bannerbanner
İhtiyar Dost
İhtiyar Dost

Полная версия

İhtiyar Dost

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 3

Bütün edinilmiş düşüncelere, doğmuş inanışlara, yerleşmiş kanaatlere hücum ediyorum. Edebiyatın, sanatların arasından yıkıp deviren, kırıp seren bir kasırga dolanımıyla geçiyorum. Daha doğru bir deyimle bu yüzyıllar görmüş Türk soyu varlıklarını yerle bir edip duruyorum. Bunlarda bir düşünce ve sanat yapısı bulamadım: Şiir, müzik, mimarlık, oyma, nakış; sözün kısası kültür dallarımızın tümünde tarih, salt bir iflasla uzayıp giden bir çölden başka bir şey değil. Bu çölü baştan başa geçtim…”

Durdu; sigarasının dumanıyla bulanan gözlerini süzerek içinde derin bir horlama anlamıyla dostuma, o çöle benzetilen tarihi belki savunacak olan bu adama bakıyordu. Bizlere bakmıyordu bile. Bizler sanki orada yoktuk.

Birden, dostumun bu konuşmaya daha fazla devam edebilmek için gerekli gücü bulamayacağı yargısına vardım.

O, tam tersine, tanıklar karşısında bir hastanın hastalık belirtilerini ortaya konulmasını bekleyen bir hekim sabrıyla ve sanırım biraz da konuşmayı kısa kesmek için sordu:

“Avrupa’da ne kadar zamandan beri öğrenimdesiniz?” dedi.

O, beklenmeyen, üstelik biraz saygısızca sayılabilen sorudan şaşırmış, ama umursamaz bir sesle cevap verdi:

“Lakin ben Avrupa’ya gitmedim.” dedi. “Bu yıl sınavların ardından seçme sınavlarına gireceğim. Ne olursa olsun bu kış içinde kitabımın çıkmasını pek istiyorum. Onu göndermekliğime izin verir misiniz efendim?”

Dostumun en tatlı gülümsemelerinden birine eşlik eden kabul ediş cevabı üzerine ayağa kalktı:

“Teşekkür ederim.” dedi. Sonra hepimize ayrı ayrı yaklaşarak Robert College çeşnisini akla getiren birer shake hand5 ellerimizi sıktı ve kapıya yöneldi.

Dostumun, bir büyük efendiyi uğurluyormuşçasına büyük bir incelikle ona yol gösterdiğini, merdivenin camlı kapısını kendi eliyle açtığını, bu gelip görme şerefini bağışladığından dolayı teşekkür etmekten geri kalmadığını hep gördük, işittik. Sonra içeriye geldi. O bize, biz ona bakıştık. Sonra birden gözleri odanın havasını dolaşarak dalgalanan ağır kokulu dumanları gördü; bana dönerek “Azizim!” dedi. “Pencereyi açar mısın? Biraz hava alalım.”

OKUMA KUDRETİ

Ben odasına girerken ihtiyar dostumun yanından, vedalaşarak bir konuk çıkıyordu. Bu konuğun iyi kesilmiş ve güzel olmasına çalışılmış bir sakalı, başında ağırbaşlı olsun diye özellikle büyük alınmış şapkası, sırtında açık renk yeni bir giysisi vardı. Ama bütün bu şeylerde, üstelik sakalında bir komşudan geçici olarak ödünç alınmış denecek kadar bir hâl vardı ki hemen dikkatime çarptı.

İhtiyar dostumun en zarif ve nazik tavırlarla onu uğurlayıp yalnız olarak dönmesine kadar ayakta bekledim. O, döner dönmez birden resmîliği atıp yeniden senli benliliğine dönen neşeli tutumuyla “Tanıdın mı?” dedi.

Şaşkınlıkla “Hayır.” dedim. “Sanmam ki bu yüzü görmüş olayım.”

Oturdu ve bana ta karşısında eliyle yer göstererek “Olabilir…” dedi, “belki görmemişsindir. Eski kopuklardan…”

Biraz bekledi. Sonra bu deyimle bana anlatılmak istenen anlamın kafamca tamamıyla kazanılmamış olmasına dikkat eden bir küçük beklenti duralaması oldu. Sonunda ekledi:

“Yeni zenginlerden…”

Sandalyesine yaslanarak ve ezberden bir metin okuyormuşçasına, hızlı cümlelerle bu konuğu tasvir etti:

“Bir vakitler gümrükte bir küçük memurdu. Sanırım gündelikle çalışırdı. Arayıcı, kolcu, sözün kısası bir adla ki onun asıl yapılan işte bir ilintisi yoktur. Burada, Köy’de,6 iki yıkık odadan oluşan bir harap evde oturuyordu. Ara sıra bana uğrar, şehirle ilgili ufak tefek işlerimin görülmesi hizmetini sunardı. Ben de böylece aldıracağım bir kitap, değiştirilecek bir terlik, bakkala bırakılacak bir ısmarlama için onun aracılığına başvurmaya alışmıştım.

Bayramlarda da usanılmış bir giysiyle ya da buna benzer bir sebeple onun birikmiş hizmetlerine bir karşılıkta bulunarak teşekkür borcumu öderdim. Birinci Dünya Savaşı yıllarında birden ortadan silindi. Ne yaptı, ne oldu, bilmiyorum -ama bu, bilmen benzerleriyle az çok kestirilebilir- mütareke yıllarında, bütün o acılı yılların dalgalarından şaşırtıcı bir ustalıkla, avcunda koca bir zenginlikle çıktı…

İki yıldan beri de hiç değilse iki ayda bir gelip beni görür. En süslü olmaya çalışan cümleleriyle, en kibarca olmasına çabalanılan selamlarıyla bana yakın ilgisini ve saygısını gösterir.”

“Vefa sahibi bir insanmış!” dedim.

İhtiyar dost, hemen, bir tarafına basılmışçasına sandalyesinde doğruldu. Gözlerinde şakrak bir gülümseme, ellerini kavuşturarak öne eğildi ve tuhaf bir şey söylemiş bir çocuğa bakarcasına yüzüme bakarak “Hah, tamam!” dedi. “Ben de bu sözü bekliyordum: Vefa sahibi… Sen, hayatının sonuna kadar sade olmaktan kurtulamayacaksın çocuğum. Vefa sahibi adam ne demek? Şuna asıl adıyla ‘ikiyüzlü adam’ desene!”

Bana yaptığı bu kınamadan sonra ağırbaşlı, ciddi tutumunu takındı. Bir bilim konusunu açıklamaya hazırlanan bir profesör durumuyla dedi ki:

“Gençliğimde bir uzunca deniz yolculuğunda bir hokkabaza rastlamıştım. Sanatının dünyada şanını ve ününü kazanmış ustalık sahiplerinden biri olan bu adam, yolculuğun iç sıkıntılarını gidermek için yol arkadaşlarına birçok marifetli şeyler gösterdi. Bir sözünü pek iyi hatırlıyorum. Oyun kâğıtlarıyla birtakım hünerler, hileler gösteriyordu. Bunları hep az çok biliriz değil mi?..

O, pek bilinenleri bile öyle güzel hâllerle yapıyordu ki sanki davranışlarında bir müzik parçasının tatlılıkları vardı. Ve ne zaman oradakilerden biri merak edip de ‘Bunu nasıl yaptınız?’ diye sorsa hemen, nazlanmadan oyunun hilesini gösteriyordu…

Sonunda oyunlar birbirini izleye izleye artık nasıl yapılabildiklerine akıl erdiremeyecek derecede insanı şaşkınlığa boğan, hemen hemen mucize çeşidinden şeylere kadar çıktı. Seyredenlerden merak ederek ‘Bu nasıl olabiliyor?’ diyenler oldu. O zaman o, bir gülümsemeyle karşılık verdi:

‘Bunun hilesi yok. Meselenin bütün sırrı parmaklarımın ucundadır. Parmaklarımın dokunma yeteneği incele incele öyle aşırı bir duyarlılık kazanmıştır ki, gözlerimi kapayarak ne zaman ellerimi bir oyun kâğıdına sürmek gerekse hemen onun sayısını, boyasını sezinlerim. İşte bakın: Sineğin sekizlisi, yüreğin onlusu… Şu hâlde tavsiye ederim: Benimle kumar oynamamalıdır. Hoş, zaten bu tavsiyeye gerek yok; çünkü ben hiçbir zaman kumar oynamam. Bu, benim tarafımdan namusluluğa aykırı bir davranış olurdu…’

Bu açıklamalardan sonra kâğıtlarını topladı ve bir sihirbaz alay edişiyle bizi selamlayarak kamarasına çekildi. Bu sözü o zaman sadece asıl oyunlarının sırrını vermek istemeyen bir hokkabazın alayı olarak kabul etmiştim. Yıllar geçtikçe bunun bir gerçek olabileceğine inanan bir eğilim içindeyim.

Çünkü… Çünkü buna benzer bir yetenek; sihre, büyüye benzer bir arayıp bulma yeteneği bende de başladı. Ancak parmaklarımda değil, gözlerimde… Çok iyi biliyorum ki bana özgü bir yetenek değil. Hayatı görerek, bakmak ve anlamak bilgisini öğrenmeye dikkat ederek, bakılıp görülen dış görünüşlerin alt yanlarını okumak alıştırmalarını yaparak geçiren adamlara yavaş yavaş, yaşın ve deneyimin bir hediyesi olan bu yetenek, âdeta fen hayalcilerin düşünceyi geçerli bir hâle getirmek için aradıkları araç çeşidinden bir şeydir.

Böyle bir araç -düşünceyi görüp analiz eden araç- bende de var, gözlerimde var. İşte şu dakikada senin benimle alay ettiğini, için için bir kahkaha ile ‘Zavallı ihtiyar dost, artık bunuyor!’ dediğini sezinliyorum. Yok, inkâr etmeye gerek yok, bu böyle…

Nitekim on dakika önce konuğumun bana hayatın zorluklarından, paranın kıtlığından, geleceğin belirsizliğinden, geçimin günden güne artan zorluğundan söz ederkenki düşüncesini de açık seçik okuyordum. Bana içinden ne diyordu bilir misin?

‘Köşkünü ne zaman satmaya mecbur olacaksan bana haber ver. Bilirsin ya ben önceleri sana uğrarken hep buraya sahip olmak sevdaları içinde tutuşurdum. Hem öylesine ki başka bir yer gözümde yok. Onun için hemen, elinde kalan son kâğıtları bozdurduktan sonra ben buradayım…’ diyordu.

Elbette ki ağzından buna değinen bir kelime; hâlinden, tutumundan kafamda bu kuruntuyu uyandıracak bir işaret çıkmadı. Ama bununla birlikte o, bütün varlığıyla ve sadece bu anlamla doluydu. Bunu nasıl görüyorum, nasıl seziyorum, açıklaması mümkün değil. Gözlerimde işte hokkabazın, parmaklarında var olan dokunma yeteneğine benzer bir okuma gücü var.”

İhtiyar dost burada biraz durdu ve bir umutsuzluk bitkinliğiyle yeniden sandalyesine yaslanarak ekledi:

“Bilsen çocuğum, bu okuma gücü hayat için ne kadar elem verici, ne bitkinlik ve bıkkınlık getirici bir sonuç veriyor. Önümüze rastlayan bir adamın, size elini uzatan her dostun, üstelik her zaman sizinle birlikte yaşayan, sizin kanınızdan olan her varlığın bütün ruhunu soyuyorsunuz. Onları bütün dış görünüşlerden, süslü cümlelerin, dost bakışların, yumuşak tutumların gösterişinden soyutladıktan sonra asıl oldukları nitelikte saklanmış düşünceleriyle size mahsustan tam tersi varsaydırılmak istenen duygularıyla görüyorsunuz.

Gözlerinde öyle delici, işleyici bir ışık gücü oluşuyor ki yöneldiği yönde ve çizgideki bütün engelleri aydınlatarak ruhun en karanlık noktasına bir güneş asıyor. Basit bir söyleyişle her şeyin içyüzünü gören bir keramet sahibi oluyorsunuz. O ne zaman oluyor? Görüyorsunuz ki hayat sonsuz bir ikiyüzlülük oyunudur ve bunu böyle görünce gözlerinizi kapayarak hayattan, dünyadan, insanlardan kaçmak; böyle bir yalnızlık köşesine kapanıp kalmak için karar veriyorsunuz…”

Bugünün çocukları bilmezler. Bir vakitler bizde az çok parasına güvenen, zevkini bilen, fazla olarak yiyeceğini giyeceğini dışarıdan gelen şeylerden edinmeyi bir süs, başkalarına karşı bir üstünlük sayan kimseler; yerli mallarına rağbet etmezlerdi. Bir mazeretleri de vardı: Ya yerli malı bulunmazdı ya da bulduklarını zevklerine ve üstelik tasarruf emellerine uygun görmezlerdi.

Fesinden ayakkabısına kadar giydikleri; ekmeğinden şekerine kadar, sütüne, şarabına kadar yedikleri içtikleri hep yabancı ülkelerden gelme şeylerdi. Ve böylece üreticiler elleri böğürlerinde, kadere boyun eğip sabırla beklerlerken tüketiciler de paralarını başka ülkelere dağıtırlardı.

Aşağıda gelen yazı bu durumun ihtiyar dosttaki esinlenmesinden yansıyan bir öfkelenme tablosudur.

TASARRUFA RİAYET

İhtiyar dostumu bugün suçüstü hâlinde yakaladım. Mükellef bir tepsinin başında akşam yemeğini yiyordu. Onun birkaç yıldan beri, doktorların salıklarıyla, akşam yemeklerini kaldırarak yalnız öğleden beş saat sonra besleyici bir kahvaltı yaptığını ve geceyi bununla geçirdiğini biliyordum. Hayatının başlıca zevklerinden birini oluşturan böyle bir uğraşı sırasında kendisini görmeye gitmeme pek zamansız bir rahatsız etme gözüyle bakacağından korktum.

“Sizin bu saatte yemekte olduğunuzu düşünmemek büyük bir kabahattir.” dedim.

O, hemen insanı en zor durumlarında kurtaran bir senli benli hâliyle “Tam tersine, tam tersine çocuğum!” dedi. “Bu üstelik bir seçkinliktir, çıkardır; ne dersen de herhâlde kabahatin tam tersi olan bir şeydir. Bu fırsatla hem sana da bu güzel şeylerden ikram edebilir, hem de bir biriktirme dersi veririm…”

Elinde pembeyle sarı arasında gözleri okşayan bir renkle gülümseyen bir bisküvi gösterdi:

“Pöti bör!.. İster misin?.. Beğenmiyor musun? Canın isterse!..”

İki parmağının arasında, zarif bir hareketle fincanında kaymak tutmuş kakaosuna batırdı. Dişlerine götürerek bir hanım kız ya da daha çok zevkine düşkün bir kedi zarifliğiyle ısırdı.

“Ne güzel, ne güzel!” dedi. “Bu bisküvi İngilizlerin! Zaten bu onlara özgü gibidir. Dünyanın bütün bisküvilerini denedim. Onlarınkiyle kıyas kabul edecek bir tanesine rastlayamadım. Her milletin kendisine özgü güzel şeyleri vardır. Bakınız, şu kakao da Fransız yapımlarından. Ayrıca ben çikolata ile kakao arasında da bir ayrım yaparım: Çikolata için İsviçre’yi yeğlerim. Sen bu düşüncede değil misin?..

Hep susarak dinliyorsun! Çok iyi biliyorum ki kakaonun bu kadar kaymak tutmasına şaşıyorsun!..”

Ben susuyordum. Çünkü araya bir tek söz bile sıkıştırmama fırsat vermiyordu. Hiç olmazsa bir şey yapmış olmak için eğilerek kakao fincanına baktım. Gerçekten yağlı ve kaymaklı görünüyordu.

İhtiyar dostum bu sırada kızartılmış ince bir dilim francalanın üstüne bıçağının ucuyla kayısı reçeli sürmekle uğraşıyordu. Ve bunun için önceden tadını hayaliyle tadarak gözleri haz duyan bir gülümsemeyle süzülüyordu ya da benimle hafiften alay ediyordu. Dedi ki:

“Francalayı da tavsiye etmeye değer buluyorum. Katıksız Amerikan unu iledir. Demin çikolata için İsviçre’yi yeğlediğimden söz ediyordum. Konsantre süt için de öyleydi. Ama bir süredir bu kanaatimde bir sarsılma var; şimdi Amerika’nınkileri yeğlemeye başlıyorum. Kakaonun seni imrendiren yağını, kaymağını veren odur. Yani Amerika’nın şekerle hazırlanmış yoğunlaştırılmış sütü…”

Kapağı yarım açık teneke kutuyu bana uzatarak:

“Denemek ister misin? Kaşığın ucu ile bir francala diliminin üstüne biraz sürerek… Bunu da mı istemiyorsun? Epeyce zor beğenenlerdensin. Amerika, Avrupa iş birliği yapıyorlar, büyük denizleri aşıp türlü yolculuk güçlüklerini göze alarak ayaklarımıza kadar bütün bu güzel şeyleri getiriyorlar, yok pahasına… Evet, karşı çıkma, yok pahasına bize veriyorlar; sen hâlâ istemezlik gösteriyorsun…

Yoksa tuzlu şeylerden mi hoşlanırsın? Sardalya, ton, kaz ciğeri, av eti, karaca kızartması, tavuk göğsü; reçellerin, ezmelerin de türlü çeşidi var. Eğer kayısı için kesinlikle bir düşmanlık besliyorsan sana portakal, erik, ananas, şeftali, armut, çilek… Ne istersen ikram edeyim. Beni fazla harcamaya sokmaktan çekinme; söyledim ya bunlar yok pahasına… Evet, gülme, belli bir oranda yok pahasına… Üstelik peynir, çeşter, gravyer, jerve?..”

Birden “Ne kadar kolay!” dedi. “Bende Cava şekeriyle Brezilya kahvesi de var. Dadı kalfa da -bilirsin- kahveyi çok iyi pişirir. Şimdi evde yemek pişirmek, su ısıtmak için kömür ve odun da kullanmıyoruz; çok iyi cinsten ocaklarımız var, petrol kullanıyoruz, Rusya’dan, yok pahasına…”

Dostumun dilinde sürekli yinelenen ve her seferinde fazla bir alay kokusu taşıyan bu “Yok pahasına!..” cümlesi artık açık seçiklik kazanmıştı.

Biraz korkarak “Sahi? Öyle mi buluyorsunuz?” dedim.

“Seni inandırmak isterim ki öyle! Aynı nefislik, aynı temizlik çerçevesinde yerli ürünler ve yapımlardan edinerek -ne var ki bulunanlardan- böyle büyük bir besin düzenleyebilir misin? Hele ki onu hazırlamak için aynı kolaylık, ucuzluk ve temizlik şartlarını odunda ve kömürde bulabilir misin?.. Yok pahasına diyorum, işte bir örnek…”

Yeniden süt tenekesini alarak uzattı:

“Sütü kaçtan alıyorsun?”

Başımı iki yana salladım.

“Pek bilmiyorum.” demek istedim.

O, karşılığımı beklemeden ikinci soruyu yetiştirdi:

“Halis süt buluyor musun?”

“Bilmem.” demek isteyen bir anlamla dudaklarımı burdum.

O, tenekeyi önüme sürdü:

“Bunu kaça alıyorum, diye sormuyorsun. Ama ülke otlaklarla dolu imiş. Şimdikinin on katı, yirmi katı, belki yüz katı, bilir miyim ne kadar koyun besleyebilirmiş… İstenilirse bütün dünyaya süt, yağ, peynir ihraç edilebilirmiş… Belki doğrudur; ama elime alabilecek gözle görülür, elle tutulur bir delil yok. Hâlbuki bu teneke, bak…”

Eliyle kavradı:

“Elimde onu tutuyorum, görüyorum ve biliyorum ki Amerika’nın ta kaybolmuş bir köşesinden İstanbul’a kadar yuvarlana yuvarlana gelen bu küçük kutu, ülkemin en az yarı yarıya su karıştırılmış sütünden daha ucuzdur. Senin topraklarında öyle bereketli, öyle ılımlı bölgeler varmış ki oralarda portakallar yerlere dökülerek çürür; şeftaliler, kayısılar, erikler dallarını kırarmış… Belki… Ama herhâlde dünyanın öbür yarısındaki meyve ormanlarının fazlasından bana kadar gelen reçeller, marmelatlar bugün keseme daha uygun…

Niçin? Onu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Bunun sebeplerini açıklayanlara da rastlayamadım değil… Onları dinlerken daha fazla sinirleniyorum. ‘Değil mi ki hastalığın sebepleri biliniyor, niçin iyileştiren yok?’ diyorum…”

Yeniden kayısı marmeladını francalasına sürdü.

“Ne nefis!.. Ne nefis!..” dedi. “Bir ülke ki toprağına kum serpilse filizlenir ama ekmeğinin ununu Amerika’dan bekler. Ormanları da bırakılsa dünyayı ısıtacak odun vermeye hazırdır, yemeğini pişirmek için Batum’un petrolünü yeğleyecek hâldedir…”

Bu sırada dadı kalfa, yavaş yavaş adımlarla kahvemi getiriyordu. İhtiyar dostumun birden atılan eli, fincanı tepsiden aldı ve önüme koydu:

“Şekerini Cava’dan, kahvesini Brezilya’dan alır; bu ne demektir çocuğum?..”

Karşılık vermemek için uzun bir yudumla kahvemden içtim. O, dadı kalfaya büyük tepsiyi göstererek “Doydum.” dedi. “Bunları kaldırıver dadıcığım…”

Hâlbuki daha doymamıştı. Henüz ben geldiğimde yeni başlıyordu. O kadar övdüğü yağlı, kaymaklı kakaosundan bile bir büyük kısmı fincanın içinde kalmıştı. Sezinliyordum ki ihtiyar dostumun sinirleri gene bozulmuştu. Ayağa kalkarak birisini tokatlıyormuşçasına ellerinin tersiyle, üstünden kırıntıları silkeledi ve gülmeye çalışan bir sesle ekledi:

“Ne denirse densin, İstanbul dünyanın kraliçesidir. Ona eski dünya, yeni dünya bütün zenginliğinin hazinelerini, hüner ve marifetlerini, eserlerini getirip sunar. O, yeşil eteklerini mavi sularının içine salıvererek naz yatağında uzana uzana, gerine gerine, yarı uykuda, yarı uyanık, bir eliyle aynasını arayarak, bir eliyle ipek saçlarını tarayarak yaşamanın zevklerini tatmakla uğraşmaktadır.”

Bu sırada uzaktan, İstanbul’un o çok bilinen seslerinden biri işitildi:

“Lüfeeer!..”

İhtiyar dostumun balık tutkunu olduğunu biliyordum. Yüzünde ufak bir ürpertinin akışını sezdim. Beni anlamışçasına dedi ki:

“Bakınız, işte bir örnek daha… Tabiat -denebilir ki- İstanbul’un kıyılarıyla bilerek, isteyerek oynamış, ona belli bir oranla dar bir alanda ne kadar oymalar girintiler, havuzlar körfezler, boğazlar yapmak mümkün ise yapmış, ne kadar fazla deniz vermek mümkün ise o kadar deniz bolluğuna boğmuş; sanki İstanbul istedikçe elini uzatsın, sulardan küme küme balık çıkarsın diye özenmiş… Hâlbuki lüferi kaça veriyorlar bilir misin?”

İkimiz de akla gelen sayının dehşetinden ürkmüşçesine sustuk. Uzaktan, balıkçının kaybolmaya başlayan sesi yineliyordu:

“Lüfeeer, taze lüferim var!..”

İkimiz de bunu dinler gibiydik. Sonra ihtiyar dostum iskemlesine oturdu ve ta ruhunun derin ve dolaşık yerlerinden gelip toparlanmış bir duygu hâlinde, “Deniyor musun bilmem?” dedi. “Ne güzel kutu balıkları var. Üstelik ne olursa olsun balık yemek ve tasarrufa uymak istersen, tavsiye ederim…”

Bu hikâyede sözü edilen yerli istikraz 7 Meşrutiyet’in ilk yıllarında çıkarılan istikraz-ı dâhilîdir. İhtiyar dost hesaplarında hayale kapılmış görünüyor. Sağır Osman Efendi’sini dinlemişse gene elleri böğründe kalmış demektir.

SAĞIR OSMAN

Epeyce uzun bir zamandan beri ihtiyar dostuma gidip görüşmek, konuşmak ihtiyacında idim. Ne vakit ortalıkta dönüp dolaşan olup biten hâllerin katıksız ve sağlam bir kokusu özetiyle yargılarımı güzel kokularla kokulandırmak istesem onunla söyleşmek için ona koşmak duygusunu duyarım.

Hemen her zaman onun evine, dağılmış, bunalmış düşüncelerle girer ve sonra onun bir şaka içinde gizlenen bir inceliğiyle, bir kahkaha arasına gömülmüş bir derinliğiyle beynimin yırtılan bulutları altında açık ve berrak bir gökyüzüyle oradan çıkarım. Bu, bence bir baygınlık sırasında biraz eter koklamak üzere girilen bir eczane çeşidindendir.

Bugün dostumu ya yeni açılmış sümbüllerinin renk renk kandillerine asılı kalmış ya da yazın açacak bir gelincik topluluğunun tomurcuklarının inceldiklerini anlamaya koyulmuş bulmak zehabında iken hiç alışkanlığı olmayan bir uğraş içinde çırpınıyor gördüm.

Daha tamamıyla yapraklanmamış bahçe çardağının altında bu oldukça serin nisan güneşinin ıslak ve kararsız dalgalarıyla ısınmaya çalışarak oturmuş; elinde bir kurşun kalem, önünde kâğıt, ayakları altında çıtırdayan kumların sesinden uyanmayarak yazıyordu. Yazıyor değil, sayılar döküyordu.

Onun sayılarla ilgilendiğini birinci kez olarak görüyordum. Ola ki beni gölgemden fark etti, eliyle işaret ederek “Otur!” dedi. Kurşun kaleminin ucunu çiğneyerek kafasının içinde çarpım cetvelinin isyancı bir anısını diriltmeye çabalıyordu.

“Bugün tuhaf bir uğraşınız var.” dedim. “Eğer gözlerimin bir aldatmasına kurban gitmiyorsam hesapla uğraşıyorsunuz!”

Bir gülümseme çıtlatacak kadar dudaklarından kurşun kalemini çekti ve yine bu fırsattan yararlanarak sordu:

“Yedi kere dokuz ne eder?”

Birden atıldım:

“Altmış iki!”

Kahkahasını rahatça salıverdi:

“Mümkün değil, zavallı çocuğum!” Ben hâlâ onun çocuğu sanını taşırım. “Yanılıyorsun.”

İhtiyar dost, gözlerinin sürekli genç kalan parıltılarında yaramaz bir anlamla ekledi:

“İki tekten bir çift çıkar ama toplam yapılınca, çarpma yapılınca tersine gene tek kalır…”

Hemen düzelttim:

“Evet, hakkınız var: Altmış üç… İyi ama beni de katılmaya çağırdığınız bu hesap işlemleri ne oluyor?”

Gözlerimi kâğıda atmıştım. Baştan başa sayılarla doluydu. Sonra kalabalıktan uzak tutulan bir köşeciğine de sanırım, yapılan çarpmaların, çıkarmaların sonucu yazılıyordu.

“Sen bizim Sağır Osman’ı sever misin?”

“Pek çok.”

Sağır Osman ihtiyar dostumun kendisinden daha yaşlı ve sanırım bu evde daha eski bir adamıydı ki hem aşçısı hem hizmetçisi hem bahçıvanı ve özellikle vekilharcıydı. Onun adı duygusallık zamanlarında Hacı Osman, öfke zamanlarında Sağır Osman’dı. Anlaşılan bugünün infial havası esiyordu.

“İşte onun için uğraşıyorum.” dedi. “Sen de bilirsin ya bu adamın bütün varlığı bu evin ekmeğinden başka bir şey değilken o bu evden herhâlde daha zengindir. Gerçi bu evden daha zengin olmak büyük bir anlam taşımaz; ama örneğin şimdi beni silkeleyip sarssalar üstümden bin kuruş zor dökülür. O bütün bu benim döküntülerimden oluşmuş bulunduğu hâlde…”

“Devenin silkintisi kediye yük olur.”

“Yararlı bir yük olsa yüreğim yanmaz. Biriktirir, biriktirir, çömleklere doldurup topraklara mı gömer, yün çoraplara tıkıp minderlere mi sokar, ne yapar bilmem! Sonra bir gün onları çıkarır, elinde bir kâğıtla gelir.

Bu ya bilinemez hangi bilinmeyen bir yabancı ülke kentinin piyango bileti ya da anlaşılamaz hangi bilinmeyen bir yerin maden tahvilidir. Gözlerinde bir umut ışığı parıldar. Ona şu kadar yüz binde bir ihtimalin binlerce liralık ikramiyelerini vadeden bir hayal göstermişlerdir ve o da hemen inanmıştır, götürüp paralarını oraya yatırmıştır. Ferahlık ve rahatlık içinde üç ay beş ay bekler; umudunun yaldızlı ve tatlı düşleri içinde rahat rahat uyur…

Ben onu uzaktan, sonucu önceden bilen güvenli gözlerle izlerim. Yavaş yavaş omuzlarının çöküşünden, sırtının kamburlaşmasından anlarım ki altın düşleri sisleniyor… Ve bana bir gün itiraf eder: ‘Sinyor bu sefer aldandı…’ ”

“Sinyor kim oluyor?”

“Ay, sinyoru bilmez misin? Hoş ben de tamamıyla bilmem ya… Bir nasır hekimi, ağrılara, sızılara da bakar, saçkıran da tedavi eder; sanırım daha başka önemli hastalıklara da çare bulur. Vaktiyle bir Felemenk yük gemisinde hem hizmet işleri görür, hem de berberlik yaparmış. İstanbul’a bir uğrayışında buraya hayran kalmış. O vakitten beri buradadır, köyümüzde oturur, burada ve İstanbul’da müşterileri vardır; müşterileri ve müritleri…

Ve bunlar arasında Sağır Osman!

İşte Sağır Osman şimdiye kadar bana en azından belki on sefer ‘Sinyor bu sefer de aldandı…’ nakaratı ile geldi. Hiçbir sefer sinyorun aldanmadığına da rastlamadım. Ama hep gene Osman sinyora gider…

Bilir misin çocuğum? Bu garip bir zihniyettir. Ben diyorum ki eğer bu zihniyet olmasaydı bakıcılar, falcılar nasıl geçinirlerdi? İşte yüzyıllardan beri insanlar hep onlara aldandıkları hâlde gene de hep onlara koşarlar. Bir süreden beri kendi kendime yemin ettim: Şu Osman’ın parası benden kazanılmış, benden alınmış -dikkat buyurunuz ki çalınmış demiyorum- bir paradır. Bunun üzerinde bir babalık hakkım, bir ona sahip çıkmak görevim vardır. Şu parayı yararlı bir şeye yönelteyim…

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

На страницу:
2 из 3