![Taaffüf](/covers_330/69429235.jpg)
Полная версия
Taaffüf
Komedya başladı ha!
Daha doğrusu dram başladı dram! Zira Rasih Efendi mektup parçalarını alarak ve gayet muzdarip ve ümitsiz bir tavırla acilen odadan çıkıp kaybolduktan beş altı dakika sonra, ondan daha ziyade muzdarip ve ümitsiz bir tavırla ve yıldırım gibi bir süratle Saniha Hanım geldi. Aradaki beş dakikalık fasılayı zavallı Peyker, büyük bir hayretle içinde geçirmiş idi. Şu kâğıt parçalarına efendisinin verdiği bu fevkalade ehemmiyete henüz akıl erdiremiyordu. Ona ek olarak bir de hanımefendinin acayip bir tavırla odaya girdiğini görünce Peyker bütün bütün şaşırdı. Bu şaşkınlık ile bir pencere perdesine doğru gidip korku hâli ile dizlerinin titremekte bulunmasından dolayı düşmemek için duvara dayanarak âdeta lal oldu kaldı.
Zavallı cariye bu hâllere nasıl duçar olmasın ki. Yıldırım kızgınlığıyla odaya giren hanımın kendini görecek gözleri yoktur. İşte gözlerinden şimşekler çakıyor. Birer ateş parçası hükmünü alan gözlerini halının üzerine dikip her tarafa gezdiriyor. Sanki bir şey kaybetmiş de onu arıyor. Yerlere o kadar dikkatli bakıyor ki aradığı şey bir pul iğnesi olsa görüp bulabilecek. Evet, iğneyi görüp bulabilecek ama pencere dibindeki koskocaman cariyeyi göremiyor.
Neden sonra Peyker’i de gördü. Dikkat ediyorsunuz ya? Peyker’i gördü ama gözlerinin Peyker’e tesadüfü sanki bir umacıya rast gelmiş imiş gibi o genç o güzel kadını ürküttü. Bilmelisiniz ki Saniha güzel olduğu kadar da mağrurdur. Bu âcizlik hâlini, bu yaratılışça olan zaafını bir cariyeye göstermek istemez. Dolayısıyla Rasih derecesinde büyük bir azim ile o da nefsini zorlayarak Peyker’i konuşturmaya başladı.
Saniha: “Peyker, efendi gelmiş öyle mi?”
Peyker: “Görmedim efendim.”
“Gelmiş gelmiş, hatta buraya girmiş.”
“Görmedim efendim, ne zaman gelmiş?”
“Şimdi gelmiş.”
“Ben deminden beri buradayım. Siz buradan çıkar çıkmaz ben geldim. Çıktığınızı duydum da belki bir hizmetiniz vardır diye geldim. Fakat ne efendiyi gördüm, ne başka bir kimseyi.”
“Buraya girdiğin zaman ortalıkta neler gördün?”
“Birçok kâğıt parçaları gördüm.”
Hanımda bir hareket! Zavallı kadıncağız nefsini zorlamakta gücü kalmayarak bütün metanetini kaybetti. Sanki Peyker her sırra vâkıf olmuş. Dudakları titreyerek sordu ki:
“Onları ne yaptın?”
“Ne yapacakmışım? Hepsini toplayıp şuraya ateşe attım.”
“Yalan söylüyorsun!”
“A! Size yalan söylemek benim haddim mi? İlk defa olan bir şey değil ya? Her zaman yere attığınız kâğıtları toplayarak ateşe atmaz mıyım?”
“Öyledir de… O hâl ve şanındaki perişanlık ne? Büyük bir fenalıktan korkmuşsun gibi görünüyorsun.”
“Gerçi öyledir. Sizi bu perişan hâlde görüp de sadık bir kulunuz olduğum hâlde ben de nasıl perişan olmam? Allah aşkına merhamet buyurunuz efendim! Size ne oldu, neniz var? Ben de bileyim ki çare olarak elimden ne gelebilirse onu yapayım.”
Oh! Cariyenin şu yakınması biçare Saniha’ya gereği gibi teselli verdi. Bakınız, bakınız rengindeki morluk âdeta yok oldu. Yüzünde tebessüm alametlerini göstermeye dahi nefsini zorluyor. Hele cariyeye:
“Gerçekten o kâğıtları toplayıp kendi elinle şömineye attın mı Peyker? Buna emin olayım mı?”
Sualini sorup da Peyker tarafından dahi:
“Evet efendim, her zaman nasıl yapıyor idiysem bugün dahi öyle yaptım.” cevabını aldığı zaman daha ziyade mutlu göründü. Lakin tamamıyla da emniyet edebilir mi ya? Gidip şömineye baktı. Evvelce yakmış olduğu fotoğrafın mukavvasının külü hâla orada. Hatta mukavvanın etrafı yaldızlı olduğu gibi resmin altında fotoğrafçının ismi de yaldızlı harfler ile matbu olarak o yaldızlar ise yanmamış. Parıl parıl parlayıp duruyorlar.
Peyker’in “Yaktım.” dediği kâğıtların külünden hiçbir eser görülmediğine dikkatle bunu da Peyker’den sual eyledi.
Aferin Peyker, yine zeki kız imiş be! Hanımın sualini müteakip hiç tereddütsüz ve hiç renk vermeden:
“Ateş pek hızlı yandığı için kâğıtların küllerini dahi baca çekip götürdü. Besbelli bu mukavva parçası ağır olduğu için uçamamış.” dedi. Nasıl, Peyker’in yalancılığına ne dersiniz? Korku bu, korku insana her şeyi yaptırır. Hele yalancılığı o zamanlarında iyi konuşur.
Peyker’in yalanı Saniha Hanımefendi’yi tamamıyla tatmin edip memnun ettiğine inanacağız. Zira o dahi bu işin efendiye haber verilmemesi için cariyeye sıkı sıkı tembihlere girişti. Peyker’den:
“Allah Allah, evin hizmetini nasıl gördüğümüzü de efendiye anlatacak değiliz ya! Bugün şu odayı böyle süpürdük, kanepeyi sandalyeleri böyle sildik, eşyanın tozlarını şu şekilde aldık diye her gün, her şeyi sayıp döküyor muyuz ki bu akşam topladığımı birkaç kâğıt kırpıntısını şömineye attığımızı da haber verelim.” cevabını aldığı zaman iradesi dışında bir tebessüm ile o güzel yüzü gerçek hâline döndü ki bu tebessümün manası: ‘Cariyenin hakkı var. Yerden birkaç parça kâğıt kırpıntılarını kaldırıp şömineye atıvermekte ne ehemmiyet olabilir? Ben de deli gibi şu küçük iş hakkında zanda bulunuyorum.’ düşüncesinden ibaret olacağına şüphe edemeyiz. Bununla beraber o gün yazıhanede uzun uzadıya yazı yazmış olduğunu da münasebetli olsun münasebetsiz olsun efendiye söylememesini Peyker’e tekrar tekrar tembih ederek:
“Gideyim efendiyi bulayım.” dedi çıktı, gitti. O çıkıp giderken Pey-ker dahi arkasından bakıp iradesi dışında birkaç defa başını salladı ki asıl manalı bir hareket sayılacak ise o da bu idi.
2
TURFANDA-TURFA
Hayalimizi sevk etmiş olduğumuz şu konak içine hayalimizle girmemizi müteakip karşılaştığımız bu hâller pek acayip ve garip şeylerdir, değil mi? Hâlbuki bunların ehemmiyeti de garipliğinden aşağı kalmaz. Bu gibi şeyler sırf eğlence tarzında telakki olunamazlar ve olunmamalıdırlar. Bunlar “sosyoloji” denilen ve insanların sosyal hayatlarında karşılaştıkları hikmetli, önemli ve ince işlerdir. İnsanların sosyal hayatları içinde hakiki olan bahtiyarlığı ve bedbahtlığını ortaya çıkarıp hüküm verdirilecek şey, işte bu meselenin mukayese ve muhakemesi sonucunda ortaya çıkar. Ama bu muhakeme ve mukayese, yalnız eğlence için roman okuyanları vazifeli kılacak şeylerden değildir ya! Onlar âlimlerin ve filozofların işleridir. Roman okuyucuları ise okudukları şeylerden alabilecekleri ibreti almakta ve hatta almamakta dahi serbesttirler. Onlar yalnız kendi eğlencelerine bakarlar. Yine öyle bakadursunlar da biz şu aile hakkında biraz daha bilgi verelim:
Bu familyanın ortaya çıkış tarihi asıl Girit’ten başlar. Telemak mütercimi Kâmil Paşa merhumun “Hikmet-i Minos” diye tanıttığı akıllı, adaletli ve anlayışlı filozof Minos’un vatanı ki büyük ve fevkalade bir hikmetle oluşturduğu kanunlar, birçok kavim tarafından asırlarca kullanılmış ve dolayısıyla Yunan filozofları arasında onun namını mabutlar mertebesine çıkartmıştır. Hakikaten, bu memleket dünyada acayip bir yer sayılmaya layıktır. Mevki ve heves ehlinin letafetiyle beraber nedir acaba o memleketteki o hâl, o sır ki ahalisi hem güzellikçe, hem de diğer güzel vasıflarca diğer kavimlerden daha üstün oluyor. O hakikati ispat için bizce o memleketin en eski tarihlerine gitmeye gerek yoktur. En yeni ahalisi olan Müslüman ahalisini incelemek dahi bu hakikati nazarımızda ispat eder. Ana lisanları Rumca olduğu hâlde Girit’in Müslüman ahalisi dahi lisan ve diğer eğitim öğretim ve ilim konularında diğer Osmanlı topraklarında yaşayan ahaliden geri değildirler. Ezcümle Aziz Efendi merhum ki yalnız “Muhayyelat” adlı meşhur eseri yazmamıştır. Tasavvuf konusundaki eserleri ve diğer birçok edebî makaleleri ve hikmetli eserleriyle Osmanlılığa ve Müslümanlığa öncü olmuş meşhur şahsiyetlerdendir. Ya asrımızda yaşamış olan Sırrı Paşa Hazretlerine ne dersiniz. Birçok edebî eserine ek olarak tefsir yolunda ortaya koydukları o nefis eserleri ki her birisi kendi alanlarında fevkalade olan bir kıymettedirler.
Bu ahalinin, malum memlekette doğdukları hakkındaki rivayetler muhtelif ise de hangisinin sahih olması farz edilse, büyük büyük incelemelere medar olabilirler. “Antropoloji” yani insanın hem dış özelliklerini hem de sosyal hayat içindeki durumunu inceleyen bir ilimdir ki bu açıdan o memlekette yaşayan Müslüman ahalinin durumu incelenmeye değer.
Bu memleketin Osmanlı Devletine katılması henüz iki buçuk asırlık bir durumdur. Böyle olduğu hâlde, oradaki Müslüman ahali ile ilgili tarihin bir hükmünün olmaması üzülecek bir durumdur. Rum tarihçilerinin rivayetlerine göre malum ahali adanın kadim insanlarından iken fetihten sonra Müslümanlığı kabul etmişlerdir. Bu haberi gerçek diye telakki edecek olursak malum ahalinin İslamiyeti bu derece kuvvet ve ciddiyetle kabulleri ne kadar da ehemmiyete şayandır. Osmanlılık ve İslamiyetin asıl yabancısı oldukları hâlde ihtisas cihetiyle sanki çok eskiden beridir Osmanlı ve Müslüman olmak derecesinde gösterdikleri bu hâllerin ve bu sıfatların tabii görülmeleri ne mühim şeydir. Ana lisanın fikir ve yaşantı üzerindeki büyük etkisini ilim ehli insanlar çok iyi bilirler. Bunlara rağmen Girit Müslümanlarının lisan ve Müslüman ilmine olan bu merak ve ihtisasları gerçekten tüm takdir ve saygıyı hak etmektedir.
Diğer rivayete göre fetihten sonra Ordu-yu Hümayun’daki birçok asker buraya yerleşmiştir. Bu yerleşen ve çoğunluğu Lazistan ahalisinden olan askerler, adadaki yerli kızlar ve kadınlar ile evlenmişler ve dolayısıyla bu Müslüman ahalinin ilk ataları olmuşlardır. Bu hâlde Rum lisanının Türk lisanına galebesinin de normal karşılanması gerekir. Zira çocuklar lisanı pederlerinden değil; daha çok validelerinden alırlar. İlk iki sene zarfında pederler çocuklarıyla hemen hiç konuşamadıkları hâlde, valideler “aggucuk”lardan başka çocuklarla konuşup dillerini öğretirler. Ondan sonra dahi birkaç sene müddet çocuklar pederleriyle konuşmaları günde birkaç saate mahsus kalır. Geceli gündüzlü konuşmaları ise valideleriyle olur. Dolayısıyla ilk dönemlerinde çocuklar ana lisanının pek kuvvetli, baba lisanını ise pek kuvvetsiz öğrenirler. İkinci dönemlerinde de bu lisanı daha da pekiştirirler ve zamanla baba lisanını tamamen unutabilirler.
Antropoloji ilmi noktasından hem acayip ve hem de mühim olan bu hâlin bir misali de İstanbul’da ve yanı başımızdadır. Beykoz’a üç dört saat mesafede bulunan Paşaköy ki asıl bir paşanın çiftliği imiş. Ziraat hizmetinde istihdam için Rumeli’nden bir miktar Bulgar amele getirmiş. Alemdağı’ndaki Ermeni köyünden bazı fukara kızlarını teşvik ederek Bulgarlar ile evlendirmiş. Kocalar karılarına Bulgarca ve karılar kocalarına Ermenice konuşacak değiller ya? Tabii olarak Türkçeyi ailece ana lisan kabul etmişler. Bunlardan doğan evlat dahi o lisanı konuşuvermişler. Şimdi bu köy ahalisinin mezhebi ilk pederlerinden onlara geçen Rum Ortodoks mezhebidir. Hâlbuki ne kadınları, ne de erkekleri ne Rumca, ne Ermenice ne de Bulgarca hiçbir kelime bilmezler. Türkçe onların ana lisanları olmuştur. Telaffuz tarzları diğer civardaki ahalisinin telaffuzlarına benzemez. Bulgar telaffuzuyla Ermeni telaffuzu arasında kalan bir telaffuz tarzıdır.
Lakin Paşaköylüler ile Girit’in Müslüman ahalisi arasında bu mukayesede büyük bir fark vardır. Bulunduğu tabii coğrafya Girit ahalisi üzerinde pek büyük bir tesir göstermiştir. Ada ahalisinin kadim olan o zekâsı üzerine Müslüman ahalinin de zekâ ve tecrübesi eklenmiştir. Türkçe konuşmalarındaki latif olan şivesi, diğer Müslüman ahalinin hiçbirisine benzemez. Yine adanın o eski olan ahalisinin şivesine benzer.
Acayip bir şey! Mevkiin, mekânın bu yoldaki tesiri yalnız insanlara da mahsus değil. Hayvanlara ve bitkilere de mahsus. Mesela Ankara coğrafyasının tesirinde kalan tiftik keçileri, Ümit Burnu’nda üretilebilirse de oranın tabiatına, coğrafi özelliklerine uygun olmamasından dolayı yine bir tuhaflık vukua geliyor ve yünleri daha sert oluyor. Birkaç senede bir, Anadolu’dan yeniden tekeler, yani erkek tiftik keçileri oraya götürülmekle, oraya mahsus olan özellikler ile yeniden yeniye aşılanmayacak olsalar, tümüyle değişecekler. Bir de asıl Taif’den gelmiş olan çavuş üzümü İstanbul’da başka, Fransa’da başka mahsul vermiştir. İstanbul’daki çavuş üzümü, Taif’teki çavuşa nispetle pek de iyi değilse de Fountainbleu’daki Şasla üzümüne, Taif üzümünün aynısıdır demek pek güçtür. Manisa kavununun tohumu ilk sene İstanbul’da ekilince aslına yakın bir kavun verebilmiş ise de ikinci senesi âdeta yerli kavununa dönüşüverir.
Asıl konudan biraz uzaklaştık ise de zararlı mı çıktık? Roman okumaktan maksat yalnız masal mı dinlemektir? Biz her romanımızda okuyucularımızın malumatını arttıracak birkaç lakırtı söylemez isek içimiz rahat etmez. Lakin biz sözümüze tabi değiliz ya? Sözümüz bize tabidir. Asıl konudan uzaklaşmış sayılır isek de işte yine asıl hikâyemize dönüveririz.
Bu ailenin tarihi geçmişi Girit’ten başlar demiştik. Çünkü Saniha Hanım’ın pederi Daniş Bey asıl Giritli idi ve o adanın soylu ailelerinden olmak üzere gayet zeki ve ileri görüşlü bir adamdı. Ticaretle pek ziyade haşir neşir olmuş bir aileden olmakla, kendisi dahi ticaretin inceliklerine vakıf olmakla beraber, terbiye ve talimine dahi ihtimam edildiğinden ilim irfan ile de meşhur olmuştur. Bir aralık İskenderiye’nin pirincini, pamuğunu Girit’e getirmiş ve Girit’in de sabununu, zeytinyağını, zeytinini Mısır’a nakletmiş ve ticaretini daha da genişletmek için İskenderiye’ye yerleşmişti. Orada çok paralar kazanmıştı. Nihayet zekâsı ve takip ettiği yol Hidivler yönetiminin dikkatini çekmiş ve dolayısıyla devlet işlerindeki idari hizmetlerde istihdama davet edilmişti. Teklif olunan maaş pek yeterli olmakla beraber, zaten zengin ve ticaret mahsulü de yeterli olan bu zatın o maaşlara ihtiyacı yok idiyse de sadece şan ve resmî şerefe heves ederek vuku bulan teklifi kabul etmişti. Zaten Mısır’ın ileri gelenleri için bir taraftan ziraat ve ticaretle uğraşmak; diğer taraftan da memuriyette bulunmak; hele o zamanlar için çok da ulaşılmayacak bir şey de değildi. O zamanlar Daniş Bey, henüz yirmi beş, yirmi altı yaşlarında bir genç adamdı. Bekâr dahi bulunması hasebiyle, Hidiv ailesinden muteber bir kız ile evlendirildi ki o kız dahi güzel, ilim irfan ve terbiye sahibiydi. Bu güzel hasletlerinden başka çeyiz olarak da büyük mal mülk ve mücevherlere sahip idi. Bu kadın işte hikâyemiz esnasında güzel konakta Saniha Hanım’ın validesi olarak tanıdığımız Seniha Hanımefendi’dir.
Gariptir ki Daniş Bey, Mısır’daki idari memuriyetine fazla devam edemedi. Memuriyetten istifa ile birlikte artık ticaretle meşguliyeti de pek muvafık görmedi. Zira bu geri dönüşün dikkatlerden kaçmayacağını düşünüyordu. Üç dört sene sonra memuriyetinden istifa ile ve ticaret işlerini de bırakarak İstanbul’a yerleşti. Bu değişikliğin sebebi de yalnız bir hevesten ibaretti. Hem de ne heves! Sadece “Paşa” unvanını almak içindi. Çünkü bu unvanı önceki memuriyetinden alamadığı için küsmüş ve böyle bir karara lüzum görmüştü.
Burada dahi idari memuriyete başladı. Arzusu ise o paşalık unvanını almaktan ibaret. Lakin boşuna: “İnsan pek heves ve emel ettiği şeyden mahrum kalır.” dememişler. Kendisi aslında ilim irfan sahibi bir insandı. Daha ilk memuriyetinde pek büyük bir başarı gösterdiği için rütbesi epeyce üst makamlara terfi olunduysa da bir türlü heves ettiği paşa unvanına nail olamadı. Gerçi “Saadetlü Beyefendi Hazretleri” lakabına nispetle “İzzetlü Paşa” lakabı üç dört derece aşağıda ise de heves bu ya… Daniş Bey gayet gururlu bir adam. Aslında bu arzusunu hangi makama anlatsa derhâl arzusunun yerine getirilmesi için hiç bir mâni, hiç bir zorluk yok idiyse de: “Bu unvana heveskâr olduğum anlaşılacak olursa beni küçümserler.” düşüncesi buna da mâni oluyordu.
Adam milyonlarca servete sahip olan ve kendisini her şekilde bahtiyar bulan Daniş Bey, sadece şu unvan cihetindeki bahtsızlığından dolayı feleğe küserek en sonunda sahip olduğu mühim bir mutasarrıflıktan istifa ile tekaüt, yani emekli olmuştur.
Ama bu tekaüt kelimesine bugün verilen mana o zaman verilemezdi. O zamanlar Mülkiye Tekaüt Nizamnamesi henüz düzenlenmemişti. Zaten Daniş Bey’in emeklilik maaşına ihtiyacı da yok ya. O zamanlar memuriyetlerde her ne suretle olursa olsun mal mülk sahibi olanlar, kendi istekleriyle emekliye ayrıldıkları gibi servet ve zenginliği kendisine hiç yüz karası getirmeyecek olan Daniş Bey’in bu emekli olmasına hayret bile edilemezdi. Hazır söz sırası gelmişken büyük bir teşekkürle hatırlatmalıyız ki idari, adli ve diğer memurların emekli sandığının ve nizamnamesinin tesisi hükümet tarafından yeniden düzenlenmiş ve memurlar birçok sıkıntıdan kurtulmuşlardır.
Yukarıda bir münasebet düşerek Daniş Bey’in kendisini her cihetle bahtiyar gördüğünü söylemiştik. Bu söz pek de tamamıyla doğru bir söz değildir. Her cihetle bahtiyar olabilmek bu dünyada hiçbir kimseye nasip olamaz. Gerçi servet ve zenginlik cihetinden bu adamın kısmeti pek büyüktü. Hatta İstanbul’a geldikten sonra bile Girit’te varisi olduğu gayet yaşlı bir halasının da sekiz on bin kese akçelik mirasına da nail oluvermiştir. Ancak talihsizliği yalnız paşalık unvanına nail olamamaktan da ibaret kalmamıştı. Bu adamın üç dört çocuğu olduğu hâlde, hiçbirisi bir yıldan fazla hayatta kalamaması da onun bedbahtsızlıklarından birisiydi. Nihayet emekliliğinden sonra doğmuş olan kızı Saniha Hanım bir yaşını tamamladığı zaman Daniş Bey, bundan ziyadesiyle memnun oldu. Ziyafetler çekti. Âdeta düğünler bayramlar etti. Hatta o zamanlar İstanbul’da bir ev tedarikine lüzum dahi görmeyerek:
“Zaten memuriyetten memuriyete geziyorum. Çoluğum çocuğum da yok ki! Bir köroğlu bir ayvaz.” demekteyken Saniha’nın bir yaşını geçmesi üzerine artık bu çocuğun ölmeyeceğine kim bilir ne gibi bir düşünce ile kalbine bir kuvvet geldi. Konağı yaptırmaya başladı. İşte ziyaret ettiğimiz ve ilk ziyarette o acayip hâllerle karşılaştığımız konak Daniş Bey’in ilk defa inşa ettirdiği bir konaktır.
Bu konağın ne derecelerde ihtimamla bina olunduğunu da merdivenlerini gördüğümüz zaman anlamıştık. O zamanın parasıyla, o zamanın tabiriyle bu inşaata tam bin beş yüz kese akçe gitmiş. Bugünkü akçe ve tabir ile yedi bin beş yüz lira eder. İç taksimatı yirmi kadar oda ve salondan ibaret ufak bir şey ama bina ve inşası gayet ihtimamlı. Hemen bir o kadar para dahi mefruşatına gitmiş. Biz bu konağın yalnız bir odasını gördük: “Hanımın iş odası” denilen kitap ve yazı odasını. Hâlbuki diğer oda ve salonlar dahi yine buna münasip tefriş edilmişler. Gerçi bundan evvelki kısmımızda bu intizamı Saniha Hanım’a isnat etmiş olmamız ile şimdi şu ihbarımızı verirken ilk bakışta tenakuz görünüyorsa da hakikatte pek de bir tenakuz. Konağı Daniş Bey yaptırmış, Daniş Bey tefriş ettirmiş, ama ondan sonra o intizamı bozmayan ve muhafaza edip arttıran Saniha Hanım’dır. Mevcudun asıl orijinal hâllerini değiştirmek insanın fıtratının gereğidir. Değiştirilmesi esnasında iyileri fenalarla değiştirmek ekseriyetle görüldüğü hâlde, Saniha Hanım’ın zevki ne kadar mükemmel olmalıdır ki ziynet ve intizam azalmayıp ziyadeleşsin.
Sözümüz Saniha Hanım’a intikal etti. Öyleyse bu bahsi genişletelim:
Saniha, Daniş Bey’in ilk yaşayan çocuğu demedik mi? Adamcağızın ondan sonra artık evladı doğmadı. Bu çocuk dünyada bir tanecik gözünün nuru hükmünü aldı. Başka işi gücü kalmamış olan Daniş Bey Saniha’nın üzerine tir tir titriyor. Onu esen yellerden esirgiyor. Kendisi artık yaşını başını almaya başlamıştı. Vücudunda hissetmekte olduğu yellerden, romatizmalardan ve oburlukla işret ve eğlence belasının mahsulatı olan mide rahatsızlıklarından, falanlardan dolayı doktorlara muayene olma ve tıbbi tedbirlere sık sık ihtiyaç görmüştür. Bir tanecik sevgili kızının sıhhatinin korunması için dahi devamlı olarak tıbbi tedbirlere ve ilaçlara ihtiyacı vardı. Dolayısıyla Doktor Fratenberg namında bir tabibi maaş ile evine tayin edip bir odasına yerleştirdi.
Hikâyemizde Doktor Fratenberg mühim şahıslardandır. Dolayısıyla bu zat ile tanışmamızı ve dostluğumuzu artırmalıyız. Kendisi Fransa’nın eski Alsace vilayeti ahalisindendir ki 1771 muharebesinden sonra malum vilayet Almanya’ya bağlanmıştır. Doktorun isminden de anlaşılacağı gibi, malum vilayetin ahalisi Fransızlıktan ziyade Alman kavmine mensuptur. Doktorun ana lisanı Almanca ise de zikredilen ahali Fransız lisanına da vakıftır. Özellikle tıp ilmini Fransız mekteplerinde tahsil etmiş olduğundan Fransızcası da pek mükemmeldir. Şu kadar var ki Cermen neslindeki hususi kabiliyetleri gereğince o zamanki telaffuzunda “j” harflerini “ş” harfi gibi telaffuzdan ibaret bir gariplik vardı. Bu adam yalnız tabip diye telakki olunmamalıdır. “Hakîm” kelimesinin gerçek manası gereğince hikmet sahibi bir adamdır. Da-niş Bey’in bahtı hakikaten yaver imiş ki evine tabip olarak bu adamı tayin etmiştir. Zira gerek kendisinin, gerek kızının ve hatta zevcesinin hayatı için bu kadar meraklı, bu kadar korkak olan Daniş Bey, eğer meşhur Moliere gibi bir hastalığa düşmüş olsaydı şimdiye kadar çoktan beri ailesiyle birlikte öbür dünyaya göçerdi. İlaç ve tedavi merakı ne tehlikeli şeydir. Boşuna eczacılara “farmasyen” dememişler. Yunan lisanında bu kelime “zehirci” anlamında kullanılmaktadır. Avam lisanına da şöyle geçmiştir: “Bilmem kimden vefa, zehirden şifa.” Söz sözü açıyor. Lakin bu şekilde açılan sözleri uzatmamak gerekiyor ama ne yapalım. Malum ya! Mesleğimiz ve memuriyetimiz gereğince daima tıbbiyeliler arasında bulunuyoruz. Bu dostlarımızdan birisi vardır ki tedavi için kendisine bir dost müracaat ettiği zaman bir tabibe lazım gelen dikkat ve ihtimamdan kusur etmeksizin muayenesini icra edip reçetesini yazar ve ondan sonra:
“Hastalığınız falanca hastalıktır. Tıp ilminin o hastalığa karşı tayin ettiği deva dahi işte bu reçetede yazdığım devadır. İşte tabip kendi vazifesini ifa eyledi. Şimdi bir de dost vazifesi kaldı. İşbu dost sıfatıyla dahi size derim ki bu ilacı almayınız. Birkaç gün evinizde istirahat ediniz. Perhiz yapınız, yine iyi olursunuz.” diye tabipliğinin tedavisine ek olarak bir de dostça bir nasihat verir. Ama her hastaya, her hastalığı göre değil ha! Bazı hastalıklar vardır ki onların devası çok gereklidir. O devaya müracaat edilmezse kurtulmak mümkün değildir. Ölüm tehlikesi bile hemen hemen mümkündür. Bu iki nevi hastalığın farkını bilip hem tabiplik hem de hâkimane hareket eden zatlar, asıl şifa kaynağıdırlar.
İşte Daniş Bey’in Doktor Fratenberg’i dahi böyle birçok güzel hasleti de olan gerçek bir adamdı. Bizim dostumuz olan tabip gibi yazdığı ilacın kullanılmamasını tavsiye etmezdi. Zira Daniş Bey gibi meraklıların bu yoldaki nasihatlere rağbet etmeyeceklerini bilirdi. Konakta bir de mükemmel eczane var. Boşuna mı sayılsın? Doktor Fratenberg her haber verilen hastalıklara bir de ilaç verirdi. Ama ne ilaç… Verilip verilmemesi arasında pek de fark olmayan tesirsiz şeylerden ibaret. Çoğunlukla da kendisini ferahlandıran ilaçlardı. Dolayısıyla bu ilaçları alanlar, onların tesiriyle değil, belki de buna tam kanaat etmeleriyle şifa bulurlardı.
Bizim Doktor Fratenberg’in ev içindeki vazifesi mini mini olan Saniha’nın sıhhatine sürekli nezaretten ibaret idiyse de filozof doktor bu vazifeyi ifadan ziyade çocuk dadılığı ediyordu denilse şaşılamaz. Kendisi hiç evlenmemiş, hiç çocuk görmemiş. İlk çocuk olarak gördüğü Saniha’dan o kadar hoşlanmıştı ki onu sürekli gözlemlemeyi kendisine zevk edinmişti. Agucuklarıyla çocuğun çenesine parmak dokundurup latif latif güldürme saadetini Doktor Fratenberg ne çocuğun validesine bırakıyor, ne de bakıcısına bırakıyor. Bakıcının vazifesi sadece çocuğa süt vermekten ibaret. Temizliğini, taharetini bile doktorun emir ve nezareti altında ifa ediyor. Validesinin ve pederinin hukuku ise bazen kucaklarına alıp öpmekten, koklamaktan ibaret. Dolayısıyla çocuk Doktor Fratenberg’in kucağından hiç düşmüyordu.
Alınız size bir gariplik daha! Bizim Saniha Hanım ilk çocukça konuşmaya başladığı zaman Fransızca söylemeye başlamaz mı? Vay efendim, validesindeki telaş! Kocasına:
“A beyim! Kızım büyüdüğü zaman kendisiyle tercüman vasıtasıyla mı konuşacağım?” diye hücumlar ettikçe Daniş Bey zevcesini teskin ve rahatlatmak için:
“Canım merak etme. Ben de en evvel Rumca konuştum ama, sonra Türkçeyi de öğrendim, Arapçayı da…” diyor idiyse de kadıncağızı ikna mümkün mü? O da kendi lisanını öğretmek gayretine düştüğünden bir taraftan Seniha Hanım, bir taraftan Doktor Fratenberg çalışa çalışa iki buçuk yaşını bulan Saniha hem Türkçeyi, hem Fransızcayı ana lisanı olarak konuşmaya başladı. Üç buçuk dört yaşlarına doğru bu lisanların ikisini de öğrenmiştir.
Zannederiz ki Saniha için bu hâli garipseyecek okuyucumuz yoktur. Hele biz kendi evladımızın Türkçe ve Rumcayı ana lisanı olarak konuştuklarını görüyoruz. Beyoğlu’nda ikametimiz esnasında Ermeni çocuklarının Türkçe, Rumca ve Ermenice olan üç lisanı ana lisanı gibi konuştuklarını görmüşüzdür.
Çocukların analarına mı, yoksa babalarına mı benzemeleri lazım geldiğine ve benzediklerine dair antropoloji erbabı arasında uzun uzadıya bahisler cereyan etmiştir. Ekseriyetle müşahede olunduğuna göre ilk kuşaktaki kızlar, babalarına ve oğlanlar da analarına çekiyorlar. İkinci kuşakta dahi tam tersi bir durum görülüyor. Bizim Saniha bu hükmün en güzel misalidir. Zira cismen pederine benzediği gibi tabiatı dahi ona benziyordu. Yani boylu boslu, iri yarı, azaları gayet mütenasip, yüzü güzel olduğu gibi hafızası, zekâsı ve kavrayışı dahi babası gibidir.