Полная версия
Hanın oğlu başını yukarı kaldırınca ağaçtaki kızı gördü, aklı başından gitti, kıza dedi ki:
“İn misin, cin misin, söyle bana!”
Kız:
“Ne inim ne cinim; insanım!” dedi.
Hanın oğlu, kızı ağaçtan indirdi.
“Bugün benim avım buymuş!” diyerek kızı, doğruca kendi sarayına götürdü. Babasına da haber verip kızı Allah’ın emri, peygamberin kavli ile kendine nikâh etti.
Kırk gün, kırk gece düğün olduktan sonra kırk birinci gece evlerine girdiler.
Aradan epey zaman geçti. Hanın oğlunun bu kızdan üç çocuğu dünyaya geldi.
Küçük hanım, çocuklarını beşikte emzirirken hep annesini düşünür, gözlerinden yağmur damlaları gibi yaşlar akıtırdı.
Hanın oğlu eşinin ağladığını görünce
“Ey sultanım, ne için böyle ağlıyorsun?” diye sordu. Kız da gözlerini silerek şu cevabı verdi:
“Ah efendim, bugün çocuklarımı emzirirken annem aklıma geldi de onun için ağlıyorum.”
Hanın oğlu sordu.
“Can parem, annen sağ mıdır?”
“Ah efendim, sağdır, sizi tanıdığım günden beri annemle görüşmedim. Zavallı kadını çok göreceğim geldi, hasretine dayanamıyorum!
Hanın oğlu:
“Bunu şimdiye kadar niçin bana söylemedin? Hiç senin bir annen olur da onu görmek için ben sana izin vermez miyim? İstersen sen annene git, kavuş ya da anneni buraya getirelim, nasıl istersen öyle yapalım.” deyince kız, sevincinden gözyaşları dökerek hanın oğlunun boynuna atıldı ve dedi ki:
“Allah size çok ömürler versin efendim! Eğer izin verirseniz, ben çocuklarımı yanıma alayım, kendim anneme gideyim, onu bir kere dünya gözüyle göreyim.”
“Pek güzel olur can parem… Yarın senin yanına biraz adam vereyim, çocuklarını da yanına al, git, anneni gör.”
Ertesi sabah hanın oğlu, kâhyasını çağırdı, küçük hanımla çocuklarını ona ve Tanrı’ya emanet etti.
Genç kız, çocuklarıyla bir arabaya bindi, kâhya da maiyetine bir tabur süvari askeri aldı. Saraydan çıkıp yola koyuldular. Saraydan uzaklaştılar, uzaklaştılar… Yolda kâhya, başını arabaya uzatarak kıza dedi ki:
“Ya bana teslim olursun ya da çocuklarını öldürürüm!”
Kız şaştı kaldı. Hiç ummadığı bir şey başına gelince ne cevap vereceğini bilemedi:
“Öyle şey olur mu hiç?”
Kâhya, arabanın içine atlayarak kızı tehdit etti:
“Evet, evet! Mutlaka bana teslim olacaksın!”
Kız razı olmadı. Irzını kurtarmak için ister istemez çocuklardan birini tutup kâhyaya verdi.
Kâhya çocuğu eline aldı, boğazını sıkıp öldürdü, yere attı. Zavallı kız çıldıracak gibi olmuştu.
Bir müddet daha yol gittiler. Kâhya yine arabaya sokuldu, başını uzattı, kıza dedi ki:
“Ya bana teslim olursun ya da bu çocukları da öldürürüm.”
Kız yine şaştı kaldı. Uzun uzun düşündü. Şu cevabı verdi:
“Hayır! Ben sana teslim olmam. Çocukları öldür.”
Kâhya elini uzatarak çocuklardan birini daha aldı, onun da boğazını sıkıp öldürdü. Kısacası, bir müddet sonra öteki çocuğunu da öldürdü ve bütün çocuklarından ayrıldıktan sonra, genç kız arabada yalnız kaldı.
Bir müddet daha yol gittiler. Kâhya yine arabaya sokuldu, başını uzattı ve kıza dedi ki:
“Ey kadın! Gördün ya çocuklarının üçünü de öldürdüm. Eğer bana teslim olmazsan seni de öldürürüm! Düşün, taşın bana bir cevap ver.”
Kız düşündü taşındı ve dedi ki:
“Bana yarım saat mühlet ver. Abdest alıp iki rekât namaz kılayım, ondan sonra sana teslim olurum.”
Kâhya, genç kıza yarım saat mühlet verdi.
Arabadan çıkınca kaçmasın diye kızın beline kalın bir ip bağladı. Ondan sonra kızı salıverdi.
Genç kız yürüdü, yürüdü… Kervandan uzaklaşınca durdu, belinden ipi çözerek bir ağaca bağladı. Kendisi serbest kalınca başını aldı, o dağdan bu dağa kaçmaya, koşmaya başladı.
Öte taraftan, kâhya da elindeki ipi çekiyor, fakat kızın kımıldamadığını görünce “Haa. sanırım abdest alıyor!” diyordu. Hâlbuki aradan yarım saat geçmesine rağmen, gelmemişti. Kâhya, bir iki defa daha ipi çekti ama ip kımıldamadı. Bunun üzerine
Ne bitmez, tükenmez abdesttir!diye şüpheye düşen kâhya, ip boyunca yürüdü. Bir de baktı ki ipin ucu bir ağaca bağlanmış; ortada kızdan eser yok!
Kâhya, kızın kaçtığını anlayınca saçını başını yolarak
“Eyvah, kaçırdık!” diye bağırmağa başladı. Hemen askerleriyle geriye dönüp saraya geldi. Hanın oğlunun yanına çıkarak dedi ki:
“Hanzadem, biz yolda giderken eşiniz oğullarını alıp bize haber vermeden kaçmış. Aklım başımdan gitti, aradım taradım, bulamadım. Hanzadem, dağdan gelen dağa gider, bu kız da dağdan gelmişti, dağa gitti.”
Hanın oğlu, bu uğursuz haberi işitince sapsarı kesildi. Ağlamaya, titremeye başladı. Nihayet, bu acıya dayanamayarak yere düşüp bayıldı. Yüzüne gül suyu serperek zavallı genci ayılttılar ama kızın bıraktığı matemden, yürek acısından kurtaramadılar.
O burada ayılıp bayıladursun, biz gelelim eşine.
Kız dağdan dağa ağlayarak gide gide babasının memleketine geldi. Kendini tanıtmamak için üstündeki elbiseleri değiştirdi; erkek elbisesi giydi. Memleketin çarşısına girdi.
Çarşıda ihtiyar bir helvacı vardı. Bu helvacının dükkânı pek haraptı. Kız dükkâna girerek helvacıya selam verdi.
“Baba beni yanına çırak alır mısın?” diye sordu. Helvacı can sıkıntısıyla dedi ki:
“Ah oğlum, ben akşama kadar ekmek parası çıkaramıyorum, seni yanıma nasıl çırak alırım? Sana nasıl gündelik veririm? Hem ben helva yapmasını bile unutmuşum.”
“Zarar yok baba. Ben senden gündelik istemem, burada boğaz tokluğuna çalışırım. Allah ne verirse onunla kanaat ederiz.”
İhtiyar helvacı, kızın bu tatlı cevabını alınca onun hatırını kırmadı.
“Peki oğlum, gel!” dedi.
Kız, ustasının elini öpüp dükkânın bir tarafına oturdu. Ertesi gün, kollarını sıvayıp ocağın başına geçti; helva yapmaya başladı. Yaptığı helvadan biraz da ustasına tattırdı. İhtiyar helvacı, kızın yaptığı helvanın pek tatlı olduğunu anlayınca:
“Aferin oğlum, Allah senden razı olsun, helvayı pek iyi yapmışsın, eline sağlık! Allah nazardan saklasın!” dedi.
Bunun üzerine, kız mermer taşı yıkadı, üzerine sakız gibi helvayı koydu.
Gelen müşteriler, bu güzel helvacı çırağını gördükçe hayretten hayrete düşüyorlardı. Dükkânın müşterisi çoğaldı. Helva almak istemeyenler bile gelip helva alıyorlardı. Kızın yaptığı helva da kendisi gibi tatlı olduğu için helvadan bir alan bir daha alıyordu.
Az zaman içinde, bu Helvacı Güzeli’nin şanı şöhreti, memleketin köşesine bucağına yayıldı. Artık her tarafta, herkes, her zaman, Helvacı Güzeli’nin güzelliğinden, helvasının tatlılığından bahsediyordu.
Helvacı Güzeli, burada didişe uğraşadursun, biz gelelim hanın oğluna.
Zavallı hanın oğlu, eşiyle çocuklarının yürek acısından kurtulamamıştı. Onları hatırladıkça gece gündüz ah ederek gözlerinden yağmur tanesi gibi yaşlar boşanıyordu. Kâhyasını yanına çağırıp dedi ki:
“Ben bu kızın ayrılığına tahammül edemeyeceğim. Sabrım, takatim kalmadı. Ya eşimi arar buluruz ya da kendimi helak ederim.”
Kâhya şu cevabı verdi:
“Hanzadem, eşin seni istemeyerek dağa kaçtı. Sen şimdi niçin onu istiyorsun?”
Kâhya kızın bir daha ele geçemeyeceğini anlatmak istedi ise de hanın oğlu razı olmadı. Kâhyasını yanına alıp saraydan çıktı, dağlara, taşlara düştü. Yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler… Nihayet, gide gide, kızın memleketine geldiler.
Hanın oğlunun karnı pek acıkmıştı. Yolda rastladığı bir çocuğa, “Oğlum, buralarda hiç aşçı dükkânı yok mudur?” diye sordu.
“Hayır efendim, buralarda hiç aşçı dükkânı yoktur. Ama, ileride bir Helvacı Güzeli’nin dükkânı vardır. Yaptığı helvaya doyum olmaz. Helvayı öyle güzel yapar ki tadı damağında kalır insanın.”
Hanın oğlu, helvacının methini işitince dayanamadı; kâhyasıyla birlikte doğruca Helvacı Güzeli’nin yanına geldi.
Kız, hanın oğlu ile kâhyanın dükkânına geldiklerini görünce onları tanıdı. Sevincinden içi içine sığmadı ama onları tanıdığını da hiç belli etmedi.
Hanın oğlu, Helvacı Güzeli’ne dedi ki:
“Güzelim, şuradan bize birkaç paralık helva verir misin?”
Kız, hanın oğluna dedi ki:
“Efendim, bu gece burada misafir kalırsanız, sizlere gayet güzel, gayet nefis bir helva yaparım. Hem de helva kadar tatlı bir de hikâye anlatırım; eğlenirsiniz.”
Hanın oğlu, Helvacı Güzeli’nin pek şirin söz söylediğini ve kendisine çok iltifat ettiğini görünce dayanamadı.
“Pek güzel olur efendim; kalırız.” dedi.
Bunun üzerine, hanın oğlu ile kâhya dükkânın bir köşesine girip oturdular.
Onlar orada oturadursun, biz gelelim mahalle halkına.
O gün mahallede helva sohbeti yapmak istemişlerdi. Düşünüp taşındılar, bu helvayı, Helvacı Güzeli’ne yaptırmaya karar verdiler. İçlerinden birkaçı kalkıp Helvacı Güzeli’nin yanına geldiler. Kıza dediler ki:
“Bu gece, mahalle ahalisi arasında helva sohbeti yapacağız. Sen gelip bizim helvamızı pişirir misin?”
Helvacı Güzeli de şu cevabı verdi:
“Başüstüne efendiler ama bu gece benim misafirlerim vardır; sonra nerede kalırlar? Gelemem.”
Gelenler “Aman helvacı, misafirlerini de beraber getir, başımızın üstünde yerleri var!” dedi.
Helvacı Güzeli, misafirlerine de bu daveti anlattı. Hanın oğlu memnun oldu.
“Hayhay, gidelim!” dedi. Helvacı Güzeli, hanın oğlu ile kâhyasını yanına alarak o gelen adamlarla beraber çıktı. Helva sohbeti yapılacak olan eve gittiler.
Akşam olunca mahallenin bütün ahalisi geldi, büyük bir odada toplandılar.
Helvacı Güzeli, mangalla tencereyi alarak odaya girdi. Hanın oğlu ile kâhyasını bir tarafa oturttu. Etrafına bakınca bir de ne görsün?
Kendi babası, erkek kardeşi, müezzin de odada oturuyorlar.
Helvacı Güzeli, hemen mangalı odanın ortasına koyarak helva yapmaya başladı. Fakat hiç kimse ağzını açıp da bir söz söylemiyordu.
Helvacı Güzeli, toplananlara dedi ki:
“Efendilerim, böyle ne için sükût ediyorsunuz? Herkes başına gelen bir olayı anlatsa dinleriz; vakit geçer, eğlenmiş oluruz.”
Bunun üzerine, herkes başından geçen bir olayı anlatmaya başladı. Fakat ahali dünyadan habersiz oldukları için, anlattıkları şey çabucak bitti. İçlerinden biri, Helvacı Güzeli’ne dedi ki:
“Ey Helvacı Güzeli, biz söyledik; sen de bir hikâye söyle de biz dinleyelim.”
Helvacı Güzeli güldü ve dedi ki:
“Ben hikâye söylerken âdetimdir; hiç kimseyi kapıdan dışarıya bırakmam. Dışarıya çıkmak isteyen varsa şimdiden çıksın!”
Herkes birbirine baktı.
“Dışarıya çıkmak isteyen yoktur!” dediler. Bunun üzerine Helvacı Güzeli de kapının önüne oturdu, hikâyesini anlatmaya başladı:
İlk olarak hamamda başına gelen şeyi baştan sonuna kadar anlattı. Müezzin bu hikâyeyi işitince: “Ay karnım! Ay karnım ağrıyor!” diye bağırmaya başladı. Helvacı Güzeli, müezzine dedi ki:
“Otur oturduğun yerde! Karın ağrısının sırası değil!”
Bunun üzerine, Helvacı Güzeli, hanın oğlu ile nasıl evlendiğini ve kâhyanın yolda çocukları nasıl boğduğunu anlattı. Bu hikâyeyi işitince hanın oğlunun gözleri dolmaya başladı; ağlayacak gibi oldu.
Helvacı Güzeli hikâyeyi bitirince; babası, erkek kardeşi, hanzade, kâhya ve müezzin meseleyi anladılar.
Helvacı Güzeli, toplananlara hitaben dedi ki:
“Efendilerim, beni bu hâle getiren şu müezzinle şu kâhyadır! İşte babam, işte kardeşim. Kocam da burada!”
Bu sözleri söyledikten sonra hanın oğlunun yanına koştu, eteğinin altına girdi. Hanın oğlu da sevgili eşini bağrına basarak sarıldı.
Herkesin parmağı da ağzında kalmıştı.
Nihayet, ertesi sabah erkenden ahali, müezzinle kâhyaya cezalarını verdiler.
Kız da babasının elini öptü. Hanın oğlu ile beraber saraya geldi. Yeniden kırk gün kırk gece düğün dernek yapıldı, muradlarına erdiler.
Darısı, memleketimizin bütün sevenlerinin başına…
Kahveci Güzeli
Eski zamanlarda, çok fakir bir delikanlı vardı. O kadar fakirdi ki ekmek parası bile bulamıyordu. Geçimini sağlamak için elbiselerini değiştirerek seyahate çıktı. Yürüye yürüye yabancı bir memlekete geldi. Eski bir kahve dükkânına girdi. Kahveciye
“Usta beni yanına çırak alır mısın?” diye sordu. Kahveci içini çekerek cevap verdi:
“Ah oğlum, benim dükkânım eski, müşterim az. Günde bir iki müşteri gelecek de beş on para alacağım; o para ile de geçimimi sağlayacağım! Ben sana para veremem ki!”
Delikanlı dedi ki:
“Ben senden para istemem baba. Başımı şuracığa sokup oturayım, karnımı doyurayım yetişir.”
Kahveci, delikanlının hâline acıdı, isteğini reddetmedi:
“Pekâlâ oğlum, Allah ne verirse yer, içeriz.” dedi.
Bunun üzerine delikanlı ustasının elini öperek dükkâna oturdu. Akşamüstü ustası dedi ki:
“Oğlum, ben eve gidiyorum, sen dükkânı güzelce kapa, içeride yat.”
Ustası gidince delikanlı kahveyi kapadı, tahta sedirin üstüne çıkıp uzandı, uykuya daldı.
Saat gecenin dördüne – beşine gelince dükkânın kapısı çatır çutur açıldı. İçeriye bir seyyah girdi, selam verdi. Uykudan uyanan delikanlı, biraz şaşırarak seyyahın selamını aldı.
Seyyah dedi ki:
“Kalk delikanlı, bana bedavadan bir kahve pişir bakalım!”
Delikanlı kalktı, seyyaha bir kahve pişirip verdi. Seyyah kahveyi içtikten sonra bir kelime söylemeden çıkıp gitti. Delikanlı “Hayırdır inşallah!” diyerek kahvenin kapısını kapadı, yeniden tahta sedirin üzerine uzandı, uyudu, ertesi gün ustasına hiçbir şey söylemedi.
Akşam olunca yine dükkânda yalnız kaldı, yine evvelki gibi kapıyı örterek tahta sedirin üstüne uzandı. Uykuya daldı, yine evvelki gibi saat dört – beş civarında, kahvenin kapısı çatırdayarak açıldı, içeriye iki seyyah girdi, selam verdi.
Seyyahlar, delikanlıya dediler ki:
“Kalk delikanlı! Bize bedavadan iki kahve pişir bakalım!”
Delikanlı kalktı, seyyahlara iki kahve pişirip verdi. Bunlar da kahveyi içtikten sonra bir kelime söylemeden çıkıp gittiler. Delikanlı yine sabaha kadar yattı ve ertesi gün ustasına hiçbir şey söylemedi.
Akşam olunca yine dükkânda yalnız kaldı. Bu sefer, dükkânın içinde ne kadar eşya varsa hepsini kapının arkasına yığdı, yine tahta sedirin üstüne uzanıp uyudu. Gece, saat dört – beş civarına gelince kahvenin kapısı tekrar büyük bir gürültüyle açıldı. İçeriye üç seyyah girip delikanlıya selam verdiler.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.