bannerbanner
Ordusunu Arayan Kumandan
Ordusunu Arayan Kumandan

Полная версия

Ordusunu Arayan Kumandan

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 6
“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış…”

NECİP FAZIL’IN ŞİİRİ

Necip Fazıl’ın şiirini başkalarının açıklaması kadar abes bir şey yoktur. O poetikasında kendi şiirini yine kendi açıklayan bir şair, aynı zamanda kendi kendisinin münekkididir. Müthiş “ben” duygusuna sahip şair, yine başkalarına fırsat vermeden “ben”ini didik didik eden, onunla uğraşan, nefsini yerden yere vurma beceresi gösteren bir nefs muhasebecisidir aynı zamanda.

Orhan Okay, onun bu hasletini şöyle açıklar: “Cyrano de Bergerac, çok uzun olan burnuyla alay edenleri susturarak burnu hakkında en güzel hicivleri kendisi yapar ve karşısındakilere ‘Ama sizin hiçbirinize bunların tekini söyleme fırsatı vermem.’ der. Necip Fazıl da öyle.”

Dolayısıyla Necip Fazıl’ın şiirini tahlil ederken onun “Çile”nin sonuna yerleştirdiği “Poetika”sını göz önünde bulundurmak icap eder.9

Şiire başladığından çeyrek asır sonra şiirini bir poetika çerçevesine oturtmak, bir dünya görüşünün hizmetine koşmak ihtiyacı hissetmiştir. “Anladım işi, sanat, Allah’ı aramakmış.” mısrasında dile getirdiği gibi artık hafakanların şairi, estetik iman ve estetik çırpınışlarını, mistik imanın dingin atmosferine çekmek zarureti duyacaktır.

Nefsi ile kaderi karşılaştıran ve önceki hayatında kaderi, nefsinin karşısında dize getiren şair; bu atmosferde, kaderin karşısında kendi nefsine diz çöktürmüştür.

Kaldırımlar şairi meşhur oluşundaki bu şiire ebediyen sahip çıkmıştır. Nefsine diz çöktürmeyi bilen Necip Fazıl, bazı hafakan şiirlerini; poetikasının sınırlarını tespit ettiği ve Arvasi ile karşılaşması öncesi ve sonrası dönemleri birbirinden ayıran dönemeçte süzgeçten geçirmiş ve önceki hayatıyla yeni hayatını bütünleştiren tabiatına sahip çıkmıştır. Zaten başka ne yapabilirdi ki? Depreşen ruhunun çileli duyuşlarının, Allah’a yönelmede vazgeçilmez köşe taşları olduğunu nasıl inkâr edebilirdi ki?

Necip Fazıl’ın şiirlerinde kuvvetli bir “ben” duygusu vardır.

Sürekli içindeki “ben” ile uğraşan, zaman zaman bu “ben”e âşık olan ve zaman zaman “ben”ini başka hiçbir kimsenin yapamayacağı kadar ayaklar altına alan kaldırımlar şairi; böyle bir nefis muhasebesini ve içe dönüklüğü ancak sokaklar, hafakanlar, geceler, otel odaları, gibi unsurlarla mücehhez “Bodlervari” şiirlerle açıklayabilirdi.

Mutlak hakikati arama işi olunca şiir, elbette ki pek çetin bir ihtisas alanı da olmaktadır ister istemez. Sadece ne yaptığını bilmesi yetmez şairin, o vakit niçin ve nasıl yaptığının da ilmine sahip olmak gerekir.

Mutlak hakikati arama ilimde de olur, şiirde de. İlim, mutlak hakikati polis tavrıyla arar. Beldesi, mahallesi, nöbet kulübesi, geçtiği sokaklar, çaldığı kapılar, iş bölümü, vazifesi, vakti, imkânları, hülasa bütün zaman ve mekân ölçüleriyle tabak gibi açık ve meydandadır. Oysa şiir, mutlak hakikati daha cerbezeli arar. Kimi zaman fevkalade sarp ve dolambaçlı yollardan geçer; kimi zaman kestirme ve imtiyazlı yollardan.

“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış…”

Artık şiirin konusu olan sokaklar, hafakanlar, kadınlar, ölüm, insan, daüssıla vs. sadece ona götüren birer kilometre taşlarından ibarettir. Hafakanların, gecelerin, otel odalarının, sokakların, kaldırımların şairi; iç muhasebesinde kendi kendisiyle yorucu ve bitmeyen bir uğraşın, bir dönemeçten sonra başını daha ulvi bir gayeye satarak kanatlandırıcı lezzetini duymaya başladığını düşünür.

Fikir çilesinden sonra kavramlarındaki büyük dönüşüm, gece bir hendeğe düşercesine, gaiplerden bir ses gelerek gerçekleşecektir. “Örümcek Ağı”ndan ve “Kaldırımlar”dan sonra artık kendini açıklayacak kitap ismi: “Sonsuzluk Kervanı” ve “Çile” olmalıdır.

“Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam,Gezdirsin boşluğu ense kökünde!Ve uçtu tepemden birdenbire dam;Gök devrildi, künde üstüne künde…Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent,Ok çekti yukardan, üstüme avcı.Ateşten zehrini tattım bu okun.Bir anda kül etti can elmasımı.Sanki burnum değdi burnuna (yok)un.Kustum, öz ağzımdan kafatasımı.”

Türk Bodler’i

“Kustum öz ağzımdan kafatasımı” gibi mısraların, Bodler’in şiir dünyasından aparıldığına dair edebiyat çevrelerinde hayli yorum çıktı. Mesela Sabahattin Ali, “İçimizdeki Şeytan” adlı romanında bir dönem aynı ortamı paylaştığı Necip Fazıl’ı eleştirirken onun Bodlervari “tükürdüm ağzımdan kafatasımı gibi mısralar karaladığını” yazar. Gerçekten de Baudelaire’in (1821-1867) şiirine konu olan ölüm, kadın, şehir, sokak, hafakanlar vs. ile bunları şiirde üsluba çekiş arasında müthiş benzerlikler görülmektedir.

Bodler’de de şiirine konu olan unsurlar birer fikir hâlinde tebellür eder. Nefis, kadın, melek, şeytan vs. hep bir fikirdir. “Bir fikir, bir şekil, bir mahluk / Gökten kalkmış ve düşmüş / Çamurdan ve kurşundan bir gayya içine…”

Bodler’in şiirlerini Necip Fazıl’ınkilerle karşılaştıran ve Fransız şairin etkisini ortaya koyan Ali İhsan Kolcu, iki şairin kelime dağarcığının da benzer olduğuna dikkat çeker: “Bütün bu metinler arası benzerlikler ya da tema ve motif tesirlerinin yanında genel anlamda Baudelaire’in, Necip Fazıl üzerindeki tesirini gösteren başka bir hususa dikkat çekmek gerekir. Söz konusu ettiğimiz husus her iki şairin kullandığı kelime dağarcığının büyük bir benzerlik göstermesidir. Baudelaire’in söz dağarcığını süsleyen, tabut, keşiş, papaz, rahip, gece, karanlık, leş, böcek, bela, afyon, fikir, his, içki, İsa, Musa, gökyüzü, cehennem, cennet, hafakan, cinnet, ukde, şehir, kan, aşk, peri, cin, ölüm, toprak, uçurum, renk, ses, koku, şekil, rüya, yolculuk, dans, paçavra, ihtiyar gibi kelimeler aynı zamanda Necip Fazıl’ın şiirlerinde kullandığı söz varlığını oluşturur.”10

Necip Fazıl’da Bodler etkisine rağmen o, Türk edebiyatında ilk defa içe dönük şiiri yazan şairdir ve Türk şiirinde bir ilki başlatmıştır. Türkçesi, üslubu, metafizik ürpertisi, onu gerçekten büyük bir şair yapmıştır. Edebiyatın bütün dallarında eser vermesine rağmen şairliği hepsine galabe çalar.

“Necip Fazıl her şeyden önce büyük bir şairdir. Diğer bütün fikir ve yazı faaliyetleri bu özelliğinden sonra gelir ve yaptığı her şey, şair Necip Fazıl’ın damgasını taşır. Sanatların sultanı saydığı şiirde, metafizik tarafı ağır basan karmaşık ruh dalgalanışlarını, insanın ihtiras, acz ve teslimiyetini; fikri, şiir hâline getiren telkin kudretini; tiyatroda, şiirindeki temalarda derinleşmesini; gazete ve dergi yazılarında, günlük fıkralarında belagatini, yer yer son derece sert ve hırçın, muhatabını acze ve yılgınlığa düşüren üslubunu; mantık, muhakeme ve bütün unsurları ile polemik gücünü; fikrî, siyasî, tarihî eserlerinde tezciliğini, neticeten bütün eserlerinde dehasını ortaya koymuştur. Üslup kudreti en büyük silahı olmuştur. Türkiye’nin Baudelaire’i, bir mısrası Türk’ün şerefini kurtarmaya yeter, edebiyatı iptizalden kurtararak ona ruhun asaletini veren, dâhiler dâhisi, gibi sıfatlarla anılmış olan Necip Fazıl’ın şiiri, büyük şehrin kuşattığı çerçeve içindeki dar berzahlarda azap çeken bir ruhun çırpınışları olarak tarif edilir. 1962’de ‘Çile’ adlı şiir kitabını çıkarırken eserin sonuna eklediği ‘Poetika’da şiir hakkındaki görüşlerini: ‘Şiir derin bir çiledir… Üstün bir nizamın sırrına ermeyenler onu başaramazlar…’ şeklinde ortaya koyar.”11

Necip Fazıl’ın şiiri, mutlak hakikati arama, yani Allah’a adanma işiyse de bu transandantal duyuşları içinde, yine diğer bütün unsurlar, fikir hâlinde menzil içinde şuraya buraya yerleşirler.

“Nesin sen, hakikat olsan da çekil!Yetiş körlük yetiş, takma gözde cam!Otursun yerine bende her şekil;Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!”

Çevre, sevdikleri, hep birer şekil veya fikir hâlinde şairin estetik dünyasını oluşturmada müspet unsurlar gibi görünseler de bunların zıddı olan ve fakat fikir ve şekil bakımından meçhulü kurcalamaya fırsat veren başkaca unsurlar daha belirleyici olurlar.

Diğer şiirlerinde şairi kendine çeken meçhul ve müphem ne varsa artık “Sonsuzluk Kervanı” ve “Çile” şiirlerinde hizaya sokulmuştur.

Artık fikir ve şekil bir yöne mütemayildir. Ama bunun da öyle kolay ve rahatlatıcı olmaması lazımdır. Artık bütün arayışların, o heyecanlandıran, şehvet, nefis, gece, kadın, teselli fırsatları, cinnet, hafakan, ne varsa hepsi bir kutlu arayışa çevrilmelidir. Bu arayış akrep sokmalarından, ateşten, cımbızdan daha büyük bir işkence olan fikir çilesidir. Bu fikir çilesi belki de içinde sürüklenilen şehvet, kumar, şehir, çevre batağında yaşanan her şeyi de içine almaktadır. Zira başkaları için şerbet olan, şair için kum dolu çanaktır. Annesinin duasından yaşanan ana kadar böylece her şeyin daha anlamlı bir bütüne kalp edilmesi mümkün hâle gelecektir.

“Bir fikir ki sıcak yarada kezzapBir fikir ki beyin zarında sülük.Selâm, selâm sana haşmetli azap;Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!Ey yedinci kat gök, esrarını aç!Annemin duası, düş de perde ol!Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!Uyku katillerin bile çeşmesi;Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.Teselli pınarı, sabır memesi;Size şerbet, bana kum dolu çanak.Bu mu rüyalarda içtiğim cinnet,Sırrını ararken patlayan gülle?Yeşil asmalarda depreniş, şehvet;Karınca sarayı, kupkuru kelle…Akrep nokta nokta ruhumu sokmuş,Mevsimden mevsime girdim böylece.Gördüm ki ateşte, cımbızda yokmuş.Fikir çilesinden büyük işkence.”

Fikir Çilesi

Fikir çilesi tam da şairin tarif ettiği gibidir fakat burada fikir zaten daha başta olduğu gibi sadece şekilden ibarettir ve biraz da öyle kalmaya mahkûmdur. Çünkü zaten ilmin dolambaçlı yollarından değil de şiirin imtiyazlı ve kestirme yollarından gidilecektir.

Sihirbaz, büyücü, rüya, mavi ışık, kükürtlü duman, aynalar, Kafdağı, zerre, arş, öküz, kelebek, inişler ve çıkışlar elbette ki şekiller hâlinde hakikatten bazı işaretler taşımaktadırlar. Burada estetik bir imanın, dinî imana kanatlandıran içsel hareketini, ya da dinî imanın estetik imanla teçhizatlanışını görmekteyiz. Şekiller, fikirler hâlinde bize metafizik bir ürperti vermektedir.

“Evet, her şey bende bir gizli düğüm;Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,Yetişir çektiğim mesafelerden!”

Zaten örnek aldığı şiirde de tanrısal imajlar, metafizik ürpertiler vardır. Burada şair ötelere, metafiziğe, Tanrı düşüncesine çok daha kestirmeden varma kararındadır. Benliğini, nefsini, iç dünyasını böylece tanıma fırsatı bulur. Şeytansı, nefsi engeller şairane tarif edilmelidir. Sonunda yine kendi içinde yakalanacaktır varmak istenen. Bütün her şey, her hareket, inişler, çıkışlar hep kendi içindedir…

“Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;Yollar bir yumaktır uzun, dolaşık.Her gece rüyamı yazan sihirbaz,Tutuyor önümde bir mavi ışık.Büyücü büyücü ne bana hıncın?Bu kükürtlü duman nedir inimde?Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,Bir zehirli kıymık gibi beynimde.”

Toz kanatlı bir kelebektir fikir. Minicik gövdesine Kafdağı yüklenmiştir. O hâlde Lugat’ın aradığı gerçek isim de yine kendisinden başka bir şey değildir.12

Burada hareket felsefesinin içe dönük devinimini, hatta Enel Hak düşüncesinin biraz daha hafifleştirilmiş hâlini görüyoruz.

“Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim,Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,Bir zerreceğim ki Arş’a gebeyim,Dev sancılarımın budur kaynağı!Ne yalanlarda var, ne hakikatta,Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.Boşuna gezmişim, yok tabiatta,İçimdeki kadar iniş ve çıkış.”

Şiirin son bölümünde artık gerçeğe ulaşılmış gibidir. Şair iç dünyasındaki iniş ve çıkışları takip ederek mutlak hakikate erişme fırsatı bulmuştur. Bu her ne kadar birdenbire ve kestirme yoldan olmuşsa da bundan beis yoktur. Şiir zaten böyle imtiyazlı bir mahiyettedir. Yine nefsi azdıran, şehvetin sınırlarına iteleyen, kaldırımlarda sürükleyen gece, burada da bir başka rol yüklenecek; görünen yüzüyle karanlıklar, içteki, benlikteki aydınlığa ulaşmayı kolaylaştıracaktır.

“Gece bir hendeğe düşercesine,Birden kucağına düştüm gerçeğin.Sanki erdim çetin bilmecesine,Hem geçmiş zamanın, hem geleceğin”

Bütün kapalı kapılar açılacak, atlas sedirinde mavera dede; ilahi yapının eşiğinde, çok boyutlu âlemde binbir avizeyle karşısına çıkacaktır. Eşyanın zerresinin taşıdığı o kâinata muadil hareket fark edilecektir. Atomlarda cümbüş donanma, şenlik hâlindeki bu hareket, o mutlak hakikat nuruna götürecektir insanı. Hem o nura götürecektir hem de o nurla kaplanmıştır.

O büyük nizamın içinde boğulma, ezel ve ebed fikrine, duygusuna kanatlanma anlamı taşımaktadır artık. Böyle bir ahenk, bir büyük birliktir, şairin gölge varlıklarda artık barınabilmesi zordur.

Burada Eflatun felsefesine, “eşyanın gerçekte fikirler dünyasının birer gölgesi olduğu” düşüncesine atıf vardır. Gerçek bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığına göre, şairin cüce sanatla uğraşması abes kaçacaktır; onun gözü artık büyük sanatkârlıktadır.

“Kaçır beni ahenk, al beni birlik;Artık barınamam gölge varlıkta.Ver cüceye, onun olsun şairlik,Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.”

Büyük sanatkârlıkta gaye ötelere uzanmaktır. Gökte Samanyolu onundur, dipsizlik gölünde inciler onun. Böyle olunca da o zorlu nefis, şairi her gece batağa sürükleyen nefis, bu sonsuza yönelen benliğin önünde eğilecek, diz çökecektir. Zaten bütün mesele de özellikle şairde daha fazla olan o zorlu nefsin çökertilmesidir.

“Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!Heybem hayat dolu, deste ve yumak.Sen, bütün dalların birleştiği kök;Biricik meselem, sonsuza varmak…”

Necip Fazıl’ın birinci vasfı şair oluşudur. Aynı zamanda bir tiyatro yazarıdır. Senaryo romanlar yazmıştır, roman ve hikâye yazarıdır. Gazetecidir, deneme ve fıkra yazarıdır; “İdeolocya Örgüsü” ve “Büyük Doğu” ile bir ideologdur. Ama Üstad ve Sultan-ı Şuara unvanlarını şairliğinden almıştır.

Annesinin arzusu istikametinde şair olmaya azmetmiş genç Necip Fazıl’ın Fransa’da tahsile gönderilmesi ve burada özellikle de Baudelaire’in zengin metafizik duyuşları ve hafakanlı şiirleriyle karşılaşması, şiirinin şekillenmesinde şüphesiz önemli bir faktör olmuştur.

Türkiye’ye geldiğinde kendi edebî çizgisini bulacak olan şair, Mehmed Akif’in toplumcu Müslüman şiir dünyasını, ben merkezli içe dönük Müslüman şiir dünyasına dönüştürmüştür. Bunu belki bilmeden yapmıştır ama Akif’ten tamamen farklı bir kaygıyla ve kendi iç dünyasıyla uğraşırken yine onun konularıyla ve yine temelde aynı inançla farklı bir şiir yapısı ortaya çıkarmıştır.13

1925 yılında “Örümcek Ağı”, 1928’de “Kaldırımlar”, 1932’de ise “Ben ve Ötesi” yayımlanmıştır. Bu üç şiir kitabı, şairin birinci dönemine ait eserlerdir ve daha sonra yayımlanan “Şiirlerim” ve “Çile” isimli kitaplarının önsözünde “şairi, kitaplık çapta vazifeli görenlerin ölçüsüne inandığını” belirterek, şairin kitaplık çapta tecellisine hasretini ilk defa “Çile” için ifadelendirmiş ve daha önceki döneme ait tasarrufun kendisine ait olduğunu haykırmıştır

“Mal sahibi bensem bunları istemediğim, tanımadığım ve çöplüğe attığım bilinsin… Attıklarım, aldıklarımdan çok olan eski şiirlerimi yenileriyle demetledikten ve bu kitapta derledikten sonra meydana gelen şu kadar parça şiir, şu ana kadar şairliğimin tam ve eksiksiz kadrosu oluyor.”

“Sonsuzluk Kervanı” 1955’te yani hayli zaman ara verdikten sonra yayımlanmıştır. 1962’de ise “Çile” yayımlanmış; daha sonra “Şiirlerim” adında toplanan şiirler yine “Çile” ismi altında defalarca yayımlanmıştır. “Çile”, yirmiye yakın baskı yapan ve edebiyatımızda “Safahat”tan sonra en çok satan eserler arasındadır.

“Çile”nin birinci bölümünü “Allah” başlığı altında başta “Çile” olmak üzere on beş şiire ve yirmi beş beyite ayırmıştır. “Çile” ikinci dönem şairliğinin belli başlı şiirlerindendir. 1947 ve 1958 yılında yazılmış iki şiirin dışındaki şiirler 1972 ve sonrasına aittir.

“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum…”

1934 yılına ait bu beyit, Arvasi Hazretleri’yle karşılaşmasından sonra kaleme aldığı bir şiirdir ve ömrünün önceki otuz yılını gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmakla yorumlamıştır. Yine aynı bölümde poetikasına yön veren sloganı buluruz:

“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış…”

Bu mısralar da 1939 yılına ait. Yani “Çile”nin yazıldığı yıla…

Allah’a Yakın İnsan

İkinci bölüm “İnsan” başlığını taşıyor. “Şiirlerim” adlı kitapta “İnsan” bölümünün başında “Ben” şiiri var. Hani Üstad’ı en iyi tarif ettiğine, onun müthiş egosunu ortaya koyduğuna inanılan şiir. “Ben, kimsesiz seyyahı, meçhuller caddesinin / Ben, yankısından kaçan çocuk, kendi sesinin… Hep ben, ayna ve hayal; hep ben, pervane ve mum / Ölü ve Münker Nekir; baş dönmesi, uçurum.” “Çile”nin “İnsan” bölümünde ise yeni bir düzenleme yapılmış ve “Peygamber” şiiri bu bölümünün başına yerleştirilmiş, sonra “Sonsuzluk Kervanı” ve ardından “Bendedir” ve “Ben” şiirleri.

Daha önceki kitaplardan birine ismini veren “Sonsuzluk Kervanı” beşlikler hâlinde ve a/b/b/a/a/a kafiye düzenindedir ve ilk mısra ile son mısra birbirinin aynısıdır. Burada üç ayakla seken topal köpek benzetmesiyle şairin nefsiyle ne kadar uğraştığı vurgulanmaktadır. Bu bölümde yer alan 1924 yılına ait “Serseri” şiiri de Üstad’ın atamadığı şiirleri arasındadır. Bu şiir bir Necip Fazıl klasiğidir.

“Yeryüzünde yalnız benim serseri,Yeryüzünde yalnız ben derbederim.Herkesin dünyada varsa bir yeri,Ben de bütün dünya benimdir derim.Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı,Aradım bir ömür, arkadaşımı.Ölsem dikecek yok mezar taşımı;Halime ben bile hayret ederim.Gönlüm ne dertlidir, ne de bahtiyar;Ne kendisine yâr, ne kimseye yâr,Bir rüya uğrunda ben diyâr diyâr,Gölgemin peşinden yürür giderim…”

Yine aynı döneme ait 1928 yılında yazılmış bir şiiri de “Nefs” adını taşımaktadır. Bu da Üstad’ın en güzel şiirleri arasındadır ve onu da atmaya kıyamamıştır. Bu şiir, şairin o güçlü nefsinin yine kendisi tarafından tarif edilerek ondan sıyrılma çabasının ifadesidir. Daha sonraki şiirlerinde bu nefsi yine aşağılayacak ama bu sefer İslami terminolojiye oturtacaktır.

“Geceler toprağa benimle inmiş.Kasırga benimle kopmuş denizde.Sanırım vebalı elim gezinmiş,Çürüyen ağaçta, hasta benizde.Cinnet, şüphe, korku benim eserim;Sıcak kalbinizde gizlidir yerim,Bir kurdum ki sizi hep diş diş yerimVe gezerim her gün elbisenizde…”

Ve ardından uzun bir ara ve yine birinci bölümdeki gibi 1972 sonrasına ait şiirler… “Benim nefsim, benim nefsim ne köpek!”(…) “Nefsimin ardından koştum perişan.” (…) “Nefs isimli o kâfir…”

“İnsan” adlı bölümde, şairin öldüğü 1983 yılına ait şiirler de var (Doymayan nefs, gözünü kara toprak doyursun / Soframıza açlığı besleyenler buyursun!); fakat bunları aralara serpiştirdiği hâlde, 1939 yılına ait bir beyitini bölümün sonuna yerleştirmeyi uygun bulmuş.

1939’da yazılan “Vasiyet” adlı şiiri de yine bir Necip Fazıl klasiğidir:

“Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam;Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam…”

Ölümün Musavviri

Üçüncü bölüm: “Ölüm”. Gerçekte Üstad’ın şiir dünyasının atardamarı bu kavramdır. Onun en güzel işlediği konuların başında gelir. Daha önceki baskılarda “Şehir” ve “Tabiat” bölümlerinden sonra gelen “Ölüm”, son baskılarda üçüncü bölüme yerleştirilmiştir. Âdeta 1972’den itibaren yazdığı yeni şiirler, onun daha önce adını koyduğu bölümleri / konuları takviye anlamı taşımaktadır. Üstad şiirine “Poetika”sında da belirttiği gibi, “Allah”ı arama payesi biçtiğine göre, şairliğine bu minval üzere çekidüzen verilmesi zaruridir.

İlk baskıların birinci şiiri olan “Ölünün Odası”nda tarif edilen ölüm de sonraki şiirlerinde yine bu çekidüzen verme isteği doğrultusunda mutmain bir nefsin bekleme duygusuna dönüşmüş; fakat ölüm korkusu, daima şairin bütün benliğini işgal etmeye devam etmiştir.

“Bir oda yerde bir mum, perdeler indirilmiş;Yerde çıplak bir gömlek, korkusundan dirilmiş.Sütbeyaz duvarlarda, çivilerin gölgesi;Artık ne bir çıtırtı, ne de bir ayak sesi…(…)Sarkık dudaklarının ucunda bir çizgi var;Küçük bir çizgi, küçük, titreyen bir ân kadar.Sarkık dudaklarında asılı titrek bir ân;Belli ki birdenbire gitmiş çırpınamadan.Bu benim kendi ölüm, bu benim kendi ölüm;Bana geldiği zaman, böyle gelecek ölüm…”

Bu tarif, bu gözlem, bu telaş, bu korku, bu ölü ve çevresinin her anını teşhis ve tespit, şairde ölüm korkusunun ve onun yarattığı metafizik duyuşların, daha şairliğinin ilk dönemlerinden itibaren karakterini biçimlediğine delildir.

Mehmed Akif’in şiirindeki o zengin resim, toplumcu şairin ruhçu ama kendi benliğini, şair ruhunu fazla şiirine katmadan tebellür etmektedir. Necip Fazıl’da ise bizde eksik olan kişisel zaafların, benliğin, korkuların, nefsin doğrudan şiirdeki bu resmin mütemmim cüzü hâline geldiğini görüyoruz.

“Ya bin yıl, ya bin asır sonra o gün gelecek.Koklarken küllerimi mezarımda bir böcekO kadar yanacak ki bir yüksüklük toprağım,Yerden bir damar gibi kopup fışkıracağım!(…)Bir tatlı vehim gibi içimi bayıltacak;Toprağın, koşacağım, üzerinde yalnayak;Şehrin dolaşacağım kuş gibi etrafında;Bir beyaz hayaletin upuzun çarşafında,Gezeceğim, doğduğum evin odalarını…”

Çocukluğuna, doğduğu evin odalarına kadar uzanan şair, bütün şiir dünyasını şekillendiren konağın hem kavram ve değerlerini yaşamakta; hem de o ev, onun dünyevi hayatının ve ötelere açılan kapıların leitmotive’i olmaktadır. Evin odaları, kimi zaman otel odalarına, münzeviliğinin tabii çevresine dönüşüyor; kimi zaman da bir tabut hâlini alıyor.

“Her yandan küçülen bir oda gibi,Duvarlar yanaşmış, tavan alçalmış.Sanki bir taş bebek kutuda gibi,Hayalim, içinde uzanmış kalmış.(…)Ölenler yeniden doğarmış; gerçek!Tabut değildir bu, bir tahta kundak.Bu ağır hediye kime gidecek,Çakılır çakılmaz üstüne kapak?”

Bu bölüm sonunda da bazıları eski döneme, bazıları yeni döneme ait beyitler yer almaktadır. Edebî metinlere çokça girmiş bir uyarıdır bu:

“Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden;Soruversem: Haberin var mı öleceğinden?”

1977 yılına ait bir beyitle de bölüm sonunda yine ölüm gibi çetrefilli bir kavram hizaya sokuluyor:

“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber…Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?…”

Kaldırımlar Şairinin Şiir Dünyasında İki Şehir

Şehir, şairin baş tacı kavramları arasındadır. Doğduğu konak, konağın içindekiler, kadın, sevgili, anne, nefs-insan, ölüm hissi, sokaklar, kaldırımlar hep o şehrin fikirleridir bir anlamda… Kaldırımlar şairi olarak da bilinen Necip Fazıl’ın bu şiiri “Şehir” bölümünün ilk şiiridir. “Kaldırımlar” üç şiirdir. Burada da daha sonra “Çile Şairi” olacak olan Üstad’ın, geceleyin sokağı tarif edişiyle başlar şiir. Sokakta, geceleyin, bir adam yürümektedir ve bu adam kendinden başkası değildir; şair handiyse bu adamı bir başka gözle takip etmektedir:

“Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;Yürüyorum arkama bakmadan yürüyorum.Yolumun karanlığa saplanan noktasında,Sanki beni bekleyen bir hayâl görüyorum.”

Kaldırımlar, şairin benliğiyle o kadar sarmaş dolaş olur ki; artık o, tıpkı kadın fikri gibi bir fikirdir; çilekeş yalnızların annesi olur bazen, bazen de o fikri oluşturacak olan içinde kıvrılan dildir. Kaldırımların çocuğu, onlardan anne şefkati gördüğünden emindir ve ölürken de onun kucağında olmak istemektedir:

“Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,Ölse kaldırımların kara sevdalı eşi…”

Ölürken erişilmeyecek bir eş hâline dönüşen kaldırımlar, bir şiirle yetinilmeyecek bir kavram olup çıkmıştır şair için. İkinci şiirde artık bir gayedir o. Bir postnişin. Onu bataktan çekip çıkaran bir mürşit. Fahişe yataklardan kaçtığında ruhunun ateşini söndürebileceği sığınak.

“Başını bir gayeye satmış kahraman gibi,Etinle, kemiğinle sokakların malısın!Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!”

İkisinin de ne eş ne arkadaşları vardır; sükût gibi münzevi, çığlık gibi hürdürler. Birbirini en iyi ancak ikisi anlayabilir. Kaldırımlar geceyi öyle bir hâle sokar ki gecenin kendisi bile bir kadın, bir esmer kadın olur.14

Şehrin parçalarından biri de otel odalarıdır. Gerçekte “Şehir” bölümü ile “Ölüm” ve “Kadın” bölümleri iç içedir. Bunların hangi bariz vasfından ötürü o bölümde yer aldığı tartışma götürür.

“Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere,Otel odalarında, otel odalarında!..”

Şehir şair için hep hafakanların, yalnızlığın, kadın ve ölüm duygusunun depreştiği yerlerin yekûnudur. Şehir bölümünde yer alan “Otel Odaları” gibi “Bacalar”, “İstasyon”, “İskele”, “Sokak” şiirleri de ölüm, yalnızlık, beklenen sevgili vs. duyguların ferdîmünzevi bir şairin içe dönük eserleridir. Bu bölümde farklı olan ve şehre değerleriyle birlikte bir kimlik izafe eden; şehri İstanbul olarak ayırt eden iki büyük şiir vardır: “Canım İstanbul” ve “Karacaahmet”.

“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.İçimde tüten şey; hava, renk, edâ, iklim;O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale;Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.İstanbul benim canım;Vatanım da vatanım…İstanbul,İstanbul…”

Medeniyet kimliğini bu şiirde terennüm eden şair; tarih, din, müzik, mimari gibi bütün unsurlarıyla şehri tarif ederken yine de arada ölüm duygusunu ve tahlillerini ifade etmekten imtina edemez. Minareler şehadet parmağı gibi göğe yükselirken; Üsküdar’da evlerin camları her akşam batan günün yansımasıyla yangın yerine dönüp de cumbalı odalarda “Kâtibim” çalarken; ölümün yani tarihin, mezardakilerin, yaşanan hayattan daha canlı bir mahiyet arz ettiği, daha canlı unsurlar ihtiva ettiği hatırlatılır.

На страницу:
2 из 6