
Полная версия
Entelektüelin kutsal kitabı
Jüstinyen’in hükümdarlığı (527-565), sanat tarihinde Bizans’ın İlk Altın Çağı olarak bilinir. Bu dönemde Konstantinopolis’teki Ayasofya ve İtalya, Ravenna’daki San Vitale gibi eserler yaratıldı. IX. yüzyılın sonlarından XI. yüzyılın başlarına dek süren İkinci Altın Çağ’da Venedik’teki Saint Mark Katedrali ortaya çıktı. Bizans tarzı, Ortodoks inancıyla beraber Rusya ile Doğu Avrupa’ya yayıldı ve nihayetinde Moskova’daki muhteşem Saint Basil Katedrali’ne ilham kaynağı oldu.
Bizans sanatında konu genellikle dinseldir. İncil’den öyküler ve kutsal kimselerin idealize edilmiş temsilleri ya da ikonalar çoğunluktadır. Amaç İsa’nın, Meryem Ana’nın veya herhangi bir azizin gerçekçi bir tasvirini yapmaktan ziyade, ruhani özünü yakalamaktı. Grekoromen kültürde sıklıkla rastlan çıplak figürlerden ve gerçek ölçülerinde yapılmış heykellerden genelde kaçınılırdı.
Pandantifler üzerinde duran kubbeler Bizans mimarisinin tipik özelliklerindendir. Kiliselerin iç duvarları çoğunlukla mermer paneller, hafif kabartmalar ve cam mozaiklerle zengin bir şekilde dekore edilmiştir.
Klasik sanatın izleri de ara sıra yüzeye çıkar. Bizans sanatında heykele az rastlanmasına rağmen, Euripides’in Iphigenia Aulis’te adlı oyununa dayanan Iphigenia’nın Kurban Edilişi paneliyle ünlü Veroli Sandığı’ndaki gibi mitolojik sahneleri betimleyen küçük fildişi oymalar görülebilir.
Bizans’ta dini resimlere öyle bir tutkuyla tapılıyordu ki, imparator 726 yılında ikonaları putperestliğe neden olduklarını iddia ederek yasakladı. Yaklaşık yüz yıl boyunca İsa ve Meryem’i insan şeklinde resmeden her şey yasaklandı. İkona düşmanları (put kırıcılar), bu tip resimleri buldukları yerde hemen yok etmişlerdir. İkona düşmanlarının karşısında yer alan ikona sevenler, Roma’daki Papa’nın desteğiyle 843 yılında yasağı kaldırtmışlardır.
EK BİLGİLER:1. İngilizcedeki “byzantine” kelimesi genellikle olumsuz çağrışımlar taşır. Entrikacı ya da hilekâr birinden (Bizans hükümdarlarının birçoğu gibi) veya aşırı derecede karmaşık ya da girift bir şeylerden (Bizans sanatı gibi) bahsederken kullanılır.
2. Bizans tarzı 1453’te Konstantinopolis’in düşüşüyle sona ermiştir. Ancak etkileri, geleneksel ikonaların bugün bile üretildiği Ortodoks Kilisesi’nde kendini göstermeye devam etmektedir.
Süpernova
Yıldızların çoğu, nükleer füzyonla tüm enerjilerini tüketerek yavaşça sönerler. Sonra da % 99’u “beyaz cüce” olarak adlandırılan donuk gökcisimlerine dönüşür. Ama bir yıldız yeteri kadar büyük ve yeteri kadar sıcaksa, uygun şartlar altında patlayabilir. Bu patlama süpernova olarak adlandırılır.
Bir yıldız patlamadan önce, elementleri birleştirerek enerji üretir. Şiddetli çekim gücü; oksijen, silikon, fosfor ve kalsiyum oluşmasına neden olur. Kozmik bir çıkmaz sokağa, yani demire ulaşılana dek ağır elementler oluşmaya devam eder. Demirin daha ağır elementlerle birleştirilmesi enerji üretmez, gerektirir. Yıldızın yakacak bir şeyi yoktur, bu nedenle demir çekirdek kendi çekim gücünün kuvvetiyle içe doğru çökmeye devam eder. Çoğu devasa yıldız içe doğru çökerek kara deliğe dönüşür. Ama güneşten beş ile sekiz kat daha büyük olan biraz daha küçük yıldızlar sadece patlarlar.
Bir süpernovanın gerçekleşmesi on beş saniyeden daha az zaman alır. Patlama o kadar parlaktır ki, tek bir yıldızın yarattığı süpernova aylarca tüm galaksiyi aydınlatabilir. Hatta cıva, altın ve gümüş gibi daha ağır elementlerin oluşmasına yetecek kadar ısı yayar.
Büyük patlama kuramına göre, süpernovalar sayesinde yeryüzünde yaşam vardır. Bu kuram, oksijenden daha ağır tüm elementlerin geçmişte yaşanmış devasa yıldızların patlamalarıyla oluştuğunu öne sürer. Muzunuzdaki potasyum, Karayip Denizi’ndeki bir adada ortaya çıkmamıştır. Belki de, çok uzun zaman önce meydana gelen bir süpernovayla oluşmuştur.
EK BİLGİLER:1. 1006 yılında aşırı parlak bir süpernova Mısır, Irak, İtalya, İsviçre, Çin, Japonya ve muhtemelen Fransa ile Suriye’de gözlemlendi.
2. İtalyan astronom Galileo Galilei (1564-1642) Aristoteles’in evrenin asla değişmediği yönündeki kuramını çürütmek için 1604’te bir süpernovayı delil olarak kullanmıştır.
3. Uranyum gibi radyoaktif elementler süpernovalarla oluşur.
Rönesans Müziği
Rönesans müziği; Martin Luther’in, Protestan reformlarının ve Katolik karşı reformunun yükselişinin görüldüğü 15. yüzyılın ortalarından 16. yüzyılın sonlarına kadar yapılan müziktir. Kısmen hepsinin eşit öneme sahip olduğu birbirine karışmış abartılı vokal veya enstrümantal parçalarla tanımlanır.
Bu zamanın müziği dönemin sanat ve edebiyatının estetiğini de paylaştı. Rönesans sanatçıları, yazarları ve müzisyenleri kendilerini dünyayı ortaçağın karanlık, bürokratik ve gizemli dünyasından çekip çıkartmaya çalışan kişiler olarak gördüler. Aşk, zevk, zekâ ile insan bedeni ve duygularının güzelliği gibi klasik Yunan ve Roma ideallerine geri dönüşü vurguladılar.

Fransız-Flaman bölgesinin özellikle bestecilerle yıldızı parladı. Guillaume Dufay (1400-1474) ve Gilles Binchois (1400-1460) ayinlere özgü çoksesli müziklerle yeni tarzda dini özellikler taşımayan şarkılar bestelediler. Bourbon Dükü’nün saray müzisyeni ve Binchois’nın çırağı olan Johannes Ockeghem, kanon şeklinde söylenen şarkıların en erken örneklerinden bazılarına eşlik eden çoksesli ilahiler besteledi. Kanon “Row, Row, Row, Your Boat” çocuk şarkısında olduğu gibi aşamalı bir taklittir.
Josquin Desprez (1440-1521) aşırı derecede duygu yüklü ayin besteleri ve karmaşık popüler şarkılar veya aşk şarkılarıyla ünlenerek çağının en büyük bestecisi olarak dikkat çekmiştir. İtalya’da Giovanni Pierluigi da Palestrina (1525-1594) öncüllerinin ayin bestelerini dikkatle inceleyip taklit eden ve Rönesans ile Barok dönem arasında biçimsel bir köprü kuran gezgin bir saray bestecisiydi.
EK BİLGİLER:1. Kilise müziği fikri Rönesans döneminde başlamış ve ilahilerin birçoğu Martin Luther tarafından bestelenmiştir.
2. Çoğu Rönesans müziği saray üyeleri için bestelenmiştir ve bazı parçalar, bestecinin kendi imzasından ziyade, kendisini davet eden asilzadenin mühründen tanınır.
3. İngiliz madrigalı, yani çoğunlukla çalgısız olarak çeşitli perdelerde birkaç sesle söylenen şarkı biçimi aslında müzikte“fa-la-la” nakaratları şeklinde bestelenen ilk şarkı tipidir.
Aristoteles
“Tüm insanlar, doğaları gereği bilmeyi arzular.”
-Aristoteles, MetafizikAristoteles’in (MÖ 384-322) felsefe ve Batı kültürü üzerindeki etkileri anlatmakla bitmez. Yunanistan’ın kuzeyinde, Makedonya’da doğan Aristoteles, Platon’un okulu Akademi’de öğrenim görmek üzere Atina’ya gitmiştir. Platon’un ölümünden sonra da kendi okulu Lyceum’u kurmuştur.
V. yüzyıl Atina’sında felsefe çalışmaları retorik, doğa bilimi, biyoloji ve diğer araştırma alanlarını kapsıyordu. Dolayısıyla Aristoteles, ilmin neredeyse her dalına önemli katkılarda bulunmuştur.
Aristoteles, felsefenin belli bir sırayla çalışılması gerektiğine inanmıştır. Kişi önce mantığı öğrenmelidir çünkü mantık dünyaya dair olguları bir diğeri ile nasıl ilişkilendireceğimizi açıklar. Aristoteles, tümdengelimsel akıl yürütme (tasım), yani mantıksal olarak geçerli çıkarımlarda bulunma kuramını geliştirmiştir. Temel akıl yürütme formlarını listelemiş ve karmaşık düşünceleri bu formlardan birine indirgemek için kurallar çıkarmıştır. Aristoteles’in en ünlü tümdengelimsel akıl yürütmesi şudur:
Tüm insanlar ölümlüdür.Sokrates, bir insandır.Bu nedenle Sokrates de ölümlüdür.
Aristoteles, öğrencilerin mantıktan sonra somut doğa olaylarını araştırması gerektiğine inanmıştır. Bu konu üzerine pek çok eser yazmıştır: Fizik, Hayvanların Kısımları Üzerine, Hayvanların Oluşumu, Hayvanların Hareketleri, Meteoroloji, Oluş ve Bozuluş Üzerine. Ayrıca dünyayı fiziksel olarak açıklamak için genel ilkeler ortaya koymuştur.
Aristoteles’e göre son araştırma konusu, ahlak ve siyaseti de içine alan pratik felsefedir. Bu konuları Nikomakhos’a Etik ve Politika’da ele almıştır. Aristoteles’e göre, ahlak çoğunlukla iyi eğitimle ilgilidir. İnsanların genellikle doğru davranış şeklini bildiklerine ve bu bilgiye uygun hareket etmek için sadece ahlaki olarak yeterince güçlü olmaları gerektiğine inanır. İyi bir insan olmak, doğru şeyi yapma eğilimine sahip olmak anlamına gelir ve bu eğilim içimizde yetiştirilebilir. Siyasi açıdan da Aristoteles, devletin amacının, yurttaşlarının mutlu ve kendi kendilerine yetecek şekilde yaşamaları için gerekli ortamı sağlamak olduğuna inanmıştır. Kısmen demokratik yönetim taraftarı olmasına rağmen, zaman zaman bir monarşinin daha uygun olabileceğini kabul etmiştir.
EK BİLGİLER:1. Aristoteles bazen “Stagiralı” olarak da anılır çünkü Makedon şehri Stagira’da doğmuştur.
2. Aristoteles, Platon’un Akademi’sinde geçirdiği dönemle kendi okulunu kuruşu arasında, Akdeniz ülkelerinin çoğuna hükmeden Büyük İskender’in hocası olmuştur.
Sodom ve Gomora
Sodom ve Gomora hikâyesi, İncil’de Yaratılış kitabının 19. bölümünde geçer. Sodom ve Gomora, Şeria Nehri vadisinde bulunan iki kasabadır. Bu kasabaların sakinleri günaha girince Tanrı onları yok etmek ister. İbrahim, kötülerle beraber masumların da öldürülmemesi gerektiğini söyleyerek buna karşı çıkar. Tanrı da İbrahim on değerli insan bulabilirse kasabalıların canlarını bağışlayacağına söz verir ve bir grup meleği soruşturma yapmaya gönderir.
Melekler, İbrahim’in yeğeni Lut’a giderler. Lut, melekleri evine davet ederek onlar için yemek hazırlar. Daha sonra Sodom ahalisinin bir kısmı Lut’un evine gelip, “Bu gece buraya gelen adamlar neredeler? Onları bize getir ki biz de tanıyalım,” derler (Yaratılış 19:5). Lut onların yerine Sodomlulara kendi bakire kızlarını sunar ama Sodomlular tatmin olmaz. Bu noktada durumun vahim olduğunu gören melekler, Lut’tan ailesiyle birlikte Sodom’un dışına çıkmasını ister ve onlara kaçarken arkalarına bakmamalarını öğütlerler. Lut yakınlardaki bir kasabaya kaçmayı başarır, ama Sodom ve Gomora yok edilirken arkasına bir bakış atan eşi, tuzdan bir heykele dönüşür.
Sodom ve Gomora sakinlerinin gerçekte nasıl bir günah işlediği açık değildir. Geleneksel olarak, Yahudiler bu insanların misafir sevmediği için günah işlediğine inanırlar. Hikâye, Tevrat’ta Tanrı’nın İbrahim’in misafirperverliğini ne kadar takdir ettiğinin anlatıldığı kısımdan hemen sonra gelir. İbrahim’in iyi davranışıyla Sodomluların ziyaretçilerine tepki göstermesi tam bir zıtlık sergiler. Beraber düşünüldüğünde bu iki hikâyede iyi bir ev sahibi olmanın önemi vurgulanıyormuş gibi görünmektedir.
Diğer taraftan Muhafazakâr Hıristiyanlar, Sodomluların günahlarını oldukça farklı yorumlar. Bazılarına göre Sodom halkının melekleri “tanıma” talebi esasında üstü kapalı bir cinsel ilişki kurma talebidir. Bu görüşe göre Sodom’un erkekleri homoseksüeldi ve Tanrı onları cinsel eğilimlerinden dolayı cezalandırdı.
EK BİLGİLER:1. Çağdaş kullanımıyla sodomi terimi, kutsal kitapta bahsi geçen Sodom kasabasından gelmektedir.
2. Sodom ve Gomora’nın gerçekte var olup olmadığı tartışmalıdır, ama kimileri onların Lut Gölü’nün altında olduğuna inanır. Tarihçiler de bu kasabaların bir fay hattının yakınında olduğunu ve Tanrı’nın gazabının aslında bölgeyi yerle bir eden korkunç bir deprem olduğunu düşünmektedirler.
İmparator Konstantin
Hıristiyanlık ilk zamanlarında küçük bir tarikat iken, devasa Roma İmparatorluğu genelinde acımasız zulümlere uğramıştır. İmparator Nero MS 64’te, İsa’nın Kudüs’te ölümünden sadece otuz yıl kadar sonra, Roma’daki Hıristiyanlara işkence edilmesini ilk kez resmen emretmiştir. Romalı tarihçi Tacitus, dengesiz zorba Nero’nun emriyle bazı inananların köpeklere yem edilerek zalimce infaz edildiğini anlatmıştır. Tacitus, “Ölümleri bile eğlence konusu haline getirilmişti,” diye yazmıştır.
Romalı devlet adamları Hıristiyanlığı imparatorluğun güvenliği için bir tehdit olarak görmüşlerdir, çünkü Hıristiyanlar Romalılar tarafından çarmıha gerilen bir suçluya tapmış ve imparatorla pagan tanrıların tanrısallığını reddetmişlerdir. Hıristiyanlık dini yayıldıkça işkencelerin boyutu da iki yüzyıl boyunca ara ara artmıştır. Ancak Hıristiyanlık başlangıçta genel olarak fakir halkın inanışıyken, ortalama hayatlar süren Romalıları da zamanla kendisine çekmeye başlamıştır.

İmparator Konstantin (275-337), bir hayal görüp de Hıristiyanlığa geçtikten sonra, MS 313’te Milano Fermanı’nı çıkarmış ve Hıristiyanlığı imparatorluk genelinde yasallaştırmıştır. O zamandan itibaren Hıristiyanlık inancı yayılmıştır. Hatta fermandan birkaç nesil sonra Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak paganizmin yerini almıştır. Dört yüz yıl içinde, birkaç hoşnutsuz Yahudi’nin benimsediği yasadışı bir inanç olmaktan çıkarak bir imparatorluk dinine dönüşmüştür. Roma İmparatorluğu MS V. yüzyılda yıkılmıştır ama Hıristiyanlık Avrupa’da yayılmaya devam ederek kıtaya birlik getiren bir inanç olmuştur.
Roma Katolik Kilisesi’nin merkezi halen Vatikan Şehri’nde, bir zamanlar Hıristiyanların aslanlara yem edildiği amfitiyatronun kalıntılarından yalnızca birkaç sokak ötesinde bulunmaktadır.
EK BİLGİLER:1. Konstantin’in Hıristiyan olması, kendi ailesinden birçok kimsenin de aralarında bulunduğu siyasi düşmanlarının çoğunu öldürmekten onu alıkoymamıştır. Konstantin otuz bir yıllık hükümdarlığı boyunca kaynını, ikinci eşini ve en büyük oğlunu öldürtmüştür.
2. Roma’dan çok sıkılan ve bu şehrin imparatorluğu için uygun bir başkent olmadığını düşünen Konstantin, Avrupa’nın Asya ile buluştuğu yerde, Hellespont’ta bir şehir kurmuştur. Şehir ilk başta Yeni Roma olarak adlandırılmış, ama sonraları imparatorun şerefine Konstantinopolis olarak anılır olmuştur. Şimdiyse modern Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul olarak bilinmektedir.
3. İmparator Konstantin, Romalıların asırlarca hayranlıkla takip ettiği gladyatör dövüşlerini kaldırtmıştır. Yine de dövüşler yasadışı olarak bir süre daha devam etmiştir.
Modernizm
Edebiyatta kabaca 1900’lerden 1940’a kadar yıldızı parlayan modernist akımda, yazarlar hikâye anlatmanın yeni yollarını keşfettiler ve nesnel gerçeklik ile hakikatin en iyi nasıl ortaya çıkarılacağı sorusuna yeniden kafa yordular. Marcel Proust, Gertrude Stein, James Joyce, Virginia Woolf ve William Faulkner gibi yazarlarla T. S. Eliot ve Ezra Pound gibi şairler, edebiyat alanında modernizmin en önemli şahsiyetleri arasındadır.
1800’lerin sonlarında, Batı edebiyatına gerçekçilik egemen olmuştur. Gustave Flaubert, Theodore Dreiser, Emile Zola ve dönemin diğer romancıları; karakterleri, durumları ve sosyal şartları tüm detaylarıyla bire bir tasvir etmeye çalışmışlardır.
Ancak 21. yüzyılın başlarında birçok alanda ortaya atılan devrimci fikirler, gerçekliği saptayıp tarif edebilme becerilerimizi, hatta öncelikle nesnel bir gerçekliğin var olup olmadığını sorgulamayı gerektirmiştir. Psikoloji alanında Sigmund Freud bilinçaltı düşüncesini incelemiş, insan zihninin ve benliğinin sadece psikanaliz yoluyla bilinebileceğini iddia etmiştir. Dilbilimde Ferdinand de Saussure dilin keyfî ve güvenilmez bir kültürel yapı olduğunu öne sürmüştür. Antropolojide Sir James Frazer, Batılı olmayan kültürler ve dinler üzerine yapılan çalışmalara derinlik katmış, Batı’nın bakış açısına alternatifler sunmuştur. Ayrıca fizikte Albert Einstein’ın görelilik kuramı, zaman ve uzayın mutlak görünen ilkelerini bile çürütmüştür.
Genel olarak birbirinden tamamen farklı bu fikirlerin edebiyat ve sanat dünyasına inanılmaz etkileri olmuştur. 1800’lerin gerçekçileri dünyayı en doğru şekilde resmetmeye odaklanırken, bir süre sonra modernist diye adlandırılacak olan 1900’lerin yeni yazar ve sanatçıları, nesnel hakikat mevcut değilse gerçekliğin doğru bir şekilde nasıl anlatılacağı sorusuyla meşgul olmuşlardır.
Modernist yazarlar bu sorunun üstesinden gelmek için birçok denemede bulunmuşlardır. Önemli yeniliklerinden biri, bir karakterin düşüncelerini yazarın hiçbir müdahalesi olmaksızın kelimesi kelimesine aktarma girişimi olan bilinç akışı yöntemiydi. Bu teknik Joyce’un Ulysses’inde (1922), Woolf’un Mrs. Dolloway’inde (1925) ve Faulkner’ın Ses ve Öfke’sinde (1929) görülür. Bazı yazarlar nesnel gerçekliğe olabildiğince yaklaşmak için, öznel hikâyeleri üst üste yığarak ya da birbirleriyle kıyaslayarak aynı olay veya görüntüyü birkaç farklı açıdan tarif etmeyi denemiştir. Woolf’un Deniz Feneri (1927) bu yaklaşımın önemli bir örneğidir. Başta Stein olmak üzere bazı modernistler de sözcüklerin nüanslarını keşfetmek için Stein’ın “ısrar” diye adlandırdığı yinelemelere başvurarak ve başka teknikler kullanarak dilde radikal deneyler yapmışlardır. Hemen hemen tüm modernistler eserlerinde zamanın akışıyla oynamış, çizgisel zamanı görmezden gelmiş ve aniden geçmişe, şimdiye ve geleceğe sıçramışlardır. Modernist roman, hikâye ve şiirleri zaman zaman haklı olarak “anlaşılması güç” gösteren de bu tekniktir.
Gotik Sanat
Gotik çağ XII. yüzyılda, Fransa’da Paris ve çevresindeki taşrayı da kapsayan bir bölge olan Ile’de yeni bir mimari türün gelişmesiyle başlamıştır. Bu tür, 1250 yılıyla beraber hem heykel hem de resim sanatını etkileyerek Avrupa’nın birçok kısmına yayılmıştır.
“Gotik” sözcüğü İtalya’da türetilerek ilk başta mimari tarzla Roma İmparatorluğu’nu istila edip yok eden Gotlarla ilişkilendirilerek olumsuz bir çağrışım taşımıştır. Öte yandan, Gotik dönem sanatçıları kendi eserlerini modern eser anlamına gelen opus modernum veya Fransız eseri anlamına gelen opus francigenum olarak adlandırmışlardır.
Paris’in hemen kuzeyinde yeniden inşa edilen Saint-Denis Abbey Kilisesi genelde Gotik mimarinin ilk örneği olarak düşünülmektedir. 1137 ile 1144 yılları arasında Abbot Suger kilise için yeni bir koro alanı yaptırdı. Binanın yapımında daha büyük camlarla daha uzun kemerler kullanıldı ki bu da binayı daha önceki Roma mimari tarzının kasvetli katılığına güçlü bir zıtlık oluşturarak daha azametli ve daha hafif gösterdi.
Gotik mimari yapımının 1163’te başladığı Paris’teki Notre Dame ve 1194’ten 1140’a kadar yeniden inşa edilen Chartres’teki Notre Dame’da tam anlamıyla gelişme göstermiştir. Binanın ağırlığını dışarıdan desteklemek için dayanma kemerleriyle dış kemerler dikilmiştir. Böylelikle bu büyük ve ağır yapılarda kesilen duvarlara koymak için daha fazla vitray pencereler kullanıldı ve dolayısıyla iç alan daha parlak ve renklerle daha göz alıcı bir hale geldi.
Gotik mimari Fransa’nın dışında, yapımına 1220’de başlanan Salisbury Katedrali’nde ve yapımına 1310 civarında başlanan İtalya’daki Orvieto Katedrali’nde etkili oldu.
Kuzey Avrupa’da Gotik resimler en çok, Limburglu üç erkek kardeş tarafından 1413 ve 1416 yılları arasında resimlenen Les Tres Riches Heures du Duc de Berry isimli görselleriyle ünlü elyazması kitapta olduğu gibi, kitap resimlerinde ve vitray pencerelerde görüldü. Öte yandan İtalya’da Gotik tarz Giotto ve Simone Martini’nin resimlerinde kendisini açıkça gösterdi.
Heykeller Almanya’daki Naumburg Katedrali’nde veya Chartres’daki muhteşem kapı girişlerinde görülebilen Gotik katedrallerin hem iç hem de dış bölümlerinin dekorasyonunda yaygın şekilde kullanıldı.
Gotik tarz XVI. yüzyılın başlarına dek Fransa ve Kuzey Avrupa’nın büyük kısmında gelişimini sürdürdü. İtalya’da Rönesans’ın başlamasıyla daha erken kaybolmaya başladı.
EK BİLGİ:1. 18. yüzyılda “gotik” kelimesi grotesk ve gizemi vurgulayan kurmaca eserlerle beraber anıldı. Gotik kelimesi bugünse çoğunlukla Siouxsie and the Banshees gibi müzik gruplarının eserleri ile 1980’lerde başlayan müzik, kıyafet ve kültürde kendini gösteren bir akımı ifade eder.
Nosisepsiyon: Acının Algılanması
Acının algılanması, yani nosisepsiyon, insanın hayatta kalmasında temel rol oynar.
Acı, dünyanın tehlikelerini öğrenmenin basit, etkili bir yoludur. Tepki vermemiz gerektiği zamanlarda bize bir sinyal yollar; örneğin, kaynar sudan kaçınmamız, kırık camlara basmamamız veya burkulan ayak bileğimizin acısını hafifletmemiz gerektiği zamanlarda.
Tüm gelişmiş türler, özellikle de bize en yakın olanlar, acıyı duyumsamalarını sağlayan sinir sistemlerine sahip gibi görünmektedir. İncinip incinmediklerini onlara soramayız ama kuşlarla memeliler insanlara benzerler ve bazı durumlarda kıvranır, inilder, acıyla uğuldarlar. Bizler gibi onların da zararlı uyarılar karşısında kan basıncı yükselir, gözbebekleri büyür, ter bezleri çalışır ve kalpleri daha hızlı atar.
Nosisepsiyon, karmaşık organizmalar için çok önemli bir hayatta kalma aracıdır. Nadir olarak görülen, acıya karşı duyarsızlık ve anhidroz (CIPA) hastalığıyla dünyaya gelen insanların çoğu 25 yaşından fazla yaşamaz. İlk doğduklarında normal görünen bu çocuklar, diş çıkarmalarıyla birlikte sorun yaşamaya başlar: Hiçbir şey hissetmeksizin parmaklarını ısırıp koparabilirler. Kemiklerini kırabilir, ellerini yakabilir veya dizlerini yaralayabilirler ama kan ya da çürük görene dek yaralandıklarını anlamazlar. Genelde birden çok yarada oluşan ağır enfeksiyonlardan dolayı ölürler.
Kulağa bir klişe gibi gelebilir ama acı gerçekten tümüyle kafamızın içindedir. Beynin farklı kısımları, bir ağ kurup birlikte çalışarak “acı matrisi” olarak adlandırılan şeyi oluşturur. Matrisin bazı bölgeleri acının şiddeti hakkında bilgi verirken, diğer bölgeleri acının yeri, süresi ve çeşidi (yanması, zonklaması veya keskinliği) hakkında bizi bilgilendirir. Acının duyumu, beynin “ön singulat korteks” denen bir bölümü sayesinde stres duygusunu tetikler. İlginç olan şey, bu bölümün fiziksel ve duygusal acıyı ayırt edemeyişidir. Ön singulat korteks, kırık bir kola da kırık bir kalbe de aynı şekilde yanıt verir.
EK BİLGİLER:1. İnsanlarla empati kurmada iyi olan kimseler, daha aktif ön singulat kortekslere sahiptir. Onlar, diğer insanların acılarını hakikaten hissederler.
2. İnsan embriyoları, acı hissedebilmek için gereken sinir devrelerini yirmi dokuz haftada geliştirirler.
3. Anestezisiz sünnet edilen yeni doğanlar, dört ve sekiz aylıkken yapılan aşılarda acıya daha büyük tepki verirler.
4. Kimi uzuvları kesilmiş veya alınmış olan kişiler, sık sık hayali acılardan şikayet ederler. Artık yerinde olmayan uzuvlarına şiddetli ağrılar saplanmış gibi hissederler. Bu vakalar, acının kısmen beyinden geldiğine dair elde edilen ilk kanıtlardan bazılarıdır.
Barok Dönemi
“Barok” kelimesi, “şekli bozuk inci” anlamına gelen Portekizce bir kelimeden doğmuştur. Bu, kabaca 1600’den 1750’ye kadar süren dönemin sanat, mimari ve müziği için uygun bir semboldür. Zıtlıkların – sanatta açık ve koyu renkler, pürüzsüz ve bozuk yüzeyler arasında ve müzikte gürültülü ve yumuşak, hızlı ve yavaş arasında – bir çağıydı. Başlangıçta karmaşık Rönesans müzikal tarzının bir sadeleştirmesi ve sonraları tüm önceki düşünce akımlarına çok büyük bir meydan okuma gibi görünen yeni estetik yapıların süslemesi olarak karakterize edildi.
Claudio Monteverdi (1567-1643), erken dönem barokun en etkili bestecisidir ve eseri Orfeo (1607) genelde çarpıcı bir biçimde ve müzikal olarak ilk başarılı opera olarak görülür. Çoğu barok müziği, “basso continuo” denen, genelde akor basan bir enstrüman ile (organum, gitar ve arp gibi) bir bas entrümanın (çello, keman veya fagot gibi) bir birleşimi olarak çalınan destekleyici bir müzikal eşlik ile abartılı bir konçerto olan bir solo – genelde kemanda veya bir üflemeli çalgıda (blokflüt, obua veya flüt gibi) çalınan – arasında bir diyaloga dayanırdı.
Kadans veya armonili es noktaları vurgulanırdı ve pek çok eser, yavaş ve hızlı tempo arasında gidip gelen bölümlere, hatta simetrik müzikal cümlelere ayrılırdı. Eski saray dansları gibi bölgesel dans ritimleri ile birleştirilirdi ve keman, çok yönlülüğü, sesi ve güçlü ritimleri vurgulama becerisi ile şöhret kazandı. Daha sonraki barok müzik, düzenli ritim, gergin duygular, incelikli melodileri ve çalandan beklenen ustalıkla karakterize edilir.
Barokta, operada önde gelen erkek rolleri, sıklıkla yüksek vokal oktavlarını sürdürebilmeleri için ergenlikten önce hadım edilen şarkıcılar tarafından yerine getirilirdi. Hadımlar oktavları, güçleri, vokal esneklikleri ve nefes kontrolleri ile dikkat çekerlerdi.