun.”

Muhafızlar, insanların üzgün bakışları ve derin iç çekişleriyle daha gençliğinin baharında olan bu genç adamı tekrar zindana götürdüler.

İki muhafız tekrar çıktığında bu kez, yüzü umutsuzluk ve çaresizlikle solmuş, gözleri ibretle dolmuş, boynu pişmanlıkla, kalp kırıklarıyla bükülmüş, güzel yüzlü, zayıf bir kızı getirdiler. Hükümdar, genç kızı inceledikten sonra:

“Gerçeğin gölgesi gibi karşımda duran bu bir deri bir kemik kalmış kadın ne suç işledi?” diye sordu.

Muhafızlar şöyle cevap verdi:

“Bu kadın bir fahişedir. Kocası onu gece erkek arkadaşının kollarında bulmuş. Erkek arkadaşı kaçtıktan sonra, kocası kadını polise teslim etmiş.”

Hükümdar, kadını süzerken kadın utanarak başını önüne eğdi. Sonra hükümdar, acımasız ve şiddetli bir sesle:

“Bu kadını zindana atın! Dikenli bir yatağa yatırın ki kirlettiği yatağını, acı elma hoşafı ile karıştırılmış sirke içirin ki yasak öpüşmelerinin tadını hatırlasın. Şafak söktüğünde ise çıplak bedenini şehrin dışına sürükleyip taşlayın, cesedini de orada bırakın ki kurtlar ve böcekler kemirsin.” dedi.

Genç kız karanlık zindana geri götürülürken seyirciler, hükümdarın adaletine hayran olmakla genç kızın mahzun yüzüne ve güzelliğine acımak arasında kaldılar.

Muhafızlar üçüncü kez göründüğünde, titreyen dizlerini, paçavraya dönmüş elbisesinin bir parçası gibi peşinden sürükleyen yaşlı ve zayıf bir adamı getirdiler. Kaygılı bakışlarla etrafına bakıyordu. Acılı bakışlarından, sefalet, yoksulluk ve mutsuzluk yayılıyordu.

Hükümdar tiksinti dolu bir sesle:

“Yaşayanların arasında ölü gibi duran bu pisliğin suçu ne?” diye sordu.

Muhafızlardan biri hükümdara şöyle cevap verdi:

“Gece kiliseye giren bir hırsız. Rahipler onu yakaladığında kıyafetlerinin altından kutsal eşyalar çıkmış.”

Hükümdar ona, aç bir kartalın, kanadı kırık bir kuşa baktığı gibi baktı ve şöyle dedi:

“Onu zindanı atın! Prangalara vurun! Sabah olunca keten bir iple yüksek bir ağaca asın. Cesedini de yerle gök arasında asılı bırakın ki toprak onun günahkâr cesedi ile kirlenmesin ve rüzgâr onun uzuvlarını parçalasın.”

Hırsızı tekrar zindana götürdüler. İnsanlar birbirlerinin kulaklarına fısıldayarak konuşuyordu: “Bu çelimsiz kâfir, kilisenin kutsal eşyalarını zimmetine geçirmeye nasıl cüret eder?”

Hükümdar kalkarak yargı kürsüsünden indi. Bilginler ve kanun adamları da onu takip etti. Önünde ve arkasında askerler yürüyordu. Duvarlarda hayalet gibi sallanan mahkûmların feryatları dışında salon bomboş kaldı.

Bütün bunlar, geçip giden hayaletlerin önüne tutulmuş bir ayna gibi ben orada dururken olmuştu. İnsanların insanlar için koyduğu kanunları, insanın adaletten ne anladığını düşünürken hayatın gizemlerini ve var olmanın anlamını araştırırken olmuştu. Sisin içinden çıkan şafak çizgilerinin gözden kaybolması gibi düşüncelerim dağılmıştı. Ot toprağın elementleri ile beslenir, koyun otu yer, kurt koyunu yer, boğa kurdu öldürür, aslan boğayı parçalar ve ölüm, aslanı yok eder. Peki ölümü yenip bu adaletsizlikler silsilesini adalete dönüştürebilecek bir güç var mıdır? Bütün bu tatsız şeyleri güzel bir sonuca bağlayacak bir güç var mıdır? Tıpkı bütün nehirleri kendine çeken, parıl parıl parlayan bir deniz gibi hayatı bütün yönleriyle sevgiyle kucaklayan bir güç yok mudur? Katille kurbanı, fahişeyle sevgilisini, soyanla soyulanı hükümdarın mahkemesinden daha yüksek ve daha yüce bir mahkeme önünde yargılayacak bir güç yok mudur?

Ertesi gün şehirden ayrıldım. Huzurun ruhu hoşnut eden temiz havasıyla, dar sokakların ve karanlık evlerin yarattığı umutsuzluk, bezginlik mikroplarını yok eden tarlaların arasında yürüdüm. Vadinin kenarına ulaştığımda arkamı döndüm ve sürü sürü uçan, çığlıklarıyla kanatlarının hışırtısı vadiyi dolduran atmacayla kartalı, leş kargasını gördüm. Biraz daha ilerleyip etrafıma baktığımda, yüksek bir ağaca asılmış bir erkek cesedi, taşlandığı taşların arasında yatan çıplak bir kadın bedeni ve kafası vücudundan ayrılmış, kana bulanmış toprakla kaplı bir gencin bedenini gördüm.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
2 из 2