bannerbanner
Jön Türk – Millî, İçtimai ve Siyasi Roman
Jön Türk – Millî, İçtimai ve Siyasi Roman

Полная версия

Jön Türk – Millî, İçtimai ve Siyasi Roman

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 5

Zavallı Ahdiye aynalı dolabın karşısında kendi kendisini beğeniyordu. Biz dahi görmüş olsak hiç şüpheniz olmasın ki biz de beğenecektik. Uzuna yakın bir boy! Etine dolgun bir vücut! Gür lepiska saçlar, yine bu renkte dolgun kaşlar, iri gök mavisi gözler, gayet düzgün bir burun, bir ağız, bir çene, hele yüzündeki hafif tebessüm çerçevesinin bu asli güzelliğini o kadar arttırır ki bakan gözlerin hayran kalmaması mümkün değildir.

Evet, Ahdiye kendisi dahi gelinlik tuvaletini pek beğendi. O beğenişten mütevellit güzel sevinç tebessümleriyle etrafta bulunan hanımefendilerin ellerinden öperek kendisine gösterilen bir koltuk üzerine oturdu.

***

Bir yandan gelin çeyizi sergisinin bir kat daha tanzimi ve diğer taraftan gelinin giydirilmesi ve süslenmesi işleri görüldüğü sırada bu hizmetlere iştiraki olmayan hanımlar ise kendi giyinmek işiyle iştigal etmişlerdir. Kadınların giyinmesi! Ne büyük iş! Ne uzun iş! Muradımız itirazdır zannolunmasın.

Kadın giyim ve süslenme için ne kadar ihtimam ederse yeri vardır. Vakıa Şair “Güzel yüzün süsleyiciye ihtiyacı yoktur.” demiş, vakıa erkek nazarında kadının giyimi ve süsü ikinci derecede ehemmiyet alabilecek şeylerden görülmüş ise de mademki kadının kendi güzellik ve cazibesine güveni süsü ile olacak o hâlde kadını bu gayret ve ihtimamda tamamıyla serbest bırakmalı. Ta ki bakışları çekme hakkındaki ümitlerine halel gelmesin de kadınlığa mahsus olan bütün galibane latif tavırlarıyla hakikaten tamamıyla bakışları çekmeye muvaffak olabilsin.

Bugün tuvaletlerini icraya ilk kalkan hanımlar istedikleri gibi süslenmeye bol bol vakit bulabilmişler ise de gelin giydirmek hizmetinde bulunanların vakitleri o kadar müsait değildi. Zira koltuk töreni için tam öğle vakti tayin edilmiş olup ondan önce kuşak bağlama töreni dahi icra olunacaktı. Vakit ise kuşak bağlama töreninin icrası için hemen gelip çatmıştı.

Bazıları için vaktin darlığıyla beraber odalarında birer birer tuvaletlerini icradan sonra hanımlar ortaya çıkmaya başladıkları zaman konağın güzelliği bir kat daha arttı. Kına gecesi esnasında ve sabah kahvesi hengâmesinde görülen hanımlar şimdi sanki bambaşka biri olmuşlardı. Orta yaşlılar süsleriyle âdeta gençleşmişler. Ya gençler? Artık onlar tamamıyla can ve cihan afeti şeyler olmuşlar. Her birinin elbisesi vücudunun güzel kısmına yapışmak ve etekleri en güzel dalgalar teşkiliyle sürünmek için ne kadar ihtimama muhtaç iseler o kadar ihtimam ile yapılmışlar. Bunların bazıları onurlu şefkat nişanının birinci rütbesini haiz ve hamil olarak büyük kordonların teşkil ettikleri hamail o fidan boylara fazla bir güzellik bahşediyorlar. Şefkat nişanının ikinci, üçüncü derecesine haiz olanların da yalnız büyük kordonu eksik. Zira süslenmek için hepsinin hamil oldukları elmaslar, miktarca birbirinden pek az farklı. İhtimal kıymetçe farkları pek büyük olsun. Fakat baş, gerdan, göğüs, kol ve parmak takımlarının miktarınca âdeta hiçbirisinin noksanı yok. İhtimal bazılarının takıları kendi malları olmayıp da emanet olsunlar. Bakanlar için bunda bir sakınca yok. Bakan, herkesin kendi malı ile emanet mallar arasındaki farkı aramak ile mi meşgul olacak? Hayran hayran bakmak için hepsi eşittir. Öyle değil mi?

Süslü hanımlar meydana çıktıkları zaman salon ve sofalar öyle bir hâle girdiler ki, bu gün şu evde sanki bir gelin değil kırk gelin var olduğuna şüphe edilmezdi. Gerçi Ahdiye Hanım, başındaki tacı ile gelin odasında henüz oturtulmamış olduğu tahtı ile aynıyla bir kraliçe hâlini kazanmış idiyse de diğer süslü hanımların bu gelinden eksikleri ne? Zülüflerindeki birkaç altın tel ile elbisesini süsleyen limon çiçeklerinden ibaret! Zira taç diğerlerinin başlarında da var. Diğerlerinde nişan kordonları var ki onlar da gelinde yok. Hem güzelden anlayan gözler için gelinden ziyade bu hanımları seyretmekten lezzet almak muhakkaklardandır. Bir öksüzü gelin etmişler. Gerçekten kraliçeler gibi, imparatoriçeler gibi giydirmişler ama çocukluk hâli, gelinlik mahcubiyeti ile bu kraliçe tacının ağırlığı altında ezilip gidiyor. Öteki hanımlar ise bu çocukluktan çoktan kurtulmuşlar. Tuvaletlerini kendilerine ve kendilerini tuvaletlerine alıştırmışlar. Her biri kadın cesaretinin hangi derecesine kadar varmaya müsait ise varmış. Yüzüne bakacak olanlara mukabil utanarak gözlerini yere dikmek mahcupça mecburiyetini çoktan unutmuşlar. Bilakis meydan okurcasına galipçe bir nazara alışmışlar. Bunlar kadın! Gelin ise çocuk!

***

İşte her hazırlık tamamlanarak evin içi böyle hurilerle dopdolu cennet misali olduğu sırada “Hanımlar yol veriniz. Kuşak bağlanacak!” diye bir ses peyda oldu. Kuşak mı bağlanacak? Zavallı öksüzün babası yok. Amca, dayı gibi başka bir velisi de yok. Kuşağı kim bağlayacak? Herkes bunu düşünürken soygun kadınlardan5 birisinin delaletiyle bir efendi büyük salona doğru yürümeye başladı. Gençliğinde uzun boylu bir adam olduğu, şimdi ihtiyarlıktan beli bükülmüş olduğu hâlde böyle yine orta boylu adamlardan daha yüksek görülmesiyle çıkarılıyor. Beli bükülmüş olması ise arkasında olan yeni latanın6 art eteği diz uyluklarına doğru yükselmiş olduğu hâlde ön etekleri yerlere sürünmek derecesinde uzanmış olmasından anlaşılıyor. Yüzü yerde bir adam olduğundan yüzünü herkes layıkıyla göremiyor ise de süt gibi bir beyaz sakal, latanın siyah rengi üzerinde daha büyük bir letafetle bakışları çekiyor. Yüzünü görebilen bazı hanımlar ise bu latif ihtiyarın pembe rengine ve yüz azalarının tenasübüne hayran oluyorlar.

Tanımadınız mı? Abdüllatif Efendi! Ahdiye Hanım’ın hocası Abdüllatif Efendi! Kuşak bağlamak merasimini yerine getirecek bir akraba bulunmaz ise ne yapılır? Vaz mı geçilir? Yok! İşte buna Dilşinas Hanım mümkün değil razı olamaz. Dünyada bir tek ciğerparesini bu şereften mahrum bırakamaz.

Ahdiye zaten baba görmemiş, baba muhabbeti tatmamış olduğundan baba yerine koyarak kız evladıymışçasına bir muhabbetle sevdiği hocasının kuşak bağlama merasimini icra etmesi için validesine rica ettiği zaman Dilşinas Hanım bu ricanın tekrarına meydan bırakmadı. Ricayı hemen muallim efendiye nakledip tebliğ etti. Çoraplarından abani sarığına varıncaya kadar mükemmel bir bohçalık ile bu ricayı teyit etti. İşte Hoca Abdüllatif Efendi dahi hakikaten babaca bir hisle kendisine yüklenen vazifeyi ifaya geldi.

Dilşinas Hanım, Hoca Abdüllatif Efendi’yi usul gereği başörtüsü ile salon kapısında karşılayarak kapıya karşı olan kenar üzerinde gelin için hazırlanmış olan tahta doğru götürdü. Bu taht mor çuha kaplı güzel bir set üzerine konulmuş ufak bir kanepeden ibarettir ki üzerine hafif bir askı asılmış ve iki tarafına iki büyük ve güzel vazo içine gayet latif ve tabii birer limon ağacı yerleştirilmiştir. Ama bu limon ağaçlarıyla tahtın kabasını teşkil eden askı birbirine o kadar güzel uymuş, o kadar güzel bir uyum peyda etmiştir ki hiçbir şey beğenmek şanından olmayan en müşkülpesent hanımlar bile hiçbir yerde böyle sadelik içinde bu kadar güzel bir gelin tahtı görmediklerini itiraf etmişlerdir.

Abdüllatif Efendi, Dilşinas Hanım’ın kendisini bu taht üzerine oturtmak azmini görünce büyük bir tereddüt gösterdi ise de Dilşinas Hanım “Kızım Ahd… Şey, Fatma’ya öksüzlüğünü hatırlatmamak istiyorsanız henüz hiçbir kimsenin oturmamış olduğu şu kanepeye oturmalısınız. Yoksa hepimizi çok hüzünlendirip üzersiniz.” deyince ve zaten hanımın yüzüne baktığı zaman… Hani ya şu sesinin titremesinden şüphelenerek “Neden sesi böyle çatal çatal çıkıyor?” diye yüzüne baktığı zaman göz pınarlarında birikmiş olan iki elmas parçası gözyaşının solgun yanakları üstüne doğru aktığını da görünce ricayı tekrar ettirmeksizin kanepe üzerine oturdu. Zavallı Dilşinas! Zavallı Dilşinas! Bugünkü günde, bir babanın mukaddes vazifesi olan şu kuşak bağlama merasimini kocasının, sevgili hayat ortağının yerine başka birisinin ifa etmekte olduğunu görür de müteessir olmaz mı? Abdüllatif Efendi’den daha yakın bir kimse yok ya! Velev ki kocasının kardeşi olsun, bugün şu makamda her kim olsa kocasının yokluğunu hatırlatmakla biçare Dilşinas’ı mutlaka ağlatacaktır. Ama bu acı keder yalnız Dilşinas’tadır. Ondan başka kimsede yoktur. Hatta Fatma Ahdiye Hanım’da bile yoktur. Baba görmemiş, babanın ne olduğunu bilmez ki müteessir olsun.

Abdüllatif Efendi’nin gelin tahtına oturması üzerinden iki üç dakika ancak geçmişti ki salon kapısından Ahdiye Hanım sağ tarafında yoldaşı ve ders arkadaşı Remziye Hanım olduğu ve sol tarafında da Hoca Abdüllatif Efendi’nin ihtiyar zevcesi bulunduğu hâlde girdi. Hazır bulunan hanımlar tarafından maşallahların haddi hesabı olmadığı gibi Remziye’yi tanıyanlar böyle bir mutlu günü yakın vakitte onun hakkında da temenni ediyorlar. Gelinin salona girdiğini gören Abdüllatif Efendi oturduğu kanepeden derhâl kalktı. Mor setten aşağıya fırlayıp gelini karşıladı. Ahdiye bir baba karşısında diz çökerek ayaklarını öpmek vaziyetini aldı ise de ayağa bedel hocasının iki ellerini birden tutup defalarca öptü. Latif ihtiyar dahi hem gelinin alnından öpüyor hem de “Hak Teala Hazretleri mesut ve mübarek etsin kızım, ikinizi büyük bir bahtiyarca mesudiyet ile bir arada kocatsın!” temennisini beyan ediyor ise de bu sözleri şurada bizim yazdığımız gibi düzgün bir surette söylemeye takat bulamayıp rikkat ve heyecanın birbirine karıştığı şu anda bu kelimeleri zihninde buluncaya ve özellikle dudakları arasından çıkarıncaya kadar tir tir titriyor, buram buram terliyor. Biçare ihtiyarın, Dilşinas Hanım’ın uzattığı bir şal kuşağı Ahdiye’nin beline bağlaması lazım geldiği zaman ellerinin titremesinden bir türlü muvaffak olamayacağını herkes gördü. Kendi zevcesinin yardımı ile beraber pek büyük güçlüklerle ancak bağlayabildi.

Şu dokunaklı merasim de bu şekilde icra olunduktan ve Dilşinas Hanım’ın tedarik olarak bohça ile göndermiş olduğu üç yüz kuruş kadar çil parayı gelinin başına saçtıktan hazır bulunanları tebrik ederek ve birtakım çoluk çocuğun tamah ederek o parayı kapışmaya koyulmalarından fırsat bularak salondan çıktı gitti.

Düğünlerde halka yemek verme meselesi! Malum ya? Külfetin en büyüğü bu şey olduğundan zamanımızda bu âdet yavaş yavaş kalkıyor. Keşke hızlı hızlı kalksa! Keşke bir an önce kaldırılıverse! Hoş bir anda bunu kaldırmak geline bakmaya gelmek âdetini kaldırmak kadar zor görünür ise de bu âdetlerin ikisi de o kadar şikâyete sebep olmaktadır ki halk ne olursa olsun göze alarak bunları kaldırdıkları gün istibdat binasını yıkıp hürriyeti iade ve devam etmişçesine bir büyük muvaffakiyete nail olmuş sayılacaklardır.

Geline bakmaya gitmek! On sekiz mahalle aşırı yerlerden kadınlar sökün ederler. Davetli değiller. Fakat onlar davetlilik, davetsizlilik bilir mi? Bazı yeni düğünlerde geline bakmaya gelecek olanlara önceden birer kart ulaştırmakla onları bu suretle de davet etmiş olmak yolu bulunmuş. Ne güzel yol ama kadınlar o güzel yollara gelirler mi? Mahalle bekçisi kapıda! Bir de jandarma var. Bir de polis var. Heyhat! Önlerine gelenleri paralarcasına edilen hücumlara bunların hangisi güç yetirebilir!..

Mutlaka girecekler. Hem çarşaflarını, ayakkabılarını çıkarmak da yok. Çıkarsalar nereye koyacaklar? Kim muhafaza edecek? Eğer hava biraz da yağışlı ise var ya, vay o düğün evinin hâline! İçine dört beş tulumba alınarak yangından kurtarılmış eve benzedi gitti!.. Şimdi düşünülsün. Ev içi bu hâlde bulunmakla beraber yüzlerce davetli misafirlere yemek çekilecek. Bizim Dilşinas Hanım’ın düğünü gibi orta hâlli bir düğünde en az kırk elli sofra yemek verilecek. Bunun için her takımı ile dışarıdan aşçı tutulmuş. Sofracı tutulmuş. Birkaç sofra birden verileceği cihetle yemek buharı evin etrafını istila etmiş. Yağ kokusu zerde kokusuna karışmış. Herkesin alelade kuşluk yemeği saati olan vakitten üç dört saat evvel yemek verilmeye başlanmış. Başka türlü sofraları yetiştirmeye imkân yok ki! Henüz karınları acıkmamış olanlar yemek yemeye davet ediliyorlar, yani sözün doğrusu zorlanıyorlar. Bu kadar erken başlandığı hâlde de sofraların sonları saat sekizlere, dokuzlara kadar devam ediyor. Bu sofralara oturtulacak olan biçareler açlıktan gebermeye yaklaştırılıyorlar.

Sofracılıktan habersiz olan terbiyesiz hizmetçinin birisi bir veya birkaç hanımın üzerine kuru bamya sahanını giydirivermiş. Avuç dolusu paraya mal olmuş bulunan elbisesine hanımların ciğerleri yanıyor ama ne diyecek? Her taraftan “Uğurdur inşallah!” tesellilerine boyun eğmeyebilecek mi? Bir sofradan halk kalktıktan sonra evlerin tabii hâllerinde olduğu üzere sofralar ve malum levazımları sabunlu sular ile yıkanacağına bu kadar ihtimama vakit müsait olmamak hasebiyle sadece bir kuru bez ile silmek suretiyle yetiniliyor. Yağ yağ üstüne binmiş, kir kir üstüne!.. Havlu, peşkir namlarıyla misafirlere verilen bezler ele alınabilecek hâlden çıkmışlar, mide olsun da bunlardan iğrenmesin.

Fakat çare yok! Görenek! Eğer bir sınıf misafirleri yemeğe davet etmeyecek olsalar gücenmek muhakkak. Bunların hemen hepsi bir düğün hediyesi de getirmişler. Kimisi soğan zarı kadar ince birer gümüş kupa. Kimisi yine bu yolda yapılmış eski biçim bir çift zarf ve fincan! Velev ki hediyeler biraz daha kıymetli olsunlar. Ne kadar kıymetli olmak lazım gelir ise davetlilerin şikâyetleri o kadar artacak. Zira bir aile yılda düğün ve loğusa gibi sekiz on cemiyete davet edilecek olur da her birine de az çok kıymetli hediyeler götürecek olursa aile bütçesi bozuldu gitti.

Düğünlerimiz için şu fıkramızda tasvir ettiğimiz şeyler tasvire değer olan şeylerin binde birisi olamaz. Yalnız bazılarını hatırlatışımızdan kadın ve erkek okuyucularımız hepsini anlayabilirler. Hiç şüphe edemeyiz ki bu beyhude külfetleri, bu kuru kalabalıkları kendileri de beğenmezler. Hele zihinlerini biraz daha genişleterek ve gözlerini de biraz daha açarak “çeyiz” namıyla ne kadar lüzumsuz şeylere ne çok paralar sarf edildiğini düşünecek olurlarsa ev yapmak demek olan düğünlerin âdeta ev yıkmak ile hükümde eşit düşeceğini kendi kendilerine hükmederler. Orta hâlli bir adamın gelin edecek üç kızı oldu mu vay hâline! Meğerki bol ağırlık verecek taliplere rast gelsin. Ama zamanımızda ağırlık ile kız alabilecek babayiğitler şöyle dursun aldığı kızı beslemek gayretiyle alacak kahramanlar bile azalmışlardır. Çoğunluğun selameti, medeni ilerleme, nesillerin çoğalması, servetin korunması noktainazarlarından şu evlendirme ve evlenme meselesinin pek çok ıslaha muhtaç olduğunu inkâra mecal olmayıp inşallah yakın zamanda bu ıslahın nasip olduğunu görürüz diye duada kusur etmeyelim. Belki izzetli Rabb’in kabulgâhına ulaşır.

Bu tenkit gayreti bizi sadedimizden biraz uzaklaştırdı ise de şu ibret bakışlarına arz ettiğimiz noktalar dahi sadet beyanı dâhilindedir. İşte bugün Dilşinas Hanım’ın evinde gelinin giydirilmesi dakikasından başlayarak ev içi şu tasvir ettiğimiz manzarayı almıştı. Abdüllatif Efendi kuşak bağlamak merasimini ifa ederek çıkıp gittiği dakikada ev içi bir düğün evinin peyda etmesi mutat olan fevkaladeliği tamamıyla peyda etmişti. Bu dakikadan itibaren damadın gelmesi bekleniyordu.

***

Damat Nurullah Bey’in koltuk merasimini icra etmek üzere düğün evine gelmesi için tam öğle vakti tayin olunmuştu. Bu delikanlının hususi hâllerini bilenler bu yolda tayin olunan vakitlerde asla sözünde durmazlık etmeyeceğinden emin idiler. Dolayısıyla bu emniyette olan birkaç hanım civardaki bir camide öğle ezanı okunduğunu işittikleri zaman damat beyin neredeyse geleceğine hükmederek ona göre hazırlık görülmesini Dilşinas Hanım’a hatırlattılar. Dilşinas Hanım “Biz hazır ve amadeyiz. Teşriflerinden başka bir şeyi beklemiyoruz.” demekle beraber sokak kapısından gelin tahtına kadar damat ve gelinin güzergâhı üzerinde düzenlemeye muhtaç bir şeyler varsa icaplarının icrası için şöyle hızlı bir dönüp dolandı, lakin düzeltecek hiçbir düzgünsüzlük bulamadı.

Cemaat camiden çıkacak kadar zaman geçti. Nurullah Bey’den henüz eser yok. Zaten acele etmeye de ne lüzum var? Düğün evi pürneşe. Koltuk merasiminin geciktiği, gecikeceği kimsenin hatırına bile gelmiyor. Gerçi gelin henüz özel yerine oturtulmamış ve bu yüzden geline bakmaya gelenler için kınama zamanı alışıldığınca gelmemiş ise de kınayıcılar bir hayli zamandan beri kınamalara başlamışlar. Ne gelini beğeniyorlar ne tahtı ne döşemeyi. Hatta o büyük kordonlu hanımları da beğenmiyorlar. Beğenmeyenler ekseriyetle kimlerdendir bilir misiniz? Mahrumlardan!.. Kendi kudretlerinin fevkinde gördükleri refah ve saadet sebeplerine imrenmekle kalmıyorlar. Bunları düşmanlık bakışıyla görüyorlar.

Öğleden bir saat geçti, damat Nurullah Bey Henüz gelemedi. Olabilir ya. Gelinin kolunu koltuğuna alacak bir damat olur olmaz süs ile yetinemez. Başkalarının tıraşı bir çeyrek sürer ise onun tıraşı bir saat sürer. Potinlerinden fesine kadar her şeyiyle yerli yerinde ve temiz, pak olması zamana muhtaçtır. Düğün halkından hiçbir kimse damadın varışında bir gecikme görmüyor. Herkes kendi temaşası, kendi kınaması ile meşgul oluyor. Yalnız Nurullah Bey’in o belirlenen vakte ne derecelerde riayetkâr olduğunu bilen birkaç hanım bu işte biraz gecikme görüyorlar ise de onlar dahi gecikmeye ehemmiyet vermiyorlar. Her zaman o belirlenen vakitlere riayetkâr olan bir adam şöyle bir düğün günü o riayete zarar verebilir mi? Beş on kere düğün münasebetiyle bile belirlenen vakte riayet etmiş olduğu tecrübe edilmiş değil ya.

Öğleden iki saat geçti. Cemaat içinde “Yahu! İkindi oluyor. Koltuk ne zaman yapılacak?” sözleri söylenmeye başlandı. Gerçi henüz özel bir ehemmiyetle söylenen sözlerden değil ama bu sözleri işitenlerde birer tasdik ve tasvip tavrı görülüyor. Nurullah Bey’in belirlenen vakitlere ne kadar riayetkâr olduğunu bilen birkaç hanım bu işteki gecikmeye ehemmiyet vermeye başladılar. Mutlaka “Bir meşru özrü olmalıdır ki Nurullah Bey’i belirlenen saatten böyle iki saat sonraya kadar geciktirsin.” düşüncelerine kadar koyuldular. Bunlardan birisi gecikme sebebini Dilşinas Hanım’dan sordu. Dilşinas epeyce dalgın bir tavır ile “Vallahi hanım kızım ne diyeyim, bilmem! Öğle ezanında geleceğini haber vermişlerdi. İki buçuk saat kadar bir gecikme vukuya getirdi. Nerede ise şimdilerde gelir.” cevabını verince bu cevap Nurullah Bey’i tanıyan o birkaç hanımda tam bir güven hasıl edemedi.

Kına gecesi şenliklerinden sonra yataklarına girmiş ve bir zamana kadar uyumamış bulunan hanımlardan birisinin hasbihâl yollu yatak komşusu bulunan diğer hanımlara başkalarının bildiklerinden ziyade kendisi bazı şeyler bildiğini söylemiş olduğu hatırlardadır ya! Öğle ezanından sonra üç saat geçip de ikindi vakti gelip çattığı hâlde damat Nurullah Bey’in henüz gözükmemesi üzerine bu bilgiç hanım diğer yatak komşularını birer birer arayıp bulmuş ve ağızdan kulağa bir fiskosa girmişti. Yanlarına sokulup da neler söylendiğine kulak vermiş olsaydık merak uyandıracak bazı sözler ulaşırdı. Kısaca işitirdik ki:

“Hanım kardeşler galiba bildiklerim dosdoğru çıkacak. Bu damat beyefendi gelecek idiyse şimdiye kadar gelip çıkmalı idi. Akşam ezanından sonra koltuk merasimini yapacak değil ya! Pek zannediyorum ki bu düğün, bu bayram bir facia suretini alacak.”

Bu sözlerin bize nasıl tesir edeceklerini bilemez isek de bunları işiten iki hanıma tesirleri pek ziyade olduğunu benizleri sapsarı kesilmiş olmasından anlayabiliriz. Hatta durum çok hızlı bir şekilde düğün halkı arasında dahi yayıldı. Yalnız “Damat bey henüz gelmedi!”den de ibaret değil; “Galiba hiç gelmeyecekmiş!” suretini de geçerek birkaç dakika zarfında “Düğün bozulacakmış!” derecelerine kadar da vardı.

Bu sözlerin biçare Dilşinas Hanım’ın kulağına ulaşmaması mümkün müdür? Gürül gürül ikindi ezanları okunmaya başladığı hâlde damadın henüz gözükmemesine başka bir anlam vermek için hiçbir yol bulunamıyordu. Damadın kız kardeşi olup düğünde hazır bulunan Zeliha Hanım’ın yanına sokularak “Hanım kardeş! Siz bu hâllere ne mana verirsiniz?” diye sordu ise de Zeliha Hanım’ı kendisinden daha ziyade müteessir buldu. Onun hayreti kendi hayretini de geçiyor. Öğle vaktinde mutlaka koltuk merasiminde hazır bulunmak kararında olduğundan başka bir haber veremiyor. Nurullah Bey’in evine bir adam gönderildi. İki kilometre kadar uzak bulunan evden bir cevap alabilmek için hiç olmazsa yarım saat beklemek lazım geliyordu. Yarım saat! Böyle bir hengâmede ne uzun zamandır. Velev ki Nurullah Bey’in evi daha yakın olsun. Evin hanımı işte burada, düğün evinde. Nurullah’ın bir de babası var ama şu saatte onun da evinde bulunacağına hiç ihtimal verilemez. Fakat ahval gittikçe başkalaşıyor. Zira kadınlar arasında bir kaynaşma başlangıcı görülmeye başladı. Üç beş yüz kadının toplanmış oldukları bir düğün evinde yüz kadarının olsun terbiyesizlerden olacağı ve bunlar içinde beş on tanesinin dahi edepsizlerden bulunacağı tahmini güç şeylerden değildir. Bu edepsizlerden en cüretli olan birisi Dilşinas Hanım’a hitaben “Hanımefendi! Hanımefendi! Düğün var, yüz yazısı var diye memleketi başınıza topladınız ama hani ya damadınız nerede?” deyince bu cüret diğer edepsizlere ve onlardan dahi terbiyesizlere intikal ederek her ağızdan bir söz çıkmaya başladı. Gerçekten hiçbir koltuk merasiminin ikindiden sonraya kadar gecikmesi görülmemiş, işitilmemiş bulunduğundan hoşnutsuzluk yayıldıkça yayılıyordu. Biçare Dilşinas Hanım’ı hiç sormayınız. Utancından, kahrından yerler yarılsa yerlere geçecek. Sözü geçen bilgiç hanım ise muvaffakiyet ve galibiyet tavrını artırdıkça arttırıyor, “Meğer işittiklerim hep gerçek imişler. Bu düğün bozuldu efendim bozuldu. Zaten derme çatma bir şey olduğundan Ahdiye Hanım’ın talih ışığı bir ‘püf’ ile söndü gitti!” diyor. Ve bu sözü artık yalnız kendi iki arkadaşına değil, dinlemek isteyenlerin hepsine hitap edercesine söylüyor.

***

Saat ona yaklaştı. Nurullah Bey’in evine gönderilmiş olan adam geldi ise de sadra şifa verecek bir haber getiremedi. Küçük bey sabahleyin evinden çıkmış, hamama falan gidecekmiş, babası olan büyük bey dahi ikindiüstü evinden çıkmış, akşam güveyi sofrasına gelecek ve namazında hazır bulunacakmış. Evinde bundan başka haber yok.

Uzak yerlerden gelmiş olan hanımlar ikişer üçer çarşaflarını, carlarını7 istemeye ve hanelerine dönme arzusunu göstermeye başladılar. Artık çenelerini bıçaklar açamamakta olan Dilşinas biçaresi bunlara “Ne acele ediyorsunuz hanımlar; elbette nerede ise gelir çıkar.” diyebilmek için olanca cüretiyle kendini zorluyor ise de ağzından çıkan sözler işitilip anlaşılabilecek bir surette çıkamıyorlar. İşitilse anlaşılsa bile ne fayda? Saat on bire geliyor, ikişer üçer derken beşer altışar, hatta sekizer onar hanım kafileleri gitmeye başladılar. Zavallı Ahdiye neye uğradığını bilemiyor. Bu büyük belanın dehşet derecesini tayine bile güç yetiremiyor. Arkadaşı Remziye’nin elini tuttu. O dost elini buz gibi soğuk buldu. Sanki biçare Remziye’nin damarlarında kanı kurumuş. Hâlbuki Remziye, Ahdiye’nin elini ateş gibi sıcak bulmuştu. Öyle olacak ya! Şiddetli sıtma gibi bir hâl kızcağızı istila etmiş. Başı ateşler içinde! “Remziyeciğim bu hâl ne hâl?” suallerine Remziye bir cevap bulabilmekten aciz. O dahi bu hâlin ne hâl olduğunu soracak bir adam arıyor.

Konak bir yandan boşalıyor. O terbiyesiz ve edepsiz takımı boşalıp gitseler cana minnet fakat onlar giderler mi? Onlara seyir lazım. Dram veyahut komedya olduğunu fark ve ayırt etmeye yanaşmak bile şanlarından olmayan bu sefiller ve reziller güruhu şu işin sonunun nereye varacağını görmek için ısrarla bekliyorlar. Asıl kibar ve haysiyet sahibi olanlar gidiyorlar. Hem de ciğerleri kan içinde gidiyorlar. Gerek geline ve gerek validesine ne yolda taziye beyan edeceklerini bilemeyerek gidiyorlar. Hatta taziye lazım mı? Onu da kestiremiyorlar. İşin içinde bir büyük sır var ama ne olduğunu, ne olabileceğini bir türlü anlayamıyorlar.

Misafirlerin muteberleri tamamen gittiler. Ev içinde sözü geçen sefillerden ve rezillerden başka kimseler kalmadı. Hoca Abdullah Efendi’nin eşi Zehra Hanım bunlara “Hanımlar haydi siz de gidiniz. Görüyorsunuz ya? Düğünümüz, derneğimiz bozuldu. Saat on biri geçiyor.” diye sesleniyor ama biçare Dilşinas ile ondan daha biçare olan kızcağızı Ahdiye’nin gözlerinden bela yağmuru gibi yaşlar boşaltan bu acı sözler; o sokak karıları nezdinde alay gülüşlerinden başka hiçbir tesir meydana getirmiyor. Hatta Zehra Hanım’ı reddederek ve tahkir ederek “Hanım hanım! Hem suçlu hem güçlü derler ise o da sizsiniz, geline bakalım diye işimizi, gücümüzü bırakıp geldik. Şimdi de bizi kovuyorsunuz ha!” yollu başladıkları tekdiri bitirmek bilmiyorlar. Nihayet kapıdaki polis, jandarma ve bekçiyi içeriye alarak bu sefilleri zorla gibi surette çıkarmaya ve kovmaya mecburiyet elverdi. Aman ya Rab! Bunların çıkarken ettikleri edepsizlikleri görmeli ve söyledikleri edepsizce sözleri işitmeli idi!.. Hayır hayır! Ne bu hâller görülecek hâllerdendir ne de bu sözler işitilecek sözlerdendir.

Akşam ezanına yakın bir zamanda idi ki polis efendi “Öyle ise biz de gidelim!”den ibaret bir haber gönderdi. Öyle ise!..

Aman ya Rab ne mühim söz! Yani düğün dernek berbat oldu ise!..

Öyle ya bari onlar dahi gitsinler, hatta Dilşinas Hanım bunlar için hazırladığı ipekli mendilleri gönderdi ki polis efendi için iki, jandarma için bir ve mahalle bekçisi için dahi yarım lira bu mendillerin birer ucuna bağlanmış idi.

На страницу:
3 из 5