
Полная версия
Muhteşem Gatsby
Atların, elbette, bir daha lafı edilmedi. Tom ve Bayan Baker, aralarında birkaç metrelik alaca karanlıkla, ortada bir ölü varmış da başını beklemeye gidercesine kütüphaneye doğru ilerlediler. Ben de memnuniyetle ilgili ve az biraz sağırmış gibi görünmeye çabalayarak, Daisy’yi birbiriyle bağlantılı bir dizi verandadan ön sundurmaya kadar takip ettim. Sundurmanın yoğun loşluğunda, hasır bir kanepeye yan yana oturduk.
Daisy yüzünün o güzelim biçimini hissetmek istercesine ellerini suratına götürdü ve gözlerini kadifemsi alaca karanlığa doğru ağır ağır kaldırdı. Çalkantılı duyguların onu pençesine aldığını görebiliyordum; bu yüzden, belki onu yatıştırır diye umarak küçük kızı hakkında bazı sorular sordum.
“Birbirimizi doğru dürüst tanımıyoruz bile, Nick…” dedi birden. “Kuzen olmamıza rağmen. Düğünüme bile gelmedin!”
“Daha cepheden dönmemiştim.”
“Doğru diyorsun.” Duraksadı. “Şey, çok kötü günler geçirdim Nick, her şeye şüpheyle yaklaşır oldum.”
Görünüşe bakılırsa haksız da sayılmazdı. Anlatır diye bekledim ama başka bir şey söylemeyince ben de kızının konusunu çekine çekine tekrar açtım.
“Herhâlde konuşmaya başlamıştır ve kendi başına yemek falan yiyordur…”
“Ah, evet!” Bana boş gözlerle baktı. “Dinle Nick, o doğduğunda ne dediğimi anlatayım sana. Duymak ister misin?”
“Hem de çok!”
“Bu, sana durumum hakkında ne hissettiğimi gösterecek. Evet, doğalı daha bir saat bile olmamıştı ve Tom Tanrı bilir neredeydi! Eterle ayıldığımda kendimi tek kelimeyle terk edilmiş gibi hissediyordum, hemen hemşireye bebeğin kız mı erkek mi olduğunu sordum. Kız olduğunu söyleyince, yüzümü çevirip ağlamaya başladım. ‘Pekâlâ…’ dedim, ‘Kızım olduğu için memnunum. Umarım aptalın biri olur; bu dünyada bir kızın olup olacağı en iyi şey bu, güzel, küçük bir aptal…’ ”
“Gördüğün gibi, bana kalırsa her şey, her türlü berbat!..” diye inançla devam etti konuşmasına. “Herkes böyle düşünüyor, en ileri insanlar bile. Bense biliyorum. Gitmediğim yer, görmediğim ve yapmadığım hiçbir şey kalmadı.” Gözleri Tom’unkiler gibi, meydan okurcasına parladı ve insanın nefesini kesen bir aşağılamayla güldü. “Görmüş geçirmiş… Tanrı’m, görmüş geçirmiş biriyim ben!”
Sesi kesildiği, dikkatimi, inancımı zorlamayı bıraktığı an söylediklerinin samimiyetsizliğini hissettim. Bu beni huzursuz etti, sanki bütün akşam, benden destekleyici bir duygu koparmak için tertiplenmişti. Bekledim ve gördüm ki hakikaten, sevimli yüzünde eksiksiz bir sırıtışla bana baktı, sanki Tom’la ikisinin ait olduğu oldukça seçkin, gizli bir derneğin üyesi olduğunu açığa vuruyordu.
İçeride, kızıl renkli oda ışığa boğulmuştu. Tom ve Bayan Baker uzun kanepenin birer ucuna oturmuşlardı, kız yüksek sesle “Saturday Evening Post”tan bir şeyler okumaktaydı; kelimeler, mırıl mırıl ve çekimsiz, huzur verici bir ezgiyle akıp gidiyordu. Erkeğin çizmelerinde ışıldayan ve kızın güz yaprağı rengindeki saçlarına donukça vuran lamba ışığı, kız, kollarındaki incecik kasların bir çırpınışıyla sayfayı çevirirken sayfa boyunca yanıp söndü.
Biz içeri girince, Bayan Baker elini kaldırıp bizi bir anlığına susturdu.
“Devamı sonraki sayımızda.” dedi gazeteyi sehpanın üzerine fırlatarak.
Dizinin huzursuz bir hareketiyle vücudunu toparlayıp ayağa kalktı.
“Saat on olmuş!” dedi, tavana baktığına göre, anlaşılan saatin kaç olduğunu oradan anlamıştı. “Bu uslu kızın yatma vakti geldi.”
“Jordan yarınki turnuvaya katılacak.” diye açıkladı Daisy, “Westchester’dakine.”
“Ah, siz Jordan Baker’sınız!”
Şimdi neden yüzünün bu kadar tanıdık geldiğini anlamıştım; Asheville, Hot Springs ve Palm Beach’teki sportif yaşantıyı gösteren birçok fotoğrafta o hoş, mağrur yüz ifadesiyle bakmıştı bana. Onun hakkında bir hikâye duymuşluğum da vardı. Eleştirel, tatsız bir hikâye… Ama ne olduğunu hatırlamıyorum şimdi.
“İyi geceler!” dedi yumuşak bir sesle. “Beni sekizde uyandırın, olur mu?”
“Tabii eğer kalkarsan…”
“Kalkarım. İyi geceler, Bay Carraway. Görüşmek üzere.”
“Elbette görüşürsünüz!” diye tasdikledi Daisy. “Hatta ben sizi bir baş göz edeyim. Sen bize sık sık gel Nick, sizi bir şekilde kaynaştırırım. Bilirsin ya, sizi yanlışlıkla çamaşır odasına kilitlerim veya sandala atıp denize salarım, bakacağız artık…”
“İyi geceler!” diye seslendi Bayan Baker merdivenlerden. “Ben bir şey duymamış olayım…”
“Hoş kızdır…” dedi Tom biraz bekledikten sonra. “Keşke onun böyle sağda solda sürtmesine izin vermeseler.”
“Kimler izin vermese?” diye sordu Daisy soğuk bir şekilde.
“Ailesi.”
“Ailesi dediğin yüz yaşındaki bir haladan ibaret. Ayrıca, Nick ona göz kulak olacak, değil mi Nick? Bu yaz hafta sonlarının çoğunu burada geçirecek. Aile ortamı ona çok iyi gelecektir.”
Daisy ve Tom bir anlığına sessizce bakıştılar.
“New York’lu mudur?” diye sordum hemen.
“Louisville’li. Masum genç kızlığımız orada beraber geçti. Masum, güzel…”
“Nick’e verandada döktün mü içini?” diye sordu Tom ansızın.
“Öyle mi dersin?” Bana baktı. “Hatırlamıyorum ama İskandinav ırkından bahsettik sanki. Evet, aynen öyle yaptık. Konu bir şekilde oraya geldi, bir de baktık…”
“Duyduğun her şeye inanma Nick!” diye öğüt verdi Tom.
Kaygısız bir şekilde, hiçbir şey duymadığımı söyledim ve birkaç dakika sonra eve gitmek için yerimden kalktım. Kapıya kadar bana eşlik ettiler ve neşeli bir ışık karesinin içinde yan yana durdular. Motoru çalıştırdığımda Daisy emredercesine seslendi: “Bekle!”
“Sana bir şey sormayı unuttum, önemli bir şey. Batı’da bir kızla nişanlandığını duyduk.”
“Doğru ya…” diye kibarca onayladı Tom, “Nişanlanmışsın.”
“Asılsız haber. Beş param yok ki benim!”
“Ama öyle duyduk…” diye ısrar etti Daisy, yine bir çiçek misali açılıp beni şaşırtarak. “Üç ayrı kişiden duyduğumuza göre bu işin aslı olmalı.”
Elbette neyden bahsettiklerini gayet iyi biliyordum ama nişanlı falan değildim. Doğu’ya gelme nedenlerimden biri de dedikoducuların neredeyse nikâh kâğıtlarımızı bile asmasıydı. Söylentiler yüzünden eski bir dostumla görüşmeyi kesecek değildim, fakat diğer yandan bu dedikodu çıktı diye de evlenecek hâlim yoktu.
İlgileri beni oldukça duygulandırdı ve aramızdaki maddi uçurumu biraz azalmış gibi gösterdi. Yine de uzaklaşırken aklım karışmıştı, biraz da iğrenmiştim. Bana kalırsa Daisy’nin yapması gereken, çocuğunu da alıp evden kaçıp gitmekti; ama görünüşe bakılırsa böyle bir şey aklının köşesinden bile geçmiyor. Tom’a gelince, New York’ta bir metresi olduğu gerçeği, bir kitap yüzünden canını sıkıyor olmasından daha az şaşırtıcıydı. Bir şey onu bayat fikirleri gevelemeye itiyordu, gürbüz fiziksel benlikçiliği artık onun buyurgan gönlünü doyurmaya yetmiyor gibiydi.
Hanların çatılarına ve yepyeni, kırmızı benzin pompalarının ışık gölcükleri altında parladığı yol üstündeki benzinliklerin önüne çoktan varmıştı yaz; West Egg’deki evime ulaştığımda arabayı siperin altına koydum ve bir müddet avludaki terk edilmiş çim silindirinin üstünde oturdum. Rüzgâr ağaçlarda kanat çırpan ve toprağın şişkin körüklerinden yaşam dolu kurbağalar üflüyormuşçasına ısrarcı bir org sesiyle uğuldayan pırıl pırıl bir gece bırakarak esip geçmişti. Geçmekte olan bir kedinin silüeti ay ışığında titreşti ve başımı onu izlemek için çevirdiğimde, yalnız olmadığımı gördüm; on beş metre ileride, komşumun malikânesinin gölgesinden çıkan bir suret, elleri cebinde, dikilmiş, gümüşi yıldızlara bakıyordu. Hareketlerindeki sakinlik ve çimler üzerindeki emin duruşu, bu suretin bize ait göğümüzün üzerindeki payının ne kadar olduğunu tespit etmek için dışarı çıkan Bay Gatsby olduğu hissini uyandırıyordu.
Ona seslenmeyi düşündüm. Bayan Baker yemekte kendisinden bahsetmişti ve bu bir tanışma vesilesi olabilirdi. Ama seslenmedim, çünkü bir an, yalnız olmaktan hoşnut olduğunu gösterir vaziyette kollarını karanlık suya doğru garip bir şekilde açtı. Ne kadar uzakta olsam da titrediğini gördüğüme yemin edebilirdim. Gayriihtiyari deniz yönüne baktım; tek bir yeşil ışığın dışında hiçbir şey seçemedim, ufacıktı, oldukça da uzaktaydı. Kim bilir belki bir iskelenin ucuydu. Bir daha bakmak için Gatsby’ye doğru döndüğümde ortadan kaybolduğunu gördüm ve ben yine huzursuz karanlıkta bir başımaydım.
2. BÖLÜM
West Egg’le New York arasındaki yolun yarısında kara yolu, oradaki tamamen ıssız bir arazi parçasından kaçınmak istercesine, bir acele demir yoluna kavuşur ve çeyrek mil kadar kol kola ilerlerler. Burası küller vadisidir; küllerin bayırlarda, tepelerde ve grotesk bahçelerde buğdaylar gibi büyüyüp geliştiği sıra dışı bir çiftlik… Küller evlerin, bacaların, yükselen dumanın ve nihayet, üstün bir çabayla, belli belirsiz devinen ve çoktan tozlu havaya doğru ufalanmaya başlamış sandığımız kül grisi insanların şeklini alır. Zaman zaman, bir dizi gri vagon belli belirsiz bir demir yolu hattı boyunca ağır ağır ilerleyerek dehşetli bir gıcırtı çıkarır, ardından susar, derken birden kül grisi insanlar kurşuni küreklerle akın ederek yerden ne olduğu belirsiz işlerini perdeleyen, zifirî bir bulut kaldırırlar.
Fakat bu kurşuni arazinin ve üzerinden bitmeksizin akan kasvetli toz titreşimlerinin üstünde, bir süre sonra, Doktor T. J. Eckleburg’ün gözleri seçilir. Doktor T. J. Eckleburg’ün gözleri masmavi ve devasadır; retinaları bir metre boyundadır. Bu gözler bir surattan değil, var olmayan bir burnun üzerinde duran devasa, sarı bir gözlüğün ardından bakarlar. Besbelli, onları oraya şakacı, zıpır bir göz doktoru Queens kasabasındaki işleri artsın diye yerleştirmiş, sonra da kendisi ebedî bir körlüğe gömülmüş veyahut onları burada unutmuş, taşınıp gitmişti. Ancak güneş ve yağmurun altında geçen bir sürü boyasız günden sonra ferini yitiren gözleri, bu kasvetli çöplüğe bakıp kara kara düşünmektedir.
Küller vadisinin bir tarafı pis bir nehir ile çevriliydi ve asma köprünün kanatları mavnaların geçmesi için açıldığında, bekleyen trenlerdeki yolcuların yarım saat kadar bu iç karartıcı manzarayı seyretmek mecburiyetinde kaldıkları olurdu. Burada en azından bir dakikalık duraklama olurdu ve işte Tom Buchanan’ın metresiyle karşılaşmam bu vesileyle gerçekleşti.
Bir metresi olduğunu bilmeyen yoktu. Ahbapları popüler kafelerde metresiyle görüldüğü ve onu masada bir başına bırakıp, etrafta dolanarak onunla bununla muhabbet ettiği için ona içerliyorlardı. Kadını her ne kadar merak etsem de onunla tanışmak niyetinde değildim. Lakin tanıştım. Bir öğleden sonra Tom’la birlikte New York’a gitmek üzere trene bindik ve kül tepelerinin orada Tom ayağa fırladı, beni dirseğimden kavrayıp, âdeta zorla vagondan indirdi.
“Hadi iniyoruz!” diye tutturdu. “Benimkiyle tanıştıracağım seni.”
Herhâlde öğle yemeğinde içkiyi biraz fazla kaçırmıştı ki beni de yanında götürme kararlılığını neredeyse kaba kuvvete kadar vardırdı. Tepeden bakar bir vaziyette pazar günü yapacak daha iyi bir işim olamayacağını falan söylemişti.
Beyaza boyalı alçak demir yolu çitinin üstünden geçerek peşine düştüm ve Doktor Eckleburg’ün dik bakışları altında yüz metre kadar gerisin geri yürüdük. Ana caddeye bağlı metruk arazinin bir kenarına ilişmiş ve yakınında hiçbir şey bulunmayan küçük, sarı tuğladan bir binanın dışında görünürde tek bir yapı bile yoktu. Üç dükkândan biri kiralıktı, bir diğeri külden bir patikayla ulaşılan, gece boyu açık restoranlardandı ve üçüncüsü bir benzinlikti: Tamir işleri. GEORGE B. WILSON. Araba alınır satılır. Tom’un ardından içeri girdim.
İçerisi bomboştu; loş bir köşeye sinmiş toz kaplı hurda bir Ford’dan başka bir araba yoktu. Mal sahibi ellerini üstüpüye silerek yazıhanenin kapısında belirdiğinde, bu garaj parçasının bir paravan olduğunu, ihtişamlı ve romantik dairelerin yukarıda saklı kaldığını düşündüm. Sarışın, ruhsuz bir adamdı, kansız yüzüyle biraz yakışıklıydı. Bizi görünce açık mavi gözlerinde nemli bir umut ışıltısı belirdi.
“Wilson, selam babalık!” dedi Tom, omzuna neşeyle bir şaplak atarak. “İşler nasıl?”
“Fena değil…” diye cevap verdi Wilson pek inançsız bir sesle. “O arabayı ne zaman satacaksın bana?”
“Haftaya; adamım şu an üzerinde çalışıyor.”
“Eli biraz ağır mı ne?”
“Yok, canım…” dedi Tom soğuk bir sesle, “Böyle düşünüyorsan, ben de başkasına satarım.”
“Onu demek istemedim…” diye hızla açıklamaya çalıştı Wilson. “Benim demek istediğim…”
Adamın sesi zayıfladı, Tom gözlerini sabırsızca garajda gezdirdi. Derken, merdivenlerde ayak sesleri duydum ve enli bir kadın figürü yazıhane kapısından gelen ışığın önünü kapadı. Otuzlu yaşlarının ortasında ve hafif topluydu ama bazı kadınlara has bir kıvraklığa sahipti. Puantiyeli, lacivert krepdöşin elbisesinin yukarısındaki yüzünde bir ayrıcalık, bir güzellik ışıltısı yoktu lakin ilk bakışta fark edilen, içinde alev alev bir şeylerin yandığının habercisi bir canlılığı vardı. Sakince gülümsedi ve kocasının yanından adam sanki bir hayaletmişçesine geçip, gözleri çakmak çakmak Tom’la tokalaştı. Sonra dudaklarını ısladı ve arkasına dönmeden kocasına alçak, kaba bir sesle buyurdu:
“Birkaç iskemle getir, hadisene, getir de oturalım!”
“Ah, tabii…” diye mırıldandı Wilson telaşla, küçük yazıhaneye doğru gitti ve duvarların kurşuni rengine karıştı. Kül rengi toz, Tom’a sokulan karısı hariç, etraftaki her şeyi olduğu gibi onun da koyu renk takımını ve solgun saçlarını perdeledi.
“Seni görmek istiyorum.” dedi Tom arzuyla. “Bir sonraki trene bin!”
“Peki.”
“Aşağıdaki gazetecinin orada buluşuruz.”
Kadın başını salladı ve George Wilson elinde iki iskemleyle yazıhane kapısından çıkarken Tom’dan uzaklaştı.
Onu yolun aşağısında, gözden ırak bir yerde bekledik. 4 Temmuz’dan birkaç gün öncesiydi ve kül rengi, sıska bir İtalyan çocuk demir yolu hattı boyunca çatapat yerleştiriyordu.
“Berbat bir yer, değil mi?” dedi Tom, kaşlarını çatıp öte yandan Doktor Eckleburg’le bakışırken.
“Korkunç!”
“Uzaklaşmak ona iyi geliyor.”
“Kocası itiraz etmiyor mu?”
“Wilson mı? Onun New York’taki kız kardeşini ziyarete gittiğini sanıyor. Adam o kadar budala ki ayakta uyuyor!”
Böylece Tom Buchanan, sevgilisi ve ben, hep beraber New York’a gittik; pek hep beraber de denemez, çünkü Bayan Wilson tedbirli bir şekilde başka bir vagona bindi. Tom, trende olabilecek East Egg’lilerin duyarlılıklarına bu kadarcık da olsa saygı gösterivermişti işte.
Kadın üstündekileri süslü, kahverengi muslin bir elbiseyle değiştirmişti; Tom New York’taki perona inmesine yardım ederken elbise oldukça geniş kalçalarını sımsıkı sarıyordu. Gazeteciden “Town Tattle”la bir sinema dergisi, ayrıca istasyon eczanesinden bir cilt kremiyle küçük bir şişe parfüm satın aldı. Yukarıda, kasvetle uğuldayan araba yolunda gri döşemeli, lavanta rengi bir taksiyi beğenene kadar yanımızdan dört taksi geçti de anca hanımın seçtiği taksiye atlayıp istasyonun gölgesinden çıkarak kızgın güneşe doğru yol aldık. Çok geçmeden pencereden başını çevirip öne eğilerek ara camını tıklattı.
“Şu köpeklerden bir tane istiyorum.” dedi arzuyla. “Dairede beslemek için bir tane olsun lazım. Bir köpeğe sahip olmak ne hoş olur!..”
John D. Rockefeller’a fena hâlde benzeyen, saçları ağarmış yaşlı bir adama doğru geri geri gittik. Boynundan sarkan bir sepette cinsi belli olmayan bir düzine yeni doğmuş köpek yavrusu vardı.
“Ne cins bunlar?” diye sordu Bayan Wilson istekle, adam arabanın penceresine doğru yaklaşırken.
“Her cinsten var. Siz ne istiyordunuz, bayan?”
“Şu polis köpeklerinden istiyorum; sizde yoktur herhâlde?”
Adam şüpheyle yavruları inceledikten sonra elini sepete daldırdı, bir tanesinin ensesinden tuttu ve kıvranıp duran yavruyu çıkardı.
“O polis köpeği falan değil!..” dedi Tom.
“Hayır, tam olarak polis köpeği değil…” dedi adam hayal kırıklığına uğramış bir sesle. “Daha çok bir Airedale teriyeri.” Elini hayvanın kahverengi, banyo süngerine benzer sırtında gezdirdi. “Şu kürke bir bakın. Ne kürk ama! Bu köpek hayatta üşütüp sizin canınızı sıkmaz.”
“Bence çok sevimli!” dedi Bayan Wilson canıgönülden. “Fiyatı nedir?”
“Bu köpek mi?” Adam köpeğe hayranlıkla baktı. “Bu köpek size on dolara olur.”
Airedale -ayakları şaşırtıcı bir şekilde beyaz olsa da şüphesiz bir yerlerinde Airedale’lik vardı- el değiştirdi ve Bayan Wilson’ın kucağına yerleşti, kadın da mest olmuş bir şekilde su geçirmez postu okşamaya başladı.
“Dişi mi erkek mi?” diye sordu kibarca.
“Bu köpek mi? Bu köpek erkek.”
“Kancık bu!” dedi Tom kendinden emin. “Al paranı! Git de kendine on köpek daha al bununla.”
Beşinci Cadde’ye doğru ilerledik; ılık ve tatlı, neredeyse pastoral bir yaz ikindisiydi. Köşeden kocaman, beyaz bir koyun sürüsü geçse şaşmazdım.
“Durun!” dedim. “Burada sizden ayrılmak zorundayım.”
“Olmaz öyle şey!” diye hemen itiraz etti Tom. “Eve gelmezsen Myrtle gücenir. Öyle değil mi Myrtle?”
“Hadi ama…” dedi kadın. “Kardeşim Catherine’e telefon ederim. Onu çok beğenirler.”
“Şey, çok isterdim ama…”
Devam ettik, parktan bir kez daha geçip West Hundreds’a doğru gittik. Taksi 158. Sokak’ta yüksek, beyaz bir apartman pastasının dilimlerinden birinin önünde durdu. Bayan Wilson evine varışının keyfini, mahalleye bir kraliçe edasıyla bakarak çıkardıktan sonra, köpeği ve satın aldığı diğer eşyalarını da alarak mağrur bir ifadeyle içeri girdi.
“McKee’leri çağıracağım.” dedi asansörle yukarı çıkarken. “Tabii bir de kız kardeşimi…” Daire en üst kattaydı; ufak bir oturma ve yemek odası, yine ufak bir yatak odası, bir de banyo. Oturma odası, oraya göre fazla büyük kaçan, goblen kumaşla kaplı mobilyalarla kapıya dek öyle tıka basa doluydu ki içeride, kumaşların üzerindeki Versay bahçelerinde gezinen leydilere çarpıp tökezlememek imkânsızdı. Gördüğüm tek çerçeve, bulanık bir kayanın üzerine tünemiş bir horozun aşırı büyütülmüş bir fotoğrafına aitti. Ancak uzaktan bakıldığında horoz bir başlığa dönüşüyor ve tombul, yaşlı bir hanım, gözlerinin içi gülerek yukarıdan bize bakıyordu. “Town Tattle”ın birçok eski sayısı, “Simon Denen Peter” adlı bir kitap ve Broadway’in bazı küçük, dedikodu dergileriyle beraber masanın üstünde duruyordu. Bayan Wilson önce köpekle ilgilendi. Asansörcü çocuk gönülsüz bir vaziyette biraz saman, süt ve kendiliğinden akıl ettiği bir teneke büyük, sert köpek bisküvisi almaya gönderildi; bisküvilerden biri tüm öğleden sonra süt kabının içinde fütursuzca eridi durdu. Bu arada Tom kilitli bir dolaptan bir şişe viski çıkarmıştı.
Hayatımda yalnızca iki kere sarhoş olmuşsam ikincisi o öğleden sonraydı; onun için her ne kadar saat sekizden sonra evin içi cıvıl cıvıl bir güneşle dolsa da olan biten her şeyin üstü loş, puslu bir kabukla kaplıydı kafamda. Bayan Wilson, Tom’un kucağında bir sürü insanla telefon görüşmesi yaptı. Sonra sigaramız kalmayınca çıkıp köşedeki dükkândan sigara almaya gittim. Geri döndüğümde ikisi de kayıplardaydı, ben de sessizce oturma odasına yerleşip “Simon Denen Peter”dan bir bölüm okudum; ya kitap berbattı ya da viski her şeyin şeklini şemailini bozuvermişti, hasılı okuduğumdan hiçbir şey anlamamıştım.
Tom ve Myrtle (İlk kadehten sonra Bayan Wilson’la birbirimize ismimizle hitap etmeye başlamıştık.) yeniden ortaya çıktıklarında, misafirler de kapıda boy gösterdi.
Kız kardeş Catherine; gür, yağlı, kısa, kızıl saçları ve pudralanmaktan süt beyaz olmuş yüzüyle otuzlarında, dal gibi, pişkince bir kızdı. Kaşları alınmış ve onun yerine kalemle daha havalı bir kavisle yeniden çizilmişse de doğanın eskiye dönme çabası, yüzüne bulanık bir ifade katmıştı. Salınırken kollarındaki sayısız bilezik bir aşağı bir yukarı oynayıp duruyor, durmaksızın şıngırdıyordu. İçeri öyle bir telaşla girdi, mobilyalara öyle sahiplenircesine baktı ki burada mı yaşıyor diye düşünmeden edemedim. Ona bunu sorduğumda ölçüsüz bir kahkaha attı, sorumu yüksek sesle tekrarladı ve bir kız arkadaşıyla otelde kaldığını söyledi.
Bay McKee alt katta oturan, soluk tenli, kadınsı bir adamdı. Elmacık kemiğinin üzerindeki küçük, beyaz köpüğe bakılırsa henüz tıraş olmuştu ve odadaki herkesi selamlarken son derece saygılıydı. Bana “güzel sanatlar işinde” olduğunu söyledi; sonradan onun fotoğrafçı olduğunu ve Bayan Wilson’ın annesinin, bir medyumun içinde fırlamış ruh gibi havada asılı duran bulanık fotoğrafını büyüttüğünü anladım. Karısı tiz sesli, ağır, eli yüzü düzgün ve korkunç bir kadındı. Bana gururla kocasının evlendiklerinden beri kendisinin tam yüz yirmi yedi fotoğrafını çektiğini anlattı.
Bayan Wilson üstünü daha önce değişmişti ve şimdi üzerinde odada salındıkça sürekli hışırdayan, krem renkte, işlemeli şifondan bir ikindi elbisesi vardı. Elbisesinin yarattığı etkiyle beraber kişiliği de bir değişime uğramıştı. Garajdaki son derece bariz yoğun canlılığı, etkileyici bir kibre dönüşmüştü. Gülüşü, jestleri, ifadeleri her an daha bir şiddetle o kibrin etkisi altında kalmaya başladı; kibri genişledikçe oda küçüldü, küçüldü; sonunda kadın dumanlı havanın içinde gürültülü, gıcırdayan bir mil etrafında dönüyormuş gibi göründü gözüme.
“Canım…” diye seslendi kız kardeşine yüksek, edalı bir sesle, “Bu insanların çoğu seni her fırsatta kandırmaya çalışır. Akılları fikirleri parada. Ayaklarım için geçen hafta bir kadın çağırdım eve, faturaya bir baksan apandisitimi aldı sanırsın.”
“Kadının adı neydi?” diye sordu Bayan McKee.
“Bayan Eberhardt. Evlere gidip ayak bakımı yapıyor.”
“Elbisen hoşuma gitti.” dedi Bayan McKee. “Harika görünüyor!”
Bayan Wilson kaşlarını tenezzül etmezcesine kaldırarak iltifatı geri çevirdi.
“Eski püskü bir şey…” dedi. “Nasıl göründüğümü umursamadığım zamanlarda üstüme geçiriveriyorum.”
“Ama sana çok yakışıyor, anlarsın ya…” diye ısrar etti Bayan McKee. “Chester seni bu pozda çekse bence ortaya güzel bir şeyler çıkar.”
Hepimiz, gözlerinin önündeki bir tutam saçı yana atıp, bize ışıl ışıl bir gülümsemeyle bakan Bayan Wilson’a baktık. Bay McKee başını bir yana eğip ona dikkatle baktıktan sonra elini yavaşça yüzünün önünde bir ileri bir geri oynattı.
“Işığı değiştirmek lazım.” dedi bir süre sonra. “Yüz hatlarını ortaya çıkarmak istiyorum. Arkadaki saçların tamamını da kareye sığdırmaya çalışacağım.”
“Bana kalsa ışığı değiştirmem!” diye cırladı Bayan McKee. “Bence…”
Kocası “Şşşt!” dedi ve hepimiz yeniden modele baktık, bunun üstüne Tom Buchanan sesli bir şekilde esneyerek ayağa kalktı.
“McKee’lere bir şeyler ikram edelim.” dedi. “Biraz daha buz ve maden suyu getir Myrtle, yoksa millet uykuya dalacak!”
“Çocuğa o kadar dedim buz al gel diye!..” Myrtle umutsuzlukla ayaktakımının becerisizliğine karşı kaşlarını kaldırdı. “Ah şunlar yok mu! İlla peşlerini takip edeceksin.”
Bana baktı ve anlamsızca bir kahkaha attı. Sonra köpeğe doğru atılıp, onu coşkuyla öptü ve içeride ondan emir bekleyen bir düzine şefin olduğunu ima ederek mutfağa doğru yürüdü.
“Long Island’da güzel işler çıkardım.” dedi Bay McKee.
Tom ona boş bir ifadeyle baktı.
“İkisini çerçeveleyip aşağı astık.”
“İki neyi?” diye sordu Tom.
“İki çalışmayı. Birine ‘Montauk Burnu-Martılar’ ve diğerine ‘Montauk Burnu-Deniz’ adını verdim.”
Kız kardeş Catherine kanepeye, yanıma oturdu.
“Siz de mi Long Island’da oturuyorsunuz?” diye sordu.
“West Egg’de oturuyorum.”
“Sahi mi? Bir ay önce orada bir partiye gittim. Gatsby diye bir adamın partisine. Onu tanıyor musunuz?”
“Yan komşum olur.”
“Şey, onun Kayzer Wilhelm’in yeğeni veya kuzeni olduğunu söylüyorlar. Tüm para oradan geliyormuş.”
“Öyle mi?”
Başıyla doğruladı.
“Gözüm korkuyor adamdan. Bana bulaşmasını asla istemem!”
Komşum hakkındaki bu ilginç açıklama Bayan McKee’nin birden Catherine’i işaret etmesiyle bölündü.
“Chester, bence onunla da güzel bir iş çıkarabilirsin…” diye haykırdı ama Bay McKee sıkılmış bir ifadeyle yalnızca başıyla onayladı ve dikkatini Tom’a verdi.
“Bir fırsatım olsa Long Island’da daha fazla iş yapmak isterim. İhtiyacım olan tek şey bir başlangıç fırsatı verilmesi.”
“Myrtle’a söyle.” dedi Tom, Bayan Wilson elinde bir tepsiyle içeri girerken kısa bir kahkaha patlatarak. “Sana özlü bir tavsiye mektubu verir, değil mi Myrtle?”
“Ne veririm?” diye sordu şaşkınlıkla.
“McKee’ye kocan için bir tavsiye mektubu verirsin, o da onun hakkında birkaç çalışma yapar.” Aklındakini söylemeden evvel dudakları bir anlığına sessizce kıpırdandı, “ ‘Benzin Pompacısındaki George B. Wilson’ veya onun gibi bir şey…”
Catherine bana doğru eğilip kulağıma fısıldadı:
“İkisi de eşlerini çekemiyor.”
“Öyle mi?”
“Çekemiyorlar.” Bir Myrtle’a bir Tom’a baktı. “Diyeceğim o ki çekemedikleri insanlarla yaşamaya neden devam ediyorlar? Onların yerinde olsam hemen boşanır ve istediğim kişiyle evlenirdim.”
“Wilson’ı sevmiyor mu?”
Sorunun cevabı beklenmedikti. Cevap, soruyu duyan Myrtle’dan geldi; şiddetli ve ağza alınmayacak sözlerdi.
“Görüyorsun ya!” diye haykırdı Catherine muzaffer bir edayla. Sesini yeniden alçalttı. “Onların kavuşmasının önündeki asıl engel Tom’un karısı. Kadın Katolik, onlarda boşanma yoktur.”