bannerbanner
Paul ile Virginie
Paul ile Virginie

Полная версия

Paul ile Virginie

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 3

Madam de la Tour acıklı bir yüzle küskün küskün geri döndü. Eve gelince okuduğu mektubu masanın üstüne atarak Marguerite’e “İşte…” dedi. “on bir yıllık sabrın sonu!..”

Fakat orada bu mektubu kendinden başka okuyacak kimse olmadığı için gene eline aldı ve toplu aile içinde okudu. Mektup bittiği vakit Marguerite sıcağı sıcağına “Ne oluyoruz Allah aşkınıza!..” dedi. “Senin hısımlarına biz bu kadar da muhtaç mıyız? Allah bizden yüz mü çevirdi? Bizim asıl sahibimiz o değil mi? Şimdiye kadar bizi mesut yaşatan gene o değil mi? Neye üzülüyorsun? Hiç de mi tahammülün yok a kardeşim?” Ve Madam de la Tour’un ağladığını görünce boynuna atılarak ve onu kollarının arasında sıkarak “Ah benim sevgili kardeşim, benim bir tanecik yoldaşım!” derken kendi de hıçkırıklara boğuldu. Bu manzara karşısında Virginie, annesiyle Marguerite’in arasında birinin elini bırakıp ötekini alıyor ve bu elleri gözyaşlarıyla ıslatarak kâh ağzına götürüp öpüyor kâh kalbinin üstüne bastırıyordu. Paul’e gelince: Gözleri alevli, yumruğunu sıkarak, ayağını yere vurarak öfkesini kimden alacağını bilemiyordu. Bu gürültüye Domingue ile Marie de koştular. İşe onlar da karıştılar. Ortada bir çığlıktır gidiyordu:

“Ah!.. Madam!.. Güzel hanımcığım!.. Ağlama anneciğim!..”

Madam de la Tour etrafını saran bu şefkat çemberi içinde derdini unuttu. Bir taraftan Paul’ü bir taraftan Virginie’yi kucağına alarak hoşnut bir tavırla “Yavrularım!..” dedi. “Bütün bu derdim sizden geliyor! Fakat en büyük zevkim yine sissiniz. Ah güzel çocuklarım! Felaket bana çok uzaklardan geldi. Saadet ise burada, yanımdadır.” Paul ile Virginie bu sözlerden bir şey anlamadılar. Fakat onu öyle sakinlemiş görünce gülmeye ve kendisini öpüp sevmeye başladılar. Hepsi tekrar eski mesut hayatlarına devam ettiler ve bu hadise bir bahar kasırgası gibi gelip geçti.

Bu iki çocuğun güzel huyları günden güne beliriyordu. Bir pazar şafak sökerken, anneleri Pamplemousses Kilisesi’nde bulunduğu sırada, kulübeyi kucaklayan muz ağaçlarının altında kaçak bir zenci kadın göründü. Bir iskeletten farkı olmayan bu zavallı kadının sırtında yalnız kalçalarını örten kaba bir bez parçası vardı, öğle yemeğini hazırlamakta bulunan Virginie’nin ayaklarına kapanarak inledi.

“Güzel hanımcığım!” diyordu. “Şu kaçak esire merhamet edin. Bir ay var ki yarı aç yarı tok, bir canlı cenaze hâlinde dağdan dağa başıboş geziyorum. Avcılarla köpekleri peşimi bırakmıyorlar. Sahibimden kaçtım. Kara Dere’nin zengin zorbalarından biri. Bakınız bana nasıl işkence ediyor.” Bunu söylerken vücudundaki kırbaç yaralarının derin izlerini gösteriyordu. “Gidip kendimi ırmağa atacaktım. Fakat sizin burada oturduğunuzu biliyordum. Mademki dedim bu memlekette oturan merhametli beyazlar var, bir kere onlara gitmeden ölüme atılmak doğru değil.”

Kadının hâli, sözleri Virginie’ye dokundu.

“Talihsiz kadın!” dedi. “Hiç merak etme. Otur da her şeyden önce karnını doyur!”

Bunu söylerken aile için hazırladığı kahvaltıyı kadının önüne koydu. Esir kadın çabucak bunun hepsini sildi süpürdü. Virginie doyduğunu görünce “Bedbaht kadın!” dedi. “Ben efendine gider, seni affettiririm. O da elbet bu hâlini görünce merhamete gelir. Beni oraya götürür müsün?”

Zenci kadın “Melek hanımcığım!” dedi. “Nereye isterseniz arkanızdan gelirim.”

Virginie kardeşini çağırdı ve beraber gelmesini söyledi. Kaçak esir kadın onları ormanların arasında izbe yollardan götürdü. Bin zorlukla yüksek dağlar aştılar ve geniş ırmaklar geçtiler, sonunda öğleye doğru bir tepenin eteğinde Kara Dere’nin kıyısına vardılar. Orada güzel yapılı bir ev, geniş fidanlıklar ve çeşitli işlerde çalışan birçok esir gördüler. Efendileri, ağzında bir pipo, elinde bir kamış baston, aralarında geziniyordu. Kara çatma kaşlı, çakır gözlü, yağsız yüzlü, iri yapılı kuru bir adamdı. Virginie heyecan içinde, Paul’ün kolundan tutarak bu adama yaklaştı ve birkaç adım geride duran esiri göstererek Allah rızası için onun suçunu bağışlamasını diledi. Mülk sahibi önce bu kılıksız iki çocuğa aldırmadı. Fakat Virginie’nin zarif endamı birdenbire dikkatini çekti. Mavi bir başlık altında güzel kumral başı, söz söylerken bütün vücudu gibi titreyen sesinin tatlı musikisiyle yalvarışını görünce piposunu ağzından çıkardı. Kamış bastonunu havaya kaldırarak Allah rızası için değil bu güzel kızın hatırı için esirini affettiğini kaba bir sözle temin etti. Virginie esir kadına efendisine doğru ilerlemesi için işaret etti, sonra oradan kaçtı. Paul de arkasından koştu. İndikleri yerden dağa tekrar tırmandılar. Tepeye varınca açlık, susuzluk ve yorgunluktan bitkin bir hâlde bir ağacın altına oturdular. Sabahtan beri aç karnına beş fersahtan ziyade bir yol almışlardı. Paul “Kardeşim!” dedi. “Vakit öğle oldu; geçti bile. Sen açsın, susuzsun. Buralarda yiyecek hiçbir şey bulamayız. Gene aşağı inelim. Bu kadının efendisinden yiyecek bir şey isteyelim, ne dersin?”

Virginie cevap verdi:

“Yok, aman kardeşim! O adamın hâli beni korkuttu. Bilmez misin annem bazı kere ‘Kötünün ekmeği ağızda olur.’ demez mi?”

“Peki o hâlde ne yapacağız? Bu ağaçların yemişleri pek fenadır, burada senin susuzluğunu giderecek bir demirhindi veya bir limon bulamayız.”

“Allah elbet bize acır. O kendisinden gıda isteyen küçük kuşların bile cıvıltısını duymuyor mu?”

Sözünü yeni bitirmişti ki yakınlardaki bir kayadan dökülen bir suyun şarıltısını duydu. Hemen o tarafa koştular. Gerçekten yakınlarında bir yerde billur gibi bir sudan içtiler. Suyun kenarında biten terelerden biraz yediler. “Daha besleyici bir gıda bulamaz mıyız?” diye iki tarafa bakındıkları sırada Virginie ormanın ağaçları arasında genç bir palmiye gördü. Bu ağacın tepesindeki yaprakları arasında lahana biçimindeki topaç, değme yemeklere değişilmez. Fakat ancak bacak kalınlığında, tepeye kadar biteviye10 uzanan gövde altmış ayaktan fazla yüksekti. Gerçi bu ağacın odunu elyaftan ibarettir fakat ağacın kendisiyle kabuğu arasında o kadar sert bir madde vardır ki en iyi baltalar işleyemez. Paul’ün yanında ise bir bıçak bile yoktu. Ağaca dibinden ateş vermeyi düşündü. Fakat ne ile ateş verecekti? Yanında çakmak filan yoktu. Her tarafı taşlık olan bu adada arandığı zaman bir çakmak taşı bulunabileceğini de ummuyorum. İhtiyaç sanat doğurur ve en faydalı icatlar en muhtaç kimselerin kafasında filizlenmiştir. Paul adanın yerlileri gibi ateş yakmayı kurdu. Sivri bir taşla çok kuru bir dalın ortasına ufak bir delik açtıktan sonra dalı ayağının altına yerleştirdi. Sonra bu taşın keskin tarafıyla başka bir kuru dalın bir ucunu sivrilterek ayağının altındaki deliğe uydurdu. Birini ayağıyla tespit ettikten sonra çikolata köpüğü yapmak için çevrilen el değirmeni gibi hızla çevirmeye başladı. Çok geçmeden temas noktasından dumanlar ve kıvılcımlar çıkmaya başladı. Bunun üzerine Paul topladığı kuru yaprakları ve dalları da tutuşturarak onlarla ağacı ateşledi. Biraz sonra koca gövde büyük bir gürültü ile devrilmişti. Yakılan ateş ağacın tepesindeki topacı dikenli ve katı yapraklardan ayırmaya da yaradı. Virginie ile beraber bunun yarısını çiğ olarak, yarısını da külde pişirerek yediler ve her ikisini de birbirinden lezzetli buldular. O sabah bir zavallıya iyilikte bulundukları düşüncesiyle bu sade yemek pek neşeli geçti. Fakat çok uzun süren bu uzaklaşmanın annelerini nasıl meraka düşüreceği hatırlarına gelince neşeleri kaçtı. Virginie ikide bir bu konuya geliyordu. Bununla beraber Paul’ün karnı doymuş, gücü kuvveti yerine gelmişti. Çok geçmeden eve dönebileceklerini ve annelerini meraktan kurtaracaklarını temin etti.

Yemekten sonra büyük bir üzüntüye düştüler çünkü onları evlerine götürecek bir kılavuzları yoktu. Hiçbir şeyden yılmayan Paul buna da çare buldu.

“Bizim kulübeler…” diyordu. “öğle güneşi tarafındadır. Bu sabah yaptığımız gibi şu karşıda gördüğün üç tepeli dağın üstünden aşmalıyız. Hadi yavrum yürüyelim.”

Gösterdiği dağın adı Üç Meme’dir. Çünkü üç yuvarlak tepesi tam birer meme biçimindedir. Şimal yamacından Kara Dere tepesini indiler. Bir saat yürüdükten sonra karşılarına çıkan ve yollarını kesen geniş bir derenin kıyısına vardılar. Adanın her tarafı ormanlık olan bu büyük parçası hâlâ o kadar meçhul kalmıştır ki birçok dağlarının ve ırmaklarının daha adı bile yoktur. Kıyısına vardıkları derenin yatağı kayalıktır, kaynayarak akar. Suların şarıltısı Virginie’yi ürküttü. Geçit yerinde bir türlü ayağını suya koyamıyordu. Paul o zaman Virginie’yi sırtına aldı ve suların şamatasına aldırmayarak kıymetli yükü ile kaygan taşlara basa basa dereyi geçti.

“Korkma!” diyordu. “Seninle beraber olunca ben kendimi çok kuvvetli buluyorum. Eğer Kara Dere senin o esir kadın hakkındaki dileğini raddedeydi kendisiyle vuruşacaktım.”

Virginie “Nasıl?” dedi. “O dev gibi kötü herifle mi? Bilmeyerek başına ne işler açacakmışım. Ya Rabbi iyilik etmek ne zor şey! Fenalıktan başka kolay şey yok!”

Karşı kıyıya vardıkları zaman Paul, sırtında kardeşi, yoluna devam etmek istedi. Hatta ötede yarım mil uzakta gördüğü Üç Meme Dağı’na da böylece çıkabileceğini sanarak böbürleniyordu. Fakat çok yorulmuştu. Takati kesildi. Virginie’yi yere bırakmaya ve yanına oturup yorgunluk almaya mecbur oldu.

Virginie o zaman “Kardeşim!” dedi. “Akşam oluyor, bende takat kalmadı. Sen ise biraz dinlendikten sonra yoluna devam edebilirsin. Beni burada bırak ve bir an evvel annelerimizi meraktan kurtarmak için kulübemize varmaya bak!”

Paul “Hiç olur mu?” dedi. “Ben seni burada bırakıp gidemem. Eğer gece bu ormanlarda kalırsak gene ateş yakarım, bir hurma deviririm, karnımızı doyururuz, sonra dallarından, yapraklarından sana bir kulübecik yaparım. Sabaha kadar içinde barınırsın.”

Bununla beraber Virginie de az çok dinlenmişti. Dalları dereye sarkan bir ağacın uzun yapraklarından birkaçını kopardı. Taşlı yolların kan içinde bıraktığı ayaklarına sardı. İyilik etmek hevesi ile ayakkabılarını giymeyi unutmuştu. Bu taze yapraklar ayaklarının ateşini aldı, acısını savdı. Bunun üzerine bambu ağacından bastonluk edecek bir dal kırdı. Bir eliyle değneğine, öbür eliyle kardeşine dayanarak yürümeye başladı.

Böylelikle ormanın içinde yavaş yavaş gidiyorlardı. Çok geçmeden yüksek ağaçların balta görmemiş sık dalları içinde kaldılar. Hedefleri olan Üç Meme Dağı’nı ve hatta batmak üzere olan güneşi gözlerinden kaybetmişlerdi. Bir müddet sonra gittikleri keçi yolundan da nasılsa ayrılmış bulundular. Şimdi kayalıklarla, sarmaşıklarla çevrilmiş sonsuz ağaçlar içinde ve ucu bucağı olmayan bir orman labirenti içinde kalmışlardı. Paul, Virginie’yi bir yere oturttu. Kendisi şaşkın bir hâlde şuraya buraya başvurmaya başladı. Bu belalı durumdan kurtulmak için bir çare, bir yol arıyordu. Fakat boşuna yoruldu. Üç Meme Dağı’nı olsun görebilmek umuduyla yüksek bir ağacın tepesine kadar çıktı. Etrafında bazıları güneşin son ışıklarıyla aydınlanan ağaç tepelerinden başka bir şey göremedi. Dağların gölgesi artık vadideki ormanları alaca karanlığı ile örtmüştü. Güneş batarken her zaman olduğu gibi rüzgâr dinmişti, derin bir sessizlik ortalığı kapladı. Bu ıssız ormanda sığınacak yer aramaya gelen geyiklerin sesinden başka bir ses duyulmaz oldu. Acaba şu koca ormanda bir tek insan, mesela bir tek avcı yok muydu? Paul avazı çıktığı kadar haykırdı:

“İmdat! İmdat! Koşun Virginie’yi kurtarın!”

Ormanlar boğuk boğuk tekrarladı:

“Virginie’yi kurtarın, Virginie’yi kurtarın!”

Yorgun ve bezgin ağaçtan indi. Şimdi burada geceyi geçirmeye bir çare düşünüyordu. Fakat oralarda ne bir pınar ne bir hurma ağacı ne de ateş yakmak için kuru odun vardı. Düşünebildiği son çarelerin de bu beyhudeliği karşısında öfkesinden ağlamaya başladı.

Virginie “Ağlama!” dedi. “Beni, bütün bütün üzmek istemezsen ağlama! Zaten bu işler hep benim yüzümden oldu. Sen bu kadar zahmetlere girdin, annelerimiz kim bilir meraklarından ne oldular? Demek büyüklerine danışmadan insan iyilik bile etmemeliymiş. Ah! Ne sersemlik ettim!” Gözyaşlarını silerken de şöyle dedi:

“Gene Allah’a yalvaralım kardeşim, o bize acır elbet!”

Dualarını henüz bitirmişlerdi, uzaktan uzağa bir köpeğin havladığını duydular.

Paul “İşitiyor musun?” dedi. “Gece inlerine geyikleri vurmaya gelen avcılardan birinin köpeği olacak.” Biraz sonra köpeğin havlamaları arttı.

Virginie “Hayır!” dedi. “Bana öyle geliyor ki bu bizim Fidèle’in sesi. Ben onun sesini tanırım. Bizim dağın eteklerine bu kadar yaklaştık mı dersin?”

Gerçekten biraz sonra ayaklarının dibinde idi; Fidèle havlayarak, uluyarak, inleyerek sık ormanlığın içinden göründü ve üzerlerine atılarak bin türlü şaklabanlıklarıyla yaltaklanmaya başladı. Onların bu şaşırmaları daha geçmeden köpeğin geldiği taraftan Domingue’in de kendilerine doğru koştuğunu gördüler. Bu iyi kalpli Arap’ın sevincinden ağladığını görünce Paul ile Virginie de kendisine hiçbir şey söylemeden ağlamaya başladılar. Domingue kendini toplayınca “Ah efendilerim!” diyordu. “Anneleriniz sizi ne kadar merak etti bilseniz! Kiliseye beraber gitmiştik. Dönüşte sizi evde bulamayınca öyle şaştılar ki! Marie bahçenin bir köşesinde çalışıyordu, ona sorduk, hiç haberi olmadığını anladık. Hemen oracıkta öteye beriye başvurup sizi arıyordum. Daha doğrusu sizi ne tarafta arayacağımı bilemiyordum. En sonra eski elbiselerinizi aldım. Fidèle’e koklattım, anlayışlı hayvan ne demek istediğimi sezmişti. Derhâl izlerinizi koklayarak sizi aramaya koyuldu. Daima kuyruğunu sallayarak beni Kara Dere’ye kadar götürdü. Orada oturanlardan birinden anladım ki siz kendisine affettirmek için kaçak bir zenci kadın götürmüşsünüz. Onu sizin hatırınız için affetmiş. Ama ne affediş! Kadını bana gösterdi: Ayağından zincirle bir kütüğe bağlanmış, boynuna köşeli çengelli bir halka geçirilmişti. Sonra hep etrafını koklayarak Fidèle beni Kara Dere tepesine çıkardı. Orada durdu, sesinin bütün kuvvetiyle havladı. Baktım: Orada kayalardan akan bir pınar, devrilmiş bir hurma ağacı ve hâlâ tüten bir ateş vardı. Nihayet beni buraya kadar getirdi. Biz şimdi Üç Meme Dağı’nın eteğindeyiz. Yerimize ferah ferah dört fersah uzaktayız. Buyurun biraz şunlardan yiyin, için, canlanırsınız…”

Bunu söylerken elindeki çöreği, yemişleri ve bir su kabağı içinde Hindistan ceviziyle limon, şarap ve şekerden yapılmış bir şerbeti uzatıyordu. Anneleri bu kuvvet ve ferahlık verici şerbeti onlar için hazırlamışlardı. Virginie zavallı esir kadının hâlini düşünerek içini çekti. Annelerinin merakta kalması da onu üzüyordu. İkide bir “Ah iyilik etmek ne zor şeymiş!” diyordu. Paul ile Virginie bir taraftan kahvaltılarını ederken Domingue öbür tarafta ateş yaktı. Kayaların arasında yemyeşilken çıra gibi alev saçarak yanan dalları eğri büğrü bir nevi ağaçtan bir meşale yaptı. Zira artık karanlık basmıştı. Fakat asıl güçlükler yola çıktıkları vakit kendini gösterdi: Paul ile Virginie adım atamayacak bir hâldeydiler; ayakları şişmiş, kızarmıştı. Domingue bir çare bulmak için onlardan ayrılıp uzaklara gitmek mi yoksa geceyi burada geçirmek mi daha doğru olacağını kestiremiyordu. Onlara bakıp gülerek “Nerede o günler?..” diyordu. “Sizin ikinizi birden kucağımda taşırdım! Siz büyüdünüz, ben ise ihtiyarladım, çöktüm…”

O, böyle ne yapacağını düşünürken birdenbire yirmi adım ötelerinde bir sürü kaçak zenci peyda oldu. Başkanları Paul ile Virginie’ye yaklaşarak “İyi kalpli küçük beyazlar, sakın korkmayınız.” dedi. “Biz bu sabah Kara Dere’den geçerken sizi gördük. Yanınızda zavallı bir kadın vardı. Zalim efendisine onu affettirmeye gidiyordunuz. Bu iyiliğinize karşı biz de sizi evinize kadar omzumuzda götüreceğiz.”

Adamlarına işaret etti. Ve en dinçlerinden dört kaçak zenci ağaç dallarından ve sarmaşıklardan çabucak bir sedye yaptılar. Paul ile Virginie’yi üstüne oturttular ve omuzladılar. Domingue meşalesiyle öne geçti ve bütün o vahşi sürüsünün haykırışmaları ve hayır duaları arasında kafile yola koyuldu. Bu hâllerden çok mütehassis olan Virginie, Paul’e “Görüyor musun kardeşim?..” diyordu. “Cenabıhak hiçbir iyiliği mükâfatsız bırakmıyor.”

Gece yarısına doğru kendi dağlarının eteğine vardılar. Tepesinde ateşler, ışıklar yanıyordu. Dağa çıkarlarken “Yavrularım, siz misiniz?” sesleriyle karşılandılar.

Hepsi birden “Evet biziz!” diye cevap verdiler. Çok geçmeden ellerinde yanan çıralarla, anneleriyle Marie’nin geldiğini gördüler.

Madam de la Tour “Yaramaz çocuklar!” dedi. “Ne yaptınız? Bizi merakımızdan çıldırtıyorsunuz… Nereden geliyorsunuz?”

Virginie cevap verdi: “Kara Dere’den geliyoruz, oraya kaçak esir bir kadının suçunu bağışlatmak için gitmiştik. Kadın sabahleyin buraya geldiği zaman açlıktan ölüyordu. Evin kahvaltısını ona verdim. İşte bu zenciler bizi getirdiler.”

Madam de la Tour kızına sarılarak hiçbir söz söyleyemeden öptü. Virginie annesinin gözyaşlarıyla yanaklarının ıslandığını görerek “Bana bütün çektiklerimi unutturdunuz anneciğim!” dedi.

Ötede Marguerite de pek şendi. Paul’e sarılarak “Sen de oğlum, sen de iyilik ettin değil mi?” diyordu. Çocuklarıyla birlikte kulübelerine döndükleri zaman kaçak zencilerin karınlarını doyurdular. Onlar da kalanlara sağlıklar dileyerek ormanlarına döndüler.

Bu mesut aileler için her gün bir huzur ve sükûn günü oluyordu. Kalpleri ne hırsın ne de kıskançlığın ezalarını duymuştu. Entrika ile kazanılan ve iftira ile kaybedilen dünya şereflerinde hiç istekleri yoktu. Kendi şahitleri ve kendi hâkimleri gene kendileri olmak onlara yetiyordu. Bütün Avrupa müstemlekelerinde olduğu gibi dedikoduya fazla kıymet verilen bu adada onların faziletlerini hatta adlarını bilen tanıyan yoktu. Yalnız bir yolcu Pamplemousses civarından geçerken “Şu yukarıki küçük kulübelerde oturanlar kimlerdir?” diye soracak olsa alacağı cevap “Pek iyi insanlardır!” olurdu. O menekşeler gibiydiler ki dikenli fundalar içinde onları kimse görmez fakat güzel kokuları ta uzaklardan duyulur.

Onlar bir kere konuşma programından dedikoduyu büsbütün çizip çıkarmışlardı ve bunda hakları vardı. Dedikodu her şeyin hakkını söylemek bahanesini taşıyarak mutlaka kin ile beslenir ve riyakârlığa bürünür. Çünkü insanların fenalığı hakkındaki inancımızı teyit eden bu dedikodular, onlara karşı tabii bir nefret uyandırmamak ve kötülere karşı sahte iyimserlik perdesi altında kinimizi saklamaksızın onlarla birlikte yaşamak olacak şey değildir. Böylelikle dedikodu başkalarıyla yahut bizzat kendimizle aramızı bozar. Bu bayanlar ise insanlar hakkında ayrı ayrı hükümler vermeksizin bütün insanlara karşı iyilik çarelerinden başka bir şey konuşmazlardı. İyilik için ellerinden bir şey gelmemekle beraber öyle yıkılmaz bir iyilik etmek arzuları vardı ki içlerini her zaman dışarı yayılmaya elverişli bir iyilikseverlikle dolduruyordu. Bunun için insanlardan ayrı yaşamakla onlar vahşileşmek şöyle dursun bütün bütün insanileşmişlerdi. El âlemin rezaletine ait dedikodular olmayınca konuşmalarının konusunu tabiattan alırlardı ve bu mevzular onlara zevk ve neşe verirdi. Bütün olanları ve olacakları elinde tutan gizli bir varlığa coşkunca hayran kalırlardı. Hep o varlığın bir ihsanı değil miydi ki şu yalçın kayalar arasında, kendi elleri vasıta olarak, feyiz ve bereket fışkırmış, aile muhitinde temiz, sade ve her zaman yenileşen masum zevkler yaşamakta bulunmuştu.

On iki yaşında iken on beş yaşındaki Avrupalı çocuklardan daha gürbüz, daha anlayışlı olan Paul, zenci Domingue’in kaba ziraatçiliğine bir güzellik vermişti. Onunla beraber civardaki ormanlara gidip orada rastladığı limon, portakal ve yuvarlak başının yeşili pek hoş olan demirhindi fidanlarını söker; meyvesi portakal çiçeği kokan şekerli bir kaymakla dolu hurma fidanlarıyla beraber bunları şu havzanın etrafına dikerdi. Ağaç tohumları dikerdi ki daha iki yaşında iken çiçeklenir, yemiş verirdi. Salkım salkım uzun beyaz çiçekleri bir avizenin billurları gibi sarkan agatisler, keten esmeri elmas küpelerini havaya doğru kaldıran Acem leylakları, incir yaprakları gibi geniş yapraklı başlığıyla, dalsız yeşil kavun rengindeki dimdik gövdesiyle göze çarpan papaya ağaçları…

Bunlardan başka elma, armut, bademiye, Hint armudu, Hint kirazı, avukat armudu, jacgs ve jamrose çekirdekleri de dikmişti. Bunların çoğu artık genç sahiplerine yemişlerini ve gölgelerini veriyordu. Onun hamarat elleri bu havalinin en çorak yerlerine de feyiz ve bereket vermişti. Sarısabırların türlüsü, kırmızı çizgilerle bölünmüş sarı çiçekleriyle Frenk incirleri ve bunların dikenli cinsleri kayaların kara tepelerinde yükseliyor ve dağın şurada burada sarp yamaçlarında sarkan mavi veya kızıl çiçeklerle süslü uzun Amerika sarmaşıklarına yetişmek ister gibi uzanıyorlardı.

Bu bitkiler öyle bir plan dairesinde dikilmişti ki bir bakışta hepsini birden görmek mümkün olabilirdi. Bu maksatla ortalarda az yükselen otlar, sonra ağaççıklar, daha sonra orta boylu ağaçlar, nihayet çevrenin sınırını teşkil eden yüksek ağaçlar geliyordu. Bir hâlde ki buğday ve pirinç tarlalarıyla geniş çayırları, sebzeleri, çiçekleri ve yemişleriyle bu koca saha, yeşil merkezinden bakılınca bir amfiteatr manzarası gösteriyordu. Şu kadar var ki Paul bu işleri kendi planına göre yaparken tabiatın planından ayrılmıyordu. Tabiattan aldığı ilhamlarla rüzgârla savrulan tohumların yüksek yerlerde, suda batmayanların su kenarında iyi yetiştiğine dikkat etmişti. Bu suretle her bitki kendi muhitinde yetişir ve her yer kendi yetiştirebileceği nebatın tabii süsleriyle bezenirdi.

Coşkun bir hâlde kayalardan taşıp akan sular ovanın şurasında burasında pınarlar, kaynaklar yapar, sonra bütün bu ağaçları, çiçekleri, yeşillikleri ve göklerin maviliğini göğsünde kucaklayan gümüş aynalar vücuda getirirdi.

Bu havalide arazi pek arızalı olmakla beraber bütün bu saydığımız şeyler bir bakışta görülebildiği kadar elle de tutulacak gibi idi. Doğrusu biz de kendisine bu işi başarması için yardım ediyor ve akıl öğretiyorduk. Havzanın etrafına önce bir yol açmıştı. Sonra bu yol çemberini ortasına birleştiren birçok yolcuklar daha yapıldı. İnişli yokuşlu yollardan istifade çaresini bularak ince bir düzenle bunlardan geziciler için kolaylıklar çıkarmış, yabani ağaçları ötekilerin arasında daha şirin göstermeye muvaffak olmuştu. Şimdi şu yolları tıkayan ve adanın her tarafını dolduran çakıl taşlarından şurada burada kümeler yapar, diplerine toprak döşedikten sonra gül fidanları ve Amerika sinamekisi gibi taşlı yerlerden hoşlanan fidancıklarla oralarını süslerdi. Çok geçmeden bu cansız ve neşesiz kümelerden, hayat fışkırmaya başladı. Dilber yeşillikler arasında parlak renkli çiçekler gülümsedi. İki tarafı ağaçlı hendekler, kenarlarına dikilen ağaç dallarıyla öyle kubbeli mağaralar vücuda getirmişti ki oraya güneş nüfuz edemezdi ve günün sıcak zamanlarını gidip onların serinliklerinde geçirirlerdi. Bu yollardan biri sizi yabani ağaçların bir kümesine götürür ki rüzgâr değmeyen ortasında yemiş yüklü bir ağaç büyür. Ötede bir harman yeri, beride bir yemiş bahçesi; yolların birinden kendi evleri, öbüründen tepeleri bulutlara karışan dağlar görünür.

Sarmaşıklara dolanan sık bir koru o kadar loştur ki güpegündüz bile göz gözü görmez. Onun yanında dağdan ayrılan şu büyük kayanın tepesinden bakılınca bütün bu havza, uzakta bir deniz ve o denizin lekesiz, parlak düzlüğünde ara sıra bir geminin, Avrupa’dan gelen veya oraya dönen bir yelkenlinin kanat açtığı görülürdü. İşte bu kayanın üzerinde idi ki akşamüstü bütün aile efradı toplanır, sessiz havanın serinliği içinde çiçeklerin kokusunu içine çeker, suların şarıltısını dinler, ışık ve gölgelerin son oyunlarına gözleri dalardı.

Bu labirentin böyle izbe güzel yerlerine vermiş oldukları adlar kadar hiçbir isim şirin olamaz. Demin size anlattığım şu kayanın bulunduğu yerden baktıkları vakit benim geldiklerimi pek uzaklardan seçebildikleri için oraya “Dost Yolunun Gözcüsü” adı verilmişti. Denizde bir gemi görüldüğü vakit dağın tepesine sancak çektikleri gibi, Paul ile Virginie de beni ta uzaktan gördükleri vakit burada kendi yetiştirdikleri bambu ağacının tepesinde bir mendil sallandırırlardı. Ben de bu ağaçta bir hatıra bırakmak, gövdesine bir şey kazımak istedim. Ne zaman yolculuk ederken eski bir anıt veya bir heykel görsem onu görmekteki zevkim yazılarını okumakla bir kat daha artar. O zaman bana öyle gelir ki asırlardan süzülen bir insan sesi o taşları dile getiriyor ve mermerden sızarak çöller içinde yükselen o ses oradaki adama yalnız olmadığını, kendisinden başka birçok kimselerin aynı yerlerde duymuş, düşünmüş ve muzdarip olmuş olduklarını söyler. Eğer bu kazıntı artık izi kalmamış eski bir millete ait ise o zaman ruhumuz geçmiş devirlerin sonsuz derinliklerine dalarak ve bir düşüncenin imparatorluk harabeleri üstünde bile kalıp yaşayabileceğini bildirerek kendisinin ölmezliği hissini verir. Bunun için Paul ile Virginie’nin bayrak direği yerine kullandıkları bu küçük ağaca Horatius’tan şu beyitleri kazıdım:

“… Fratres Helena, lucidas sidera,

Ventorumque regat pater,

Obsrictis aliis praeter lapiga.”

Sizler gibi güzel bir yıldız olan Helene’nin kardeşleri ve rüzgârların babası kılavuzunuz olsun ve sizin için yalnız sabah rüzgârını estirsin.

На страницу:
2 из 3