bannerbanner
Çöküş
Çöküş

Полная версия

Çöküş

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
8 из 9

Sahra Çölü’nün güneyinde ise durum tamamen farklıydı. Çöl, Sahra-Asyalıların güneye inmesini engelleyen bir bariyer görevi görüyordu. Dolayısıyla Orta ve Güney Afrika’da yaşayan yerli halklar kuzeydekilerin aksine hiçbir zaman fethedilmedi. Ancak Sahra-Asyalılar kıtanın tamamına hiçbir zaman hâkim olamasalar bile yerli halkla değişik zamanlarda temasa geçerek kültürel gelişimlerini etkilediler. Sahra Çölü’nün güneyinde, Avustralya ve Amerika’da gördüğümüz anacıl kültürlerle karşılaşıyoruz. Aradaki tek fark, Afrika’da oluşan atacıl kültür “öbeklerinin” biraz daha fazla ve büyük olması; bununla bağlantılı olarak tamamen anacıl kalmış bölgeler de daha az, çünkü atacıl kültürle olan etkileşimleri çok daha fazlaydı. Ancak buna rağmen Sahra Çölü’nün güneyinin genel olarak anacıl kültüre eğilim gösterdiğini söylemek gerekiyor.

Sahra Çölü’nün güneyinde etkili olan atacıl kültürlerden biri Bantulardı. Bantular MÖ 2. binyılda çölün hemen güneyindeki Nijerya ve Kamerun’da ortaya çıktı. Zamanla yavaş yavaş güneye göç etmeye başladılar. Bu devingenlik asırlar boyunca sürdü. Bantular çokeşlilik, başlık parası, güçlü yöneticiler ve kölelik gibi pek çok Sahra-Asyalı özelliğe sahipti. Ancak atacıl kültürleri yine de oldukça ılımlıydı; örneğin savaşçı değildiler ve anasoyluydular. Sahra bölgesinden geldikleri için çölün daha da kurumasından etkilenmiş ve çok daha az bir şekilde olsa da diğer Sahra-Asyalılar gibi ruhsal bir dönüşüm geçirmiş olmaları muhtemel. Diğer ihtimal ise Sahra Çölü’nün kuzeyinden gelmeleri ve orada yaşayan Sahra-Asyalılarla etkileşime geçip atacıl kültürü onlardan almış olmaları. Hangi kuram doğru olursa olsun, MS 5. yüzyıla gelindiğinde Bantular Afrika’da Ekvator çizgisinin güneyinde kalan kısmın büyük çoğunluğuna yayılmıştı. Günümüzde Afrika’nın güneyinde yaşayan pek çok insan hâlâ Bantu dillerini konuşuyor. Ancak Bantular bu bölgeleri fethetmedi. John Lamphear ve Toyin Falola’nın da dediği gibi, Bantuların yayılması “çeşitli toplumsal ve iktisadi kurumların ve dillerin usulca özümsenerek kültürel bütünleşmesinden ibaretti.”226 Diğer bir deyişle, Bantular Afrika’nın güneyinde yaşayan yerli halkı baskı altına almak yerine onların arasına karışıp kültürleriyle kaynaşıyordu. Bunun sonucunda Bantuların atacıl, yerlilerin ise anacıl özellikleri bilenerek birbirleriyle etkileşime geçiyordu.

Ancak Bantular sadece yoğun tarım yapılan yerlerle alâkadar oldukları için hiç göç etmedikleri pek çok bölge vardı, özellikle de çorak veya ormanlık olan alanlar. Dolayısıyla buralarda yaşayan insanlar tamamen anacıl kaldılar. Aynı şekilde, Bantular’dan kaçanlar da anacıl özelliklerini korumayı başardı. Örneğin Pigmeler, Orta Afrika’daki yağmur ormanlarına göç ettiler. Sanlar ise (bazen Kalahari’nin “Çalı Adamları” olarak da anılırlar) kıtanın çorak güney ucuna gitmeyi tercih ettiler.227

Kuzey Afrika’yı işgal eden Sahra-Asyalılar da Sahra Çölü’nün güneyindeki insanlarla elbette temasa geçmişti. MS 4. yüzyılın sonuna gelindiğinde Hıristiyanlık, Nil Nehri boyunca Kuzey Afrika’dan Nübya ve Etiyopya’ya yayılmıştı. İslamiyet ise Sahra Çölü’nün hemen güneyindeki -Gana, Mali ve Sudan gibi- bazı yerlere ulaşmıştı. Bunda kısmen ticaretin kısmen de askerî fetihlerin rolü vardı. Ancak buralarda İslamiyet’in koyu atacıl kültürü, bölgenin yerli anacıl özellikleriyle karışmıştı. Dolayısıyla bölgeyi ziyaret eden katı Müslümanlar, gördükleri karşısında dehşete düşüyordu. Örneğin Müslüman bir din bilgini Mali hakkında şunları söylüyor:

Kadınların aile üyeleri dışında erkek “arkadaşları” ve “ahbapları” var. Erkekler de aynı şekilde başka ailelerin kadınları ile “tanışık.” Bir gün izin alarak Walata kadısının evine gittiğimde, onu dikkat çekici güzellikte bir kadınla otururken buldum. Çok şaşırdım ve gitmek için arkamı döndüm, ama… kadı bana şunları söyledi: “Neden gidiyorsun? O benim arkadaşım.” Dehşete düşmüştüm… çünkü bu adam bir din bilgini ve üstelik de hacıydı.228

İlk Afrika Devletleri

Afrika’nın anacıl özünden en büyük kopuş, farklı zamanlarda da olsa merkezi örgütlenmesi güçlü devletlerin ortaya çıkmasıyla yaşandı. Bunlardan ilki, muhtemelen yaklaşık MS 700’de kurulan Gana oldu. 19. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’nın “Afrika Talanı” (Scramble for Africa) başladığında aralarında Kongo, Zulu ve Aşanti’nin de bulunduğu bu devletlerin sayısı oldukça artmıştı. Hepsi de güçlü ve varlıklı krallar tarafından yönetiliyordu. Genelde savaşçıydılar ve toplumsal tabakalaşma hüküm sürüyordu. Örneğin Zulular için toplumsal mevki o kadar önemliydi ki yemek yerken uydukları katı oturma düzenleri vardı. Yerler cinsiyet ve yaşa göre ayrılıyordu. Zulular aynı zamanda imparatorluk kurma içgüdüsüyle yanıp tutuşan azılı savaşçılardı. Komşu kabileleri fethedip yerlerinden etmeye başladıkları 19. yüzyılın ilk yıllarında, Afrika’nın güneyinde büyük bir yıkıma sebep olmuşlardı.

Ancak bu devletlerin hiçbiri tamamen “Afrikalı” değildi. Öyle ya da böyle hepsi de dış etmenlerden etkilenmişti. DeMeo’nun da dediği gibi, Sahra Bölgesi’nin güney ucunda Gana gibi devletlerin kurulmasına “kısmen Kuzey Afrika’da vuku bulan istila sonucunda güneye yönelmek zorunda kalan göçmen Berberi kabileleri neden olmuştu.”229

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Wilson, 1985, s. 4 içinde.

2

Wrangham ve Peterson, 1996.

3

Power, 1991.

4

Sussman, 1997; Boesch & Boesch-Achermann, 2000; Morgan & Sanz, 2003.

5

Fromm, 1974, s. 103.

6

van der Dennen, 1995, s. 54.

7

Weisfeld, G., 1991.

8

Fromm, 1974.

9

van der Dennen, 1995, s. 595.

10

Ferguson, 2000, s. 160.

11

Ehrenreich, 1996.

12

Lenski & Nolan, 1995.

13

Goldberg, 1973.

14

Eisler, 1987; Gimbutas, 1991; DeMeo, 1998; Griffith, 2001.

15

Schopenhauer, 1930, s. 65.

16

DeMeo, 1998.

17

Stacey, 1983, s. 40.

18

DeMeo, 1998.

19

Lenksi, 1995.

20

Eisler, 1987; Gimbutas, 1991; DeMeo, 1998; Griffith, 2001.

21

Crawford, 1991, s. 24.

22

Lenski, 1995.

23

a.g.e

24

a.g.e

25

a.g.e

26

a.g.e

27

Whitman, 1980, s. 73.

28

Service, 1978, s. 83.

29

Turnbull, 1993, s. 29.

30

Leidloff, 1989, s. 24.

31

Pascal, 1966, s. 67.

32

Argyle, 1989; Raphael, 1984.

33

Argyle, 1989; Atchley, 1985.

34

Csikszentmihalyi, 1992.

35

a.g.e

36

Wright, 1992, s. 304 içinde.

37

Dr. Johnson, 1905, s. 206.

38

The Dhammapada, s. 9, 42. dize.

39

Pascal, 1966, s. 48.

40

Lee ve DeVore, 1968.

41

Turnbull, 1972.

42

Lenski, 1995; Lee ve DeVore, 1968.

43

Sahlins, 1972, s. 13.

44

Ryan, 2003, s. 55.

45

Lawlor, 1991.

46

Rudgley, 2000, s. 36.

47

Diamond, 1992.

48

Ryan, 2003.

49

Rudgley, 2000.

50

DeMeo, 2002.

51

Ferguson, 2000, s. 159. Savaşın kökenlerinin çok eskiye dayandığına inanan bir başka bilim insanı ise İngiliz arkeolog Nick Thorpe (1999, 2000). Thorpe, Mezolitik Dönem’de (MÖ 9. binyıl, yani Orta Taş Çağı’nda) bile savaşların yaşandığına dair kanıtlar olduğuna inanıyor. Buna dair üç farklı kanıt sunuyor: silahlar, savaş çizimleri ve iskelet kalıntıları. Ancak kendisinin de kabul ettiği gibi, kazılarda ne kadar çok hançer ya da balta bulunmuş olursa olsun bunların silah olarak kullanıldığından asla emin olamayız. Pekâlâ alet-edevat ya da av için de kullanılmış olabilirler. Thorpe, ikinci olarak, Mezolitik (ya da geleneksel tarihlendirme yöntemlerinin yanlış olabileceğini söylediği için Neolitik) Dönem’de savaşların yaşandığına dair İspanyol Levantenlerin kayalara yaptığı çizimleri kanıt olarak sunuyor. Ancak hemen ardından “kaya çizimlerinin dolaysız olarak yorumlanmasına karşı çıkan pek çok kişi var” diyerek yine kendi tezinin güvenilirliğini sorguluyor (Thorpe, 1999).

Ardından, en güvenilir kanıtların ise özellikle kurşun gibi delici bir nesneyle açılan yaralara sahip iskelet kalıntıları olduğunu belirtiyor. Bununla ilgili olarak, “İtalya’da bulunmuş, geç dönem Paleolitik Çağ’a ait ve kemikleri üzerinde çakmak taşıyla açılmış yaralar bulunan iki iskelet” (a.g.e) ile İsveç, Zelanda, Brittany ve Romanya’dan birkaç münferit örnek sunuyor. Ayrıca, Danimarka ve Kaliforniya’da bulunmuş ve kafatası yaralanmasına sahip iskeletlerden bahsediyor. Ancak bu örneklerin münferit olaylar olması, savaşa dair somut kanıtlar sundukları iddiasını havada bırakıyor. Eğer bu yaralanmalar gerçekten savaşlar sırasında oluşsaydı, tek tek bireylerde değil çok daha fazla sayıda iskelette gözlemlenmesi gerekirdi. Münferit olaylar olarak baktığımızda ise, bu yaralanmaların -özellikle de avlanma sırasında yaşanan- kazalar sonucunda oluşmuş olması oldukça muhtemel. Hatta kasıtlı şiddet sonucunda ortaya çıkmış olsalar bile gerçek savaşlardan ziyade sadece bireyler arasında yaşanan şiddet olaylarından kaynaklandıkları söylenebilir. Zaten Thorpe da bu ihtimali göz ardı etmiyor: “Bu örnekleri yorumlarken çok dikkatli olmalıyız” (a.g.e.). Son olarak, Mezolitik Dönem Avrupa’sında başa ya da gövdeye isabet eden “darbeler sonucunda oluşan kırık çıkık” vakalarından bahsediyor. Ancak son zamanlarda yapılan araştırmalar “pek çok kazanın da kırık çıkık ile sonuçlanmış olabileceğini” gösterdi (a.g.e.).

Thorpe’un bahsettiği ve gerçekten savaşı andıran kanıtlar ise orta ve geç dönem Neolitik Çağ’a aitler. Bavyera’daki Of-net bölgesinde bir mağarada, içinde hepsi de ölmeden önce yaralanmış tam otuz sekiz kişinin kafatası ve omurgası bulunan iki çukur keşfedildi. Danimarka’daki Dyrholmen’da ise derisi yüzülmüş dokuz kişinin kemikleri bulundu. Son olarak, Almanya’daki Talheim’da MÖ 5000 yılında kafalarına aldıkları darbe sonucunda ölmüş otuz dört kişiye ait bir toplu mezar bulundu.

Kısacası, Neolitik Dönem’den önce savaşların yaşandığına dair kanıtlar -ana metnin içinde bahsettiğim iki örnek dışında- hiç ikna edici değil. Hatta Neolitik Dönem’e ait bile çok az örnek söz konusu. Ancak Keeley ve Thorpe gibi arkeologların vardığı sonuçları sorgulayıp sorgulamamamızın aslında pek de önemi yok: Fazlasıyla havada kalan iddialarını doğru kabul etsek bile MÖ yaklaşık 4000 yılına kadar son derece sınırlı sayıda savaşın yaşandığı, bu tarihten sonra ise savaşların sayısında aniden çok büyük bir artış yaşandığı su götürmez bir gerçek.

52

Chapman, 1999; Dolkhanov, 1999; Vencl, 1999.

53

Ferguson, 1997, s. 333.

54

Keck, 2000, s. xxi.

55

Heinberg, 1989, s. 169 içinde.

56

Gabriel, 1990, s. 21.

57

Lawlor, 1991, s. 9.

58

Lenski, 1978, s. 137.

59

Wrangham ve Peterson, 1996.

60

Ferguson, 2003.

61

Lenksi, 1978, s. 422.

62

Service, 1978, s. 27.

63

Sumner, 1964, s. 205.

64

Malinowski, 1964, s. 251.

65

Service, 1978; Sumner, 1964; Malinowski, 1978.

66

Divale, 1973.

67

a.g.e., s. xxi.

68

Burch & Ellanna, 1994, s. 61.

69

Power, 1991, s. 44.

70

Haas, 1999, s. 14.

71

Knauft, 1991, s. 391.

72

Jaimes Guerrero, 2000, s. 37.

73

Barnard ve Woodburn, 1988.

74

Woodburn, 1982, s. 432.

75

Lenski, 1978.

76

Barnard ve Woodburn, 1988, s. 16.

77

Woodburn, 1981/1998.

78

Power, 1991, s. 47.

79

Lenski, 1978, s. 125.

80

Briggs, 1970, s. 42.

81

Boehm, 1999.

82

a.g.e., s. 69.

83

DeMeo, 1998.

84

Ryan, 2003, s. 78.

85

Diamond, 1992.

86

Diamond, 1987, s. 64.

87

Lawlor, 1991, s. 55 içinde.

88

Eisler, 1995, s. 62.

89

Lenski, 1978; Gimbutas, 1991.

90

Lenski & Nolan, 1995, s. 151.

91

Boehm, 1999, s. 38.

92

Gimbutas, 1991; Eisler, 1987; Mellaart, 1975.

93

a.g.e.

94

Gimbutas, 1982, 1991.

95

a.g.e., 1980, s. 17.

96

Rudgley, 1998, s. 23 içinde.

97

Platon, 1966.

98

Eisler, 1987, s. 32.

99

Griffith, 2001, s. 167.

100

Gimbutas, 1982, s. 24.

101

DeMeo, 1998, s. 225.

102

Davidson, 1996, s. 51.

103

Lenski & Nolan, 1995, s. 146 içinde.

104

DeMeo, 1998, s. 347.

105

Griffith, 2001.

106

a.g.e., s. 168.

107

Rudgley, 1998.

108

Rudgley, 1998, s. 32 içinde.

109

Eisler, 1987, s. 32 içinde.

110

a.g.e.

111

Eisler, 1987, s. 18.

112

Taylor, 1996; Rudgley, 1998.

113

Hawkes, 1968, s. 156.

114

Eisler, 1987, s. 39.

115

DeMeo, 1998, s. 4.

116

a.g.e.

117

a.g.e., s. 8.

118

Eisler, 1987, s. 43.

119

DeMeo, 2002, s. 21.

120

a.g.e.

121

DeMeo, 1998, s. 8.

122

DeMeo, 2000, s. 10.

123

Griffith, 2001, s. 18.

124

DeMeo, 1998; Griffith, 2001.

125

Mallory, 1989, s. 266 içinde.

126

Günümüzde Romanya’da bir kent, Türkçe adıyla Boğazköy (ç.n.)

127

a.g.e., s. 238.

128

Gimbutas, 1973, s. 202-3.

129

Eisler, 1987, s. 50.

130

Eisler, 1995, s. 90.

131

DeMeo, 1998, s. 231.

132

Mallory, 1989.

133

Gimbutas, 1977, s. 281.

134

Stern, 1969, s. 230.

135

DeMeo, 1998, s. 286.

136

Gimbutas, 1991, s. 352.

137

Eisler, 1987, s. 58.

138

Lenski, 1978.

139

a.g.e., s. 147.

140

Lenski’nin bu toplumlar için “ileri bahçe tarımı yapan” ifadesini kullanması aslında biraz sorunlu. Bu tespitten yola çıkarak, “ilkel bahçe tarımı yapan” toplumlarla ortak bir zeminde birleştikleri sonucuna varılabilir. Oysa ki gerçekte her iki toplumun da bahçe tarımı yaparak geçinmesi, sergiledikleri devasa farklılıklar arasında sadece tesadüfi bir benzerlik olabilir. Lenski’nin ilkel ve ileri bahçe tarımcı topluluklar hakkında verdiği istatistiki veriler de bu tespiti doğruluyor. Aynen arkeolojik kanıtlar gibi, bu veriler de ani bir dönüşümün yaşandığını; savaşların, sınıfsal tabakalaşmanın, eşitsizliğin ve köleliğin büyük ölçüde arttığını gösteriyor. Örneğin savaşlar, ileri bahçe tarımcı toplulukların %34’ünde süreklilik gösterirken bu rakam basit bahçe tarımcılar için sadece %5 idi. İleri bahçe tarımcı topluluklarda sınıfsal tabakalaşmaya rastlanma oranı %54 iken aynı oran basit bahçe tarımcılar için %17. Hatta bir adım daha öteye gidebiliriz. Çünkü sınıfsal tabakalaşma toplumsal eşitsizliğin aslında sadece bir yanını teşkil ediyor. Örneğin, sınıfların olduğu bir toplum aynı zamanda eşit de olabilir. Mesela, yukarıda bahsi geçen basit bahçe tarımcı toplumların % 17’si için bu durum geçerli olabilir. Lenski’nin de dediği gibi, “[İleri bahçe tarımcıların] sınıfsal yapısı genel olarak daha karmaşık, daha eşitsiz ve sıklıkla babadan oğula geçiyor” (1978, s. 170).

141

Childe, 1964, s. 77.

142

Baring & Cashford, 1991, s. 150.

143

Gimbutas, 1982, s. 17.

144

Griffith, 2001, s. 104.

145

Antik Mısır’daki güneş ve savaş tanrılarından biri (ç.n.)

146

DeMeo, 1998, s. 231.

147

Baring & Cashford, 1991; Crawford, 1991.

148

Baring & Cashford, 1991.

149

DeMeo, 1998.

150

DeMeo, 2000, s. 12.

151

Kramer, 1969, s. 16.

152

Crawford, 1991.

153

Oates, 1986, s. 68.

154

Ur Kaidesi (Standard of Ur): Antik Sümer şehri Ur’daki bir kralın mezarında bulunmuş tahtadan oyma kutu. Kutunun her iki yanında savaş ve barışı temsil eden mozaikler bulunmaktadır. (ç.n.)

155

a.g.e., s. 30-31.

156

Wilber, 1981, s. 165 içinde.

157

Eisler, 1987.

158

Eisler, 1987, s. 64 içinde.

159

Griffith, 2001.

160

DeMeo, 1998, s. 231.

161

Nil Nehri Havzası’nda, bugünkü sınırlarla Mısır’ın güneyini ve Sudan’ın kuzeyini kapsayan bölge (ç.n.)

162

DeMeo, 1998.

163

a.g.e.

164

Rice, 1990.

165

DeMeo, 1998.

166

a.g.e., s. 233.

167

Eisler, 1987, s. 54.

168

Bewley, 1994.

169

DeMeo, 1998.

170

a.g.e., s. 348.

171

a.g.e., s. 350.

172

Baring & Cashford, 1991; Eisler, 1987.

173

Hawkes, 1973, s. xxv.

174

Stone, 1976.

175

Eisler, 1995, s. 116.

176

Baring & Cashford, 1991, s. 162.

177

Baring & Cashford, 1991, s. 289 içinde.

178

a.g.e., s. 286.

179

Griffith, 2001.

180

DeMeo, 1998.

181

Griffith, 2001.

182

a.g.e.

183

a.g.e.

184

Taylor, 1953.

185

DeMeo, 2002.

186

Lawlor, 1991, s. 247.

187

a.g.e., s. 251.

188

Cowan, 1992.

189

Lawlor, 1991, s. 202.

190

Mearns, 1994, s. 279.

191

Service, 1978, s. 134.

192

a.g.e., s. 133.

193

Antropolog W. W. Newcomb, Ova Yerlilerinin çok sık savaşmasını üç temel unsura başvurarak açıklıyor (1950). Her şeyden önce, yerli kabileler Avrupalı işgalciler geldiğinde anavatanlarından kaçmak zorunda kalmıştı. Bunun sonucunda diğer kabilelerin topraklarına mecburen tecavüz etmişler ve bu da kaçınılmaz olarak çatışmalara neden olmuştu. İkincisi, yerliler topraklarıyla birlikte geçim kaynaklarını da yitirdikleri için artık hayatta kalmak adına atlara bağımlı hale gelmişti. Bunun nedenlerinden bir tanesi de avladıkları bizonların sayısının azalması ve bu hayvanların yaşam alanlarının onlardan gitgide uzaklaşmasıydı. Bunun sonucunda kabileler birbirleriyle “at için rekabet” etmeye başlamıştı.

Üçüncü olarak ise Avrupalı sömürgecilerin etkisini unutmamak gerekiyor. Avrupa yapımı silahlar (Avrupalılardan kürk ve hayvan postu karşılığında alınıyorlardı) savaşları çok daha vahşileştirmişti. Sömürgeciler -özellikle de tüccarlar- kabileleri birbirlerine ve sömürgeci güçlere karşı kışkırtarak yerlilerin çaresizliğini bilinçli bir şekilde sömürüyordu.

194

Josephy, 1975, s. 251.

195

Service, 1978, s. 326.

196

DeMeo, 1998.

197

a.g.e., s. 378.

198

DeMeo, 1998.

199

Xu, 1996.

200

Service, 1978, s. 208.

201

Josephy, 1975, s. 268.

202

Wrangham & Peterson, 1996.

203

Ferguson, 2003.

204

На страницу:
8 из 9