bannerbanner
Genç Kız Kalbi
Genç Kız Kalbi

Полная версия

Genç Kız Kalbi

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 2

Bunun üzerine müsaade şerefsadır oldu, kapılar açıldı, dışarı çıktık. Nigâr, hanımdan fırsat buldukça hiddetli hiddetli, babasının aleyhinde, “Böyledir işte bu babam… Sanki ben böyle kapalı çıkarsam bir şey yapamazmışım gibi… Hey gidi hey, insan bir kere istemeyegörsün kuzum! İşte bugün inadıma ben de öyle şeyler yapayım ki görsün o…” diye söyleniyordu.

Bana herkes çok müşkülpesentsin diyor. Beğenilecek hiçbir şey görmeyen bir adam başka ne olur bilmem ki… Tiyatro binasının yabaniliğini affetmeye hazırım. Fakat Ya-rabbim, nedir o oynayan oyun? Sonra, nedir o kantolar, Peruz diyorlar dev anası kıyafetli, soğuk bir şakacı, kendisine çirkinlikte, sakillikte rekabet edecek ondan da şişman diğer bir kadınla beraber, bozuk, kalın, kokmuş bir sesle, seslerinden daha müstekreh, daha murdar bir tavırla, berbat, iğrenç, rezil kantolar böğürdüler; sonra kumpanya manasız, asılsız, tertipsiz, dört perdelik bir oyun oynadı. Öyle bir oyun ki yalnız yavanlığı ile, tatsızlığı ile insanın neşesini ihlal ve harap eder… Sonra şarkıcılar da aktörler de bu hanımefendilerin mütemadi, ısrarlı alkışları ile mesut oldular. Perde açılmadan evvel hâllerinden, kıyafetlerinden hissettiğim bu hanımların his, zevk bakımından ne kadar düşük olduklarını görerek hayret ettim. Bebek’teki tiyatroya gelen bu hanımların İstanbul’un yüksek sınıfını teşkil etmeleri lazım gelirdi. Lakin demek ki gazetelerdeki ilanlara nazaran her gün İstanbul’un bir başka köşesinde bir tanesi oynayan bu murdar kumpanyaları bu hanımların alkışları ihya ediyor öyle mi? Ben bu soğukluklarla donmuş dururken herkesin, hele hanımla Nigâr’ın kahkahalarla güldüğünü görerek aramızdaki farkı düşündüm ve kendi kendime derin derin acıdım. Aman Yarabbi! Bütün bu kalabalık içinde çölde, garip ve avare kalmış, yolunu şaşırmış bir seyyah gibiyim. O kadar yalnızım, o kadar kendimi herkesten ayrı, herkesten başka buluyorum ki yavaş yavaş kalbimi bir korku, acı, “Ne yapacağım, nasıl yaşayacağım?” korkusu harap ediyor. İzmir’de iken küçükten beri yaşadığım hayat içinde bütün emel ve saadetimi İstanbul’a bağlayarak geniş bir hayal içinde ümit ile süslü bir ömür sürüyordum. Buraya geldim, bütün bu ümitler, bu emeller hepsi, ayrı ayrı bir rüzgârla kırıldı, döküldü, savruldu… Bitti… Hepsi bitti…

Evet, ne yapacağım, nasıl yaşayacağım? Neyde bir zevk bulacağım? Ben bu hayatı sevmiyorum. Bu insanları hep manasız, hep adi buluyorum! Kimi ve neyi sevebileceğim? Nasıl, nasıl?

Kendi kendime şurada itiraf ediyorum ki bu iddialarımda azamet, bencillik iddiası yok. Çünkü hayatım mahvoluyor. Kendimi zevk ve saadetten mahrum etmeye nasıl razı olurum? Fakat etrafımdaki hayatı, insanları, her şeyi adi, küçük bulursam benim kabahatim var mı? Bir kere geldim geleli fikri benim fikrime uygun bir kimseye rast gelmedim. Beni anlayacak, bana mahrem hisler, samimi anlatmadan zevk verecek hiçbir ruha tesadüf edemedim…

Sonra kendimi, bu hâlimi, çocukça bir iddia ile fikrimin tenevvürüne, onlara faik olduğuma hamletmeye de cesaret edemem. Tahsilim bir Türk kızının az çok tertipsiz, usulsüz tahsilinden başka bir şey değil. Loti’nin iddiası gibi bir kız bu hayatta “Dezanşante” olmak için Kant’ı,Viçe’yi okumak lazım geldiğine benden iyi misal olamaz. Hayır, Kant’ı değil en küçük bir felsefe kitabını bile elime almadım. Fakat bütün vaktimi şiire, edebiyata hasrettim. Demek ki hassas ve derin bir ruh benim gibi uzun seneler böyle edebiyat sayesinde şiir ve hülya ile beslenir de sonra bu kadar adi bir muhite düşerse tabii ve cebri bir surette anlaşmazlık peyda oluyor. Bu anlaşmazlık kadar ruhu tahrip eden başka bir şey olamaz. Dünyada muhitine yabancı olmak kadar tahammülsüz bir felaket yoktur zannederim.

Ya nelerini ve hangilerini beğeneyim Yarabbim? Beğenecek neleri var? Hayatları mı zevkleri mi? Erkeği, kadını, ihtiyarı, genci yalnız dedikodu ile, boğazları ile memnun ve mesut olabilen, her türlü zevki bediden mahrum yaşaya yaşaya pıhtılanmış olan bu hayat bana o kadar menfur geliyor ki… İstanbul hanımları hayatlarını, bütün zevklerini teşkil eden dedikoduya hasretmişler. İhtiyaçsız, kendilerinden memnun komşularına, seyirlerine müdavim, herkes mevsimine ve köyüne göre çayırlarda, rıhtım taşlarında, dere kenarlarında toplanıp bağdaş kurarak birbirini çekiştirmekle kani yaşıyor. Yarabbim, buraya geldim geleli hâline ve kaline meftun olacak daha bir kadına tesadüf edemedim. Hepsi adi… En kibarından, en süflisine kadar hepsi bir hâlde… Bir kere zenginleri ve gençleri tezyin hususunda garip, münasebetsiz, ifratçı, mübalağalara inhimaklarından zahiren bir ucube oldukları gibi manen de o kadar, o kadar adi şeyler ki… En kibar ailelerle hanımefendilerine rast geliyorsunuz; ağzını açıyor, insan mahzuziyetle dinleyeceği sözleri beklerken falan bey şunu yapmış, filan hanım şunu seviyormuş gibi iğrenç rivayetler ve kıskançlıklardan başka bir şey işitemiyor.

Bence İstanbul’un en büyük kusuru bir kibar hayatı ve kibar halkı olmamasıdır. Abdülhamid zamanında İstanbul’da asalet, türlü köpekliklerle zengin olmuş hırsız ailelerine münhasır idi. Şimdi meşrutiyet bunu da mahvetti. Evvelden zaten kibar yoktu, bugün zengin de kalmadı. Müsavat ise yalnız herkesin ahlaksızlık ve fikirsizlikte birbirine benzemesinde tecelli ediyor demektir.

23 Haziran

Ne isterdim? Evet beni ne mesut edebilirdi? Şu sayfaları onlardan biri okusa, beni hemen şımarık ve kendi tabirlerince, yani fena muamelesiyle serbest bulurdu. Hâlbuki bilseler ki, bu şımarık, bu müşkülpesent ve kendini beğenmiş zannolunan Pervin’cik ne kadar alçak gönüllü, ne kadar mahcup, ne derece kendinden gayrı memnun bir şeydir. Bunu bilseler… Hayır, bilmezler… Dünyada herkeste birbiri hakkında mevcut olan yanlış fikirler gibi beni de böyle bir zan ile haksız yere mahkûm ederler… Ben kendini beğenmiş, ben şımarık ha… Lakin ben bu memlekette mesut olmak için artık hayattan, zevkten, seyrandan vazgeçtim. Beni anlayacak ve sevebileceğim ciddi, müşfik, sadık bir kocam olsa… Ah, bir kere bu adamı bulabilsem, bununla nasıl kani ve mesut olurdum…

Beni kahır ve helak eden şey ise, bu hayat içinde böyle bir erkek olsa bile ona tesadüf ihtimalinin mefkudiyeti ve tesadüf edilse birbirimizi anlamak ve hayatlarımızı birbirine bağlamak imkânının imkânsızlığıdır. Demek böyle, bu boş hayat içinde, rüzgârın, güneşin sevki darabanına karşı muhtaç olduğu nevazişten mahrum kalarak solup kuruyup mahvolan fidanlar gibi, ölüme mahkûm bir hayatım var. Bunu biliyorum ve işte beni bu harap ediyor.

Ah, niçin ben böyleyim? Ne olurdu ben de onlar ve herkes gibi bu hayattan zevk alacak histe ve kabiliyette olsaydım da onlar gibi bu sefalet içinde kayıtsız ve müsterih yaşayabilseydim?! Onlar gibi bu dedikodularla, bu bahislerle, bu oyunlarla kani olabilseydim… Ve ruhum bu muazzep olduğu elim ihtiyaçlar ile beni harap ve helak etmeseydi… İçinde yaşayacağım hayat için büyütülmüş olsa idim…

Hâlbuki ben bu hayat için büyümedim. Ah bizi niçin böyle yetiştiriyorlar? Analarımız, babalarımız hâlâ gafletlerinin, hatalarının neticelerini görüp niçin mütenebbih olmuyorlar? Peki, istedikleri şey hislerimizin incelmesi, fikirlerimizin açılması ise, bu ince hislerimiz, açık fikirlerimizle bize tayin ettikleri hayatı nefretle kabul edeceğimizi niçin ve nasıl düşünmüyorlar? İşte mesela ben, biraz ince hisli olmasam bugün bu beğenmediğim hanımlar gibi olacaktım. Nigâr ve emsali gibi hayatımı kapıdan gelip geçenlerle işgal edebilerek kendimi ve hayatımı beğenecektim. Hâlbuki aldığım terbiye, okuduğum eserler bana parlak hayatlar vadetti. Şimdi nasıl olur ki bu miskin, bu ışıksız, zelil hayatı severek kabul ederim!

Anam, babam beni evvela en muazzez, en nazik bir oyuncak gibi süslemek, yalnız kendi gururları, kendi azametleri, kendi iftiharları için süslemek istedi ve bütün başkalarının çocuklarına üstün, emsalsiz bir çiçek gibi yetiştirmek için çalıştı. Terbiye ve tahsilime büyük itina gösterdiler; lisanlar, piyanolar öğrettiler. Bu lisanlar, piyanolar kimin için? Yalnız kendileri için mi? Hâlbuki kendileri o lisandan bir şey anlamazlar, o piyanoya bigânedirler. Yegâne olarak istiyorlardı ki herkes bana ve kendilerine imrensin. En parlak, müstesna bir evlat olarak gösterileyim. Düşünmediler ki bu memlekette ne kadar yegâne, ne kadar müstesna olursak o kadar bedbaht olacağız. Düşünmediler ki bizi yaşayacağımız hayata, beraber ömür geçireceğimiz kocalarımıza göre terbiye etmek ve büyütmek lazımdır. Yoksa böyle âdetlere esir olacak kadar âciz ve zayıf oldukça bu muhit içinde bizi bedbaht ve ağlamaklı etmekten başka bir şey yapmak kendileri için mümkün olmayacaktır. Sonra en mühim mesele: Böyle terbiye ve tezyin ettikleri bir kızı, bu kadar itina ve aklıyla naz ve nimet içinde büyütülmüş bir evladı, tam dikkat ve himmet lazım olduğu, tam mesut olması lazım gelen bir yaşa gelince, “Hayatımız başka türlü harekete müsait değildir.” diye terk ve ihmal ediyorlar. Bize ruhumuzun kabul edemeyeceği boğucu, renksiz, siyah bir hayat, ekseriyetle hiçbir cihetle bize zerre kadar layık olmayan kocalar veriyorlar.

Bu itinalı terbiye ile büyüdük, gelinlik bir kız olduk. O zaman koca olarak bizi kime verirler? Ekseriyetle görücü denilen usul ile yani başkasının fikir ve muhakemesiyle, başkasının gözüyle bizi beğenmeyi kâfi bir ihtiyat olarak telakki edecek kadar hayat hakkında fikri az bir delikanlıya… Hemen her izdivaç bizde ekseriyetle yalan ve hile ile yapıldığı ve beş on gün geçer geçmez iki taraftan birden şikâyet başladığı malum iken, hâlâ, hâlâ babalarımız bu hayatın en mühim meselesini âdetlerimize uyarak gafletle, körü körüne icra ederler. Mesela damatlarını bize göstermedikleri gibi, kendileri de olsa olsa iki üç defa o da belki tesadüfen görmüş tanımıştırlar. Gariptir ki ölünceye kadar beraber yaşayacak bu adamlar, bu mühim işe başkalarının delaletiyle, başkalarının tavassutuyla girişirler. Sonra mesela, bir kayınpeder damadını düğünden sonra görüp hiçbir şeye benzemediğini artık hata gayrikabili tamir olduktan sonra anlar ve teslim eder. Mesela, evimizi kiraya vereceğimiz zaman meraklı olanlarımız bizzat teşebbüs eder, gider, kiracıları görür, konuşur da sonra muazzez, kıymetli evladını kocaya vereceği zaman ekseriyetle yalan olduğu belli olan, başkalarının şahadeti, başkalarının tahkikatı, başkalarının delaleti ile kani olur.

Kocanız olacak bu genç evvela mektebe gidinceye kadar, yani en çok, en çok on beş yaşına kadar bizim gibi, belki bir taklit ve itina ile büyütülür. Fakat mektep hayatı onu makinesine alınca o çocuğun üzerinde ana, baba tesiri hemen yok olup mektep tesiri, yani her biri başka bir köşeden, başka bir mahalleden, başka bir cins aileden gelmiş yüzlerce çocuğun karışık tesiri hükümran olur. Mekteplerimizin idareleri âciz, gösterişli olduğu için bu talebenin bu tesiri sebebiyle kabalığa, hoyratlığa, ahlaksızlığa meyyal olan ahvali, âdetleri müsait zemin bularak tam bir germi ile bu çocuğun üstünde serbestçe hükmünü icra eder. Bunun için bugün mektepten çıkan her genç, mektep hayatının sevk ve cebriyle ekseriyetle kaba, bizim ana kucağında ekseriya büyük bir itina ile tenmiye edilmiş meziyetlerimizi takdirden âciz, vâkıf olduğunuz insanlara az çok bigâne, musikiden gafil bir adam olur… Sonra hiçbir fikrimiz uyuşamaz. Çünkü izdivaç yapılırken tahkik edilen şey yalnız mevki, yalnız servet ve yalnız namus meselesidir; ahlak ve tavır, temayülat ve efkâr bizim için o kadar ehemmiyetsiz bir şeydir ki bahse bile layık görülmez… Düşünmezler ki hayat yalnız bunlardan mürekkep ve yalnız bunlardan ibarettir. Oldukça zengin görünen ve rivayeten namuslu ve hüsnühâl sahibi bir erkeğe muazzez kızlarını hemen bilatereddüt verirler. Senelerden beri bir çiçek gibi naz ve nimet içinde yetiştirilmiş yavrularını, bu adamın kollarının, daha doğrusu pençelerinin arasına atarlar. Sonra, üç gün içinde tahakkuk eden felaket ile bedbaht, giryan olan çocuklarının matemini, nedamet ve azap içinde senelerce tutarlar. Bugün ailelerimizin yüzde doksan dokuzu uygunsuzluk, geçimsizlik içinde feryat ediyor ve sonra bu hemen bir aileye has kaderin uğursuzluğu diyorlar. Bilmiyorlar, düşünmüyorlar ki kader bizim kendi hareketlerimizin seyyiesine kendi verdiğimiz bir isimdir. Bütün çektiklerimizin yalnız kendi sersemliğimizin neticesi olduğunu bilerek, istemeyerek kendimizi mesuliyetten kurtarmak için uydurulmuş bir sözdür. İşte böyle kadere yüklediğimiz bu sefalet içinde aciz ve ıstırap ile sürünürken buna nazaran ehemmiyetsiz, zahirî sefaletlere karşı hissiz kalamayan bütün millet, samimi hayatını harap eden bir yaraya karşı tevekkül ve ihtiyat için sükût ediyor.

25 Haziran

Onları bilhassa sofrada iken gördükçe ne kadar hoşuma gidiyorlar.

Bu dört kişi, bir ailenin birbirine bağlı ve samimi olması lazım gelen efradı, birbirlerine karşı birer kin ve garaz yanardağı gibi daimî bir infilak hâlinde… Mesela bu akşam hanım sofraya arkasına nar çiçeği kurdelelerle müzeyyen bir ropdöşambr giymiş, yarı dekolte boynuna ve saçlarına aynı renkte birer kurdeleden gül takmış olarak inmişti. Nigâr’la Abdi bana bu hâli işaret ederek katılıyorlardı. Amcam bunu görür görmez burnundan sular akmaya başladı. Nihayet mukavemet edemeyerek, “Hanım, yine nedir bu hâlin rica ederim? Zuhuriye çıkar gibi zıppadan alevli alevli önüme çıkınca gözlerim kamaştı… Aman rica ederim efendim, yaşına bak da bari sen yapma. Bilirsin ki ben kırmızı rengi hiç sevmem, bu kıza da meluna da her vakit darılırım. Bu gece biraz sıkıntım var. İnat gibi, benimle alay eder gibi böyle bir kıyafete girilir mi?” dedi.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
2 из 2