bannerbanner
Efendi uyanıyor
Efendi uyanıyor

Полная версия

Efendi uyanıyor

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 5

Uzun bir koridora girdiler. Bir sürü kız vardı etrafta. Sıralarda oturuyorlardı. Sınıf gibi bir yerdi burası. Ortada bir öğretmen yoktu. Aynı işi garip sesler çıkaran bir aygıt yapıyordu. Kızlar merak ve şaşkınlık içerisinde Graham’e ve kılavuzuna baktılar. Çok hızlı ilerledikleri için buradaki toplantının ne anlama geldiğini tam olarak anlayamamıştı. Howard’ı daha önceden tanıyor olmalıydılar. Herhalde kendisini ilk kez gördükleri için kim olduğunu merak etmişlerdi. Bu Howard önemli bir adam olmalıydı. Buna rağmen bu önemli şahsiyete vere vere Graham’e bekçilik etme görevini vermişlerdi. Karanlık bir pasaja geldiler. Pasajın içinde bir patika uzanıyordu. Yoldan geçen insanların ayaklarını seçebiliyordu. Ama sadece o kadar. Daha fazlasını görmek imkânsızdı.

Aldığı canlandırıcı ilaçların etkisi geçiciydi. İlacın etkisi geçer geçmez kendisini yorgun hissetmeye başlıyordu. Howard’dan yavaşlamasını istedi. Kısa süre sonra bir asansöre bindiler. Asansörde sokak boşluğuna bakan bir pencere bulunuyordu. Pencere camla kaplıydı ve açılmıyordu. Aşağıdaki hareketli platformlarda neler olduğunu göremeyecek kadar yukarı çıkmışlardı. Yine de kabloların arasında gidip gelen insanları fark edebiliyordu. İnce köprülerin üzerinde ilerliyorlardı.

Patikayı bitirip ilerlediler. Sonra camlarla kaplı dar bir köprüden geçtiler. Daha sonra Graham burayı her hatırladığında başı dönecekti. Köprünün her yeri gibi zemini de camdı. New Quay ve Boscastle’daki uçurumlarda yaptığı gözlemler aklına geldi. Yüzlerce yıl önce başına gelen olaylar anılarında ne kadar da tazeydi. Yürüyen platformların en az 100 metre üstünde olmalıydılar. Durdu. Bacaklarının arasından dalgalanan kırmızı ve mavi kalabalıklara baktı. Bulunduğu yerden her şey ne kadar da küçük gözüküyordu. Az önce üzerinde durduğu balkon şimdi bir oyuncaktan farksızdı. Hafif bir sis ve parlak kürelerin yaydığı ışık, her şeyi belirsizleştiriyordu. Bu sırada köprünün üzerindeki bir yerden birisi atladı. Kabloyla sabitlenmiş olan bir kızağın üzerinde hızla kayıyordu. Graham durdu ve adamı izledi. Sonra gözü yeniden aşağıdaki hareketliliğe kaydı.

Kırmızılı bir grubun yürüyen platformlara ilerlediğini fark etti. Kalabalığı dağıtmaya çalışıyorlardı. Hızlı platformlardan yavaş platformlara atlayarak aşağıda toplanmış olan halkın üzerine yürüdüler.

Kırmızılı adamların ellerinde cop ve sopalar vardı. Bunları kullanmaktan çekinmedikleri anlaşılıyordu. Haykırışlar, öfke çığlıkları ve acıyla dolu inlemeler bunu gösteriyordu. Zorlukla da olsa Graham bu sesleri duyabiliyordu. “Devam edin,” dedi Howard Graham’i itekleyerek.

Yukarıdan bir adam daha atladı. Graham adamın nereden geldiğini anlamak için baktı. Cam benzeri bir maddeden yapılmış olan kubbe-çatıyı gördü. Burada kablolar ve kirişlerden oluşan bir ağ vardı. Rüzgârgülünü andıran bir takım şekiller dikkatini çekti. Tüm bunların arasında gökyüzü zorlukla fark edilebiliyordu. Howard, Graham’i itekledi. Geometrik şekillerle süslenmiş dar bir geçide girdiler.

“Bunu biraz daha görmek istiyorum,” dedi Graham. Howard’a karşı koymaya çalışmıştı.

“Hayır, olmaz,” dedi Howard. Hâlâ Graham’in kolunu tutuyordu. “Bu taraftan gitmeliyiz.” Onları izleyen kırmızı üniformalı adam gerektiğinde müdahale etmek üzere hazır bekliyordu.

Geçidin sonunda sarı siyah üniformalar giyen birkaç siyahi adam vardı. Aceleyle sürgülü bir kapağı yerinden oynattılar. Graham bunun bir kapı olduğunu düşünmüştü. Adamlar önden ilerledi. Graham kendisini büyük bir odaya açılan dar bir dehlizde bulmuştu. Sarılı siyahlı görevliler burayı geçip bir başka kapağı daha kaldırdılar.

Geldikleri yer bir bekleme odasını andırıyordu. İçeride bir grup insan vardı. Gerçekten de geniş ve azametli bir antreydi. Perdeyle örtülü olduğu için tam olarak göremese de, burasının daha da geniş bir odaya açıldığını fark etti. Kırmızı üniforma giyen beyaz bir adam ve siyahi olanlar, ana kapının önünde hazır olda bekliyorlardı.

Antreyi geçtikleri sırada bir fısıltı duydu. “Uykucu!” İçerideki insanlar onlara dönerek mırıldanmaya başlamışlardı. Demir korkuluklarla kapatılmış olan bir aralıktan geçip, daha önce perdenin arkasından fark ettiği büyük odaya ulaştılar. Odaya köşeden girmişlerdi. Bir anda bütün dikkatler onun üzerinde toplandı. Sarılı siyahlı giysiler içindeki siyah adam kısa bir süre bekleyip kapıyı arkalarından kapattı.

Graham’in daha önce gördüğü yerlerle kıyaslandığında odanın dekorasyonu son derece zevkliydi. Her yerinden zenginlik akıyordu. Uzak köşedeki kaidenin üzerinde büyük bir Atlas heykeli vardı. Işıl ışıldı. Güçlü ve gayretkâr bir görüntüsü vardı. Atlas omuzlarında dünyayı taşıyordu. Girer girmez dikkatini çeken ilk şey bu heykel olmuştu. Çok büyüktü. Sabırlı fakat acı çeken bir hali vardı. Çok beyazdı. Heykel ve ortadaki platform dışında oda neredeyse boş sayılırdı. Zemin pırıl pırıl parlıyordu. Platformun, odanın genel azametinin yanında epeyce sönük kaldığını düşündü. Kalın, metal bir plakadan yapılmıştı. Platformun üzerinde bir masa ve yedi adam duruyordu. Adamların giysileri beyazdı. Graham’i görünce ayağa kalktılar ve gözlerini ona diktiler. Graham’in gözüne masanın ucunda duran bazı elektronik aygıtlar çarptı. Parıltıları gözünü almıştı.

Howard, Graham’i korkuluklarla kapatılmış aralığın sonuna kadar götürdü. Onları buraya kadar takip eden kırmızılı adamlar gelip Graham’in iki yanında beklemeye başladılar.

“Burada kalmanız gerekiyor,” diye mırıldandı Howard. “Sadece birkaç dakika için.” Herhangi bir yanıt beklemeden aceleyle uzaklaştı.

“Ama? Neden?”

Howard’ın arkasından gitmeye çalıştı. Kırmızılı adamlardan biri, önünü keserek Graham’i engelledi. “Burada beklemelisiniz Efendim,” dedi kırmızılı adam.

“Niye?”

“Emirler böyle Efendim.”

“Emirler mi?”

“Evet, bize verilen emirler böyle.”

Graham öfkelenmişti.

“Burası nedir?” diye sordu. “Bu insanlar da kim?”

“Onlar konseyin lordlarıdır Efendim.”

“Konsey?”

“Konsey Efendim.”

Graham diğer adamla da buna benzer umutsuz bir deneme yaptıktan sonra uğraşmayı bıraktı. Korkuluklara doğru ilerledi. Beyazlı adamlara baktı. Onu izleyerek kendi aralarında fısıldaşıyorlardı.

Demek konsey? Kimdi bu adamlar. Amaçları neydi. Şimdi sekiz kişi olmuşlardı. Sekizincinin gelişini fark etmemişti. Zaten kimse yeni geleni selamlamamıştı bile. Hepsinin dikkati Graham’in üzerindeydi. 19. yy insanlarının, karşılarına aniden çıkan bir balona baktıkları gibi bakıyorlardı ona. Neyin nesiydi bu konsey? Devasa Atlas’ın altındaki bu küçük adamlar neden herkesten uzak bir yerde toplanmak istemişlerdi? Niye onu buraya getirmişlerdi? Graham’e bakıp bakıp ne konuşuyorlardı? Graham bunları düşünürken, Howard ortaya çıktı. Hızla ilerledi. Hafifçe eğilip topluluğu selamladı. Birtakım garip hareketler yapıyordu. Herhalde törensel bir anlamı vardı yaptıklarının. Platformun basamaklarını tırmandı ve masanın sonundaki aletin yanında durdu.

Graham hiçbir şey duymasa da, onların sohbetlerini dikkatle izliyordu. Beyazlı adamlar arada sırada dönüp ona doğru bakıyorlardı. Ümitsizce bir şeyler duymaya çalıştı. Masada duran iki adamın konuşurken yaptıkları el hareketleri giderek hızlanıyordu. Bir onlara, bir de gardiyanların yüzlerindeki donuk ifadeye baktı. Sonra gözü Howard’a takıldı. Ellerini uzatmıştı. Hararetle başını sallıyordu. Bir şeylere karşı çıktığı belliydi. Elini masaya vuran beyazlı adam, Howard’ın sözünü kesti.

Konuşma çok uzun gelmişti Graham’e. Bir türlü bitmek bilmiyordu. Konseyin ayaklarının dibinde oturduğu dev heykeli inceledi. Sonra duvarlara baktı. Japon stili çizgili panellerle dekore edilmişlerdi. Bunların çoğu gerçekten de çok güzeldi. Siyah metal bir çerçeveyle sınırlanmışlardı. Panellerin zarafeti odanın tasarımına ayrı bir hava katmıştı. Graham tekrar konseye döndü. Howard platformun basamaklarından iniyordu. İyice yaklaştığında Graham, Howard’ın yüzünün kızarmış olduğunu fark etti. Rahatsız edici bir hali vardı. Kısa bir süre sonra Graham’in yanına geldi.

“Bu taraftan,” dedi sadece. Sessiz bir şekilde ilerlediler. Onlar yaklaşınca kapı açıldı. Kapının her iki tarafında kırmızılı adamlar duruyordu. Howard ve Graham dışarı çıktılar. Graham dönüp arkasına baktı. Konsey üyeleri hâlâ onu izliyorlardı. Kapı arkalarından kapandı. Uyandığından beri ilk kez sessiz bir ortama girmişti. O kadar ki ayak seslerini bile duyuyordu.

Daha önce gördüklerine benzeyen bir kapının eşiğine geldiler. Kapı, farklı büyüklükteki bitişik iki odaya açılıyordu. Howard kapıyı açtı ve içeri girdiler. Burası son derece zarif bir biçimde dekore edilmişti. “Bu konsey de neyin nesi?” diye lafa girdi Graham. “Ne konuşuyorlardı öyle? Hem benden ne istiyorlar?” Howard dikkatli bir şekilde kapıyı kapattı. Derin bir nefes aldı. Fısıldayarak bir şeyler söyledi. İçeri girerken sendelemişti. Bir şeylere bakındı ve döndü. Derin bir oh çekti. Herhalde gördüklerinden memnun olmuş ve rahatlamıştı.

Graham gözlerini dikmiş Howard’a bakıyordu. Yaptığı hareketlerden hiçbir şey anlamamıştı.

“Anlamanız gerekiyor,” dedi Howard. Göz göze gelmekten özenle kaçınıyordu. “Bizim sosyal düzenimiz çok karmaşık. Yarım yamalak açıklamalar sizin üzerinizde olumsuz bir etki bırakacaktır. Aslına bakarsanız mesele bir bakıma bileşik faizle ilgili. Ayrıca sizin ve kuzeniniz Warming’in talihi ile… Ve görmezden gelinemeyecek başka önemli meseleler de var tabii. Sizin için anlaşılması çok zor olan başka pek çok şey var. Bizim dünyamız için siz çok önemlisiniz.”

Durdu.

“Evet,” dedi Graham.

“Sosyal sorunlar yaşıyoruz.”

“Evet?”

“İşler öyle bir noktaya geldi ki, burada tecrit altında kalmanız en doğrusu olacaktır.”

“Beni esir mi alıyorsunuz?” diye bağırdı Graham.

“Aslına bakarsanız bir süreliğine gözlerden uzak kalmanızı istiyoruz.”

Graham arkasını döndü. “Gerçekten garip,” dedi.

“Hiçbir zarar görmeyeceksiniz.”

“Zarar görmeyeceğim demek!”

“Ama burada kalmanız gerekiyor.”

“Peki. Öğrenmek istediğim bir şey var.”

“Elbette buyurun.”

“Zarar görmek derken neyi kastediyorsunuz?”

“Bunu şimdi açıklayamam.”

“Neden ama?”

“Bu çok uzun bir hikâye Efendim.”

“Al işte. Yine karışıyor işler. Benim önemli birisi olduğumu söylüyorsun. O duyduğum bağırışlar neydi? Benim trans halinden çıkmış olmam neden öylesine büyük bir kalabalığın heyecanlanmasına sebep olur ki? Daha önemlisi büyük konsey odasındaki beyaz giysili adamlar kimdi?”

“Hepsini daha iyi bir zamanda size açıklayacağım Efendim,” dedi Howard. “Ama üstünkörü bir şekilde değil. Şu anda hiç kimsenin kafası tam yerinde sayılmaz. Sizin uyanışınız, evet uyanışınız kesinlikle beklenmiyordu. Konsey tartışma halinde.”

“Ne konseyi?”

“Az önce toplantılarına tanık olduğunuz konsey.”

Graham hareketleriyle öfkesini belli etmeye başlamıştı. “Bu doğru değil,” dedi. “Olup bitenler hakkında bana bir açıklama yapılması gerekiyor.”

“Beklemeniz lazım Efendim.”

Graham aniden oturdu. “Hayatımın büyük bir bölümünü bekleyerek geçirmişim. İnşallah uzun bir süre daha beklemek zorunda kalmam.”

“Biraz daha beklemek en güzeli,” dedi Howard. “Şimdilik sizi yalnız bırakmam gerekiyor. Yalnızca kısa bir süre için. Konseydeki tartışmaya katılmak zorundayım. Çok üzgünüm…”

Sessizce kapıya ilerledi. Kısa bir süre için durakladı. Sonra hızla gözden kayboldu.

Graham onun arkasından kapıya yöneldi. Aynı şeyi yapmaya çalıştı. Olmuyordu. Kapı bir şekilde arkasından kilitlenmişti. Nasıl olduğunu anlaması mümkün değildi. Geri döndü. Huzursuz bir biçimde odada dolaşmaya başladı. Birkaç tur attıktan sonra oturdu. Bir süre öylece hareketsiz kaldı. Tırnaklarını yiyordu. Uyandıktan sonra bir saat içinde başından geçen olayları düşünmeye çalıştı. Büyük aralıklar, birbirini izleyen sayısız oda ve geçitler, garip yollarda yaşanan muazzam arbede, dev Atlas’ın altındaki antipatik adamlar, Howard’ın garip davranışları… Yavaş yavaş kafasında bir şeyler canlanmaya başlamıştı. Anlaşılan ortada muazzam bir servet vardı, belki de kötüye kullanılan bir servet. Çok büyük bir önem taşıdığı belliydi. Ne yapmalıydı? Odada kavuştuğu mutlak sessizlik ise belki de esirliğin tek güzel tarafıydı.

Graham’in aklına tüm bu yaşadıklarının bir rüya olabileceği fikri geldi. Karşı konulamaz bir düşünceydi bu. Gözlerini kapatmayı denedi, yapabiliyordu. Rüyayla gerçeği ayırmak için kullanılan bu eski yöntem, belki de işe yaramıyordu. Bu şekilde uyanık olup olmadığından kesin olarak emin olması mümkün değildi.

Kısa bir süre sonra kendisine son derece yabancı gelen eşyalara dokunmaya başladı. Tek tek temas ederek gerçekliklerini test ediyordu. Duvardaki oval aynada kendi yüzünü gördü. Durdu. Şaşkınlığa kapılmıştı. Morlu beyazlı bir kıyafet giymişti. Kıyafet, üzerinde oldukça zarif duruyordu. Hafif ağarmış sakalları bakımlıydı. Siyah saçlarına tek tük beyazlar düşmüştü. Saçları garip ama hoş bir şekilde düzenlenmişti. Kırk beş yaşlarında bir adam gibi görünüyordu. Gerçekten de kendisi miydi bu gördüğü kişi?

Gördüğünün kendisi olduğuna karar verince kahkahayla gülmeye başladı. “Şu haline bak. Haydi bizim Warming’i ara şimdi,” diye bağırdı. “Birlikte öğle yemeği yersiniz artık.”

Gençliğinde tanıdığı dostları geldi aklına. Hepsiyle birer birer görüşürüm, diye düşündü, bir an için. Tanıdığı herkesin çoktan toprak olup gittiği gerçeği hayalinin tam ortasında gelip yakaladı onu. Bir an için bununla yüzleşmek çok ağır gelmişti. Öylece donup kaldı. Yüzü bembeyaz kesildi.

Hareketli platformların ve sokakların görüntüsü yeniden gözünde canlandı. Bağıran kalabalıkları düşündü. Sonra beyazlar içindeki sevimsiz konsey üyelerini. Kendisini bir zavallı gibi hissediyordu. Açıkçası acınacak durumdaydı. Çaresizdi. Nasıl da garip bir dünyaya uyanmıştı böyle.

VII

Sessiz Odalarda Beklemek

Graham odasını incelemeye devam etti. Yorulmuştu. Buna rağmen merakı durmasına izin vermiyordu. Diğer odanın tavanı daha yüksekti. Kubbe şeklinde yapılmıştı. Merkezinde dikdörtgen bir boşluk vardı. Baca gibi bir yere açılıyordu. İçinde fırıldak gibi dönen bir şeyler vardı. Anladığı kadarıyla bu alet odadaki havanın dolaşımını sağlıyordu. Bu aletin çıkardığı baygın ses dışında odaya tamamen sessizlik hâkimdi. Fırıldakların hareketleri sırasında, kısa süreler için gökyüzünü görmek mümkün oluyordu. Graham bir defasında bir yıldız görmüş ve bunu görebilmesine çok şaşırmıştı.

Bu sırada odanın pervazlara yerleştirilmiş küçük lambalarla aydınlatıldığını fark etti. Hiç pencere yoktu. O sırada Howard’la birlikte girip çıktıkları bir sürü oda ve geçitlerin hiçbirinde pencere olmadığını hatırladı. Yoksa buradaki binalar penceresiz mi yapılıyordu? Gerçi sokaklarda pencerelere rastlamıştı. Ama bunların aydınlatma için kullanılıp kullanılmadığından emin olamadı. Belki de bütün şehir gece gündüz yapay bir şekilde aydınlatılıyordu. Belki de hiç gece olmuyordu burada.

Derken daha önce dikkat etmediği bir şeyi daha fark etti. Hiçbir odada şömine yoktu. Belki de mevsim yazdı. Gezip gördüğü yerler yazlık yapılar olabilirdi. Tabii tüm şehrin tek bir merkezden ısıtılıyor olması da mümkündü. Bir süre bu meselelerle meşgul oldu. Sonra duvarların pürüzsüz dokusu ve yatağının hiçbir düzenlemeye ihtiyaç bırakmayan kullanışlı yapısı gibi küçük ayrıntılar dikkatini çekmeye başladı. Etrafındaki her şey alabildiğine sadeydi. Hemen hiçbir süs eşyası yoktu ortada. Renklerin ve şekillerin çıplak zarafeti insan ruhunun güzelliğe olan açlığını doyurmaya yetiyordu. İçeride duran sandalyeler son derece rahattı. Masanın üzerinde içi sıvıyla dolu birkaç şişe, boş bardaklar ve bir tabak vardı. Tabağın içinde duran, jeli andıran madde, Graham’e çok garip gelmişti. Etrafına bakındı. Gazete ve dergilerin yokluğu dikkatini çekti. İşin doğrusu odalarda yazılı hiçbir şey yoktu. “Dünya gerçekten de değişmiş,” dedi.

Diğer odadaki bir duvarın dibinde, ne olduklarını anlayamadığı küçük silindirler sıralanmıştı. Renkleri beyazdı. Üzerlerine yeşil boyayla bir şeyler yazılmıştı. Sadelikleri odanın genel dekorasyonu ile son derece uyumluydu. Silindirlerin hemen yanında yaklaşık bir metrekarelik küçük bir alet vardı. Beyaz yüzü odaya dönüktü. Karşısında bir iskemle duruyordu. Bu silindirlerin yeni çağın kitapları olabileceği geldi aklına. Onları kurcalayarak, ne olduklarını anlamaya çalıştı.

Silindirlerin üzerindeki yazılar kafasını karıştırmıştı. İlk bakışta Rusça olabileceklerini düşündü. Daha sonra silindirlerin üzerindeki yazılardan bir tanesini okuyabildiğini fark etti. Garip bir İngilizceydi bu. “Kral ulu çek dam.” Herhalde “Kral olacak adam,” anlamına geliyordu bu ifade. Ufak tefek değişiklikler olsa da, dilin genel yapısı korunmuştu.

Daha önce bu ismi taşıyan bir hikâye okuduğunu hatırladı. Hikâyenin ayrıntılarını gözünün önünde canlandırmaya çalıştı. Okuduğu en iyi hikâyelerden biriydi bu. Önünde duran bu silindirler, kitap isimleri taşısalar da, şüphesiz ki Graham’in çağındaki kitaplardan çok farklıydılar. Diğer silindirleri incelemeye başladı. Bunlardan iki tanesinin üzerinde yazanlar daha fazla ilgisini çekmişti. “Karanlığın Kalbi” ve “Geleceğin Madonnası.” Daha önce bu isimleri duymamıştı. Eğer bunlar gerçekten de edebi eserlerse, Viktorya döneminden sonra yaşamış yazarlara ait olmalıydılar.

Epeyce bir süre, bu garip silindirlerin nasıl kullanıldığını anlamaya çalıştı. Daha sonra yanındaki aletle ilgilenmeye başladı. Aleti kurcalarken üzerinde bulunan bir kapağı yerinden oynattı. Kapağın altında bir silindir duruyordu. Aletin üst köşesindeki düğmeye dokundu. Çok geçmeden bir takım yabancı sesler duymaya başladı. Ve hemen arkasından müzik sesi duydu… Aletin odaya bakan düz yüzeyinde çeşitli renkler belirmişti. Yavaş yavaş bu aletin ne işe yaradığını anlamaya başlıyordu. Geri çekilip izlemeye başladı.

Şimdi aletin üzerinde bir resim görünüyordu. Renkleri çok canlı ve göz alıcıydı. Daha dikkatli bakınca içinde hareketli şekillerin olduğunu fark etti. Sadece hareket etmiyor, aynı zamanda bir takım sesler çıkarıyorlardı. Tanık olduğu şeyin onda yarattığı hisler kelimelerle anlatılamayacak kadar garipti. Bütün dikkatini topladı. Gördükleri giderek daha fazla ilgisini çekiyordu. Bir adam oradan oraya dolaşıyor, bir yandan da güzel ama asabi bir kadına bağırıp çağırıyordu. Her ikisi de Graham’e çok garip gelen renkli giysiler giymişlerdi. “Ben çalışıyordum,” dedi adam. “Ya sen, ya sen ne yapıyordun?”

Kafasını meşgul eden bütün meseleler tamamen uçup gitmişti. Sandalyeye oturdu. İlgiyle izlediği karakterlerin bazı konuşmaların arasında kendisinden bahsettiklerini fark etti: “Uykucu uyandığında,” dendiğini duydu. Bu bir deyimdi. Uzun süre ertelenen, insanların gerçekleşmesinden umudu kestikleri şeyleri anlatmak için kullanılıyordu. Fazla üzerinde durmadı. İzlemeye devam etti. Kısa bir süre içerisinde, izlediği insanları kendisine yakın görmeye başladı. Sanki çok iyi tanıyordu onları.

Bir süre sonra oyun bitti. Aletin odaya bakan yüzeyi yeniden bembeyazdı.

İzlediği bambaşka bir dünyaydı. Ahlaksız, zevk düşkünü, enerjik, kurnaz… Ciddi ekonomik sorunlar vardı ve toplumsal çatışmalar yaşanıyordu. Diyaloglarda geçen bazı imaları tam olarak anlayamamıştı. Yeni ahlaki değerlerin, yeni bir aydınlanma anlayışının ortaya çıktığı belliydi. Şehir yollarıyla olan ilk tanışmasında, mavi keten elbiseler giyen insanlar hemen dikkatini çekmişti. Oyunda da aynı şekilde giyinen bir sürü insan vardı. Şüphesiz ki hikâye çağdaş bir eserdi. İzlediği bütün ayrıntılar hikâyenin bu dönemin insanlarını konu aldığını ortaya koyuyordu. Çarpıcı bir gerçekçilikle yazılmıştı. Finalde ise hikâye bir trajediye dönüşüyordu. Hikâyenin bu kısmı Graham’in canını sıkmıştı. Bir süre hareketsiz kaldı.

Gözlerini ovuşturdu. Geç saatlere kadar yeni uğraşı ile meşgul olmuştu. Tanık olduğu sahneler bir türlü aklından çıkmıyordu. Yerinden kalktı. İşte yeniden kendi harikalar dünyasındaydı. Oyunun etkileri yavaş yavaş kayboluyordu. Sokak çatışmaları, ne idüğü belirsiz konsey ve uyandıktan sonra yaşadıklarına dair rahatsız edici anılar, zihninde canlanmaya başlamıştı. İnsanlar bu konseyi evrensel bir güç merkezi olarak görüyorlardı. Ve Uykucu… Sürekli Uykucu’dan bahsediyorlardı. İlk başlarda her konuşmada adı geçen bu Uykucu’nun kendisi olup olmadığından emin olamamıştı. Konuşulanları kafasında bir araya getirmeye çalıştı. Anlaması gereken ne çok şey vardı.

Yatak odasına gitti. Havalandırma boşluğundan yukarı baktı. Fanın dönüşü sırasında makine gürültüsüne benzeyen belli belirsiz ritmik sesler çıkıyordu. Odası sürekli aydınlatıldığından, gece ile gündüzü ayırt etmesine imkân yoktu. Yine de havalandırma aralığından gökyüzünün koyu mavi olduğunu fark edebiliyordu. Yıldızları bile görebiliyordu.

Odayı incelemeye devam etti. Anlaşılan kapıyı açmanın hiçbir yolu yoktu. Yardım zili ya da birilerini çağırabileceği başka bir araç da bulamadı. Sorularına yanıt alamamıştı. Merak içerisinde kıvranıyordu. Huzursuzluğu sağlıklı düşünmesine engel oluyordu. Kendisini nasıl olup da bir anda tüm bu garipliklerin ortasında bulduğunu anlamaya çalıştı. Şüphesiz ki sabırlı olması gerekiyordu. Birileri gelene kadar beklemekten başka yapacak bir şeyi yoktu. Yine de bilgiye olan susuzluğu giderek artıyor, kendini frenlemekte zorlanıyordu.

Yeniden aletin yanına gitti. Sonunda silindirleri nasıl takıp çıkaracağını bulmuştu. Aletin izlediği oyunlarda kullanılan dili izleyicinin tercihine göre düzenliyor olabileceğini düşündü. Belki de bu yüzden kendi döneminden iki yüzyıl sonrasına ait konuşmaları kolaylıkla anlayabiliyordu. Yeni bir silindir taktı alete. Bu bir müzikaldi. Başlarda gayet güzel geldi. Ne var ki duygusallığın dozu giderek arttı. Aklına izlediğinin Tanhauser’ın8 yeni versiyonu olabileceği fikri geldi. Müzik yabancı olsa da, senaryonun orijinal metnin modern bir uyarlaması olduğu anlaşılıyordu. Müzikalin güncel versiyonunda Tanhauser, Venusberg’e9 değil, zevk şehrine gidiyordu. İyi de bu zevk şehri neyin nesiydi? Şehvet dolu bir yazarın hayal gücünün ürünü olmalıydı bütün bunlar…

İlgisi giderek artıyordu. Meraklanmıştı. Ne var ki başından beri oyuna hâkim olan duygusallık rahatsız edici bir düzeye varmıştı. Graham’in hoşuna gitmedi bu durum.

İşin tadı kaçmıştı. Ortada ne güçlü bir betimleme vardı, ne de ustalıkla işlenen idealler… Her şey apaçıktı. Ve hatta çırılçıplak! 22. yy’ın Venusberg’i ile daha fazla vakit kaybetmek istemiyordu. Müzikalin bu bölümünün 19. yy versiyonunda nasıl olduğunu düşündü. Bütün çabasına rağmen anımsayamadı. Öfkelendi. Yerinden kalktı. Bu şeyi izlemiş olduğu için kendinden utanıyordu. Aleti ileri itti. Kapatmaya çalışıyordu. Hareketleri haddinden fazla sertti. Bir kıvılcım çıktı ve kolu sarsıldı. Biraz canı yanmıştı ama neyse ki sonunda kapanmıştı bu şey. Ertesi gün Tanhauser silindirinin yerine bir başkasını koymak istediğinde aletin artık çalışmadığını fark etti.

Odanın içinde aşağı yukarı yürüyüp duruyordu. Yaşadıklarının üzerinde bıraktığı etkiler son derece rahatsız ediciydi. Bunlarla mücadele etmeye çalışıyordu. İzlediği ve tanık olduğu şeyler kafasını allak bullak etmişti. Otuz yıllık hayatının hiçbir döneminde böyle bir geleceğin hayalini kurmamıştı. “Gelecek ellerimizdeydi. Onu biz hazırlıyorduk,” diye düşündü. “Hiçbirimiz gelecekle ilgili en ufak bir endişe duymadık. Ve işte şimdi…”

“Neler yapmak zorunda kaldılar? Neler yaşandı? Ve ben, nasıl oldu da bütün bunların ortasına düştüm?” Sokakların ve evlerin muazzam büyüklüğü anlaşılabilirdi. Ne de olsa çok fazla insan yaşıyordu burada. Peki ya sokak çatışmaları? Ya da zengin sınıfın şehvet düşkünlüğü?

Bellamy’yi10 düşündü. Yazdığı sosyalist ütopyanın başkahramanı, garip bir biçimde benzer bir deneyim yaşamıştı. Ne var ki Graham’in istemeden içine düştüğü bu dünyada herhangi bir ütopyanın gerçekleşmiş olduğundan bahsetmek mümkün değildi. Sosyalist toplum düzeni kurulmamıştı. Bir tarafta lüks, israf ve şehvet düşkünlüğü, diğer tarafta ise berbat bir yoksulluk… Toplumsal düzen bundan ibaretti. Bu kadim çelişki bu kadar zaman sonra bile varlığını koruyordu. Sadece devasa binalar ve sokaklardaki huzursuz kalabalık değil, yollardan gelen sesler, Howard’ın endişeli hali ve her yeri kuşatan boğucu hava da giderek artan hoşnutsuzluğu bütün açıklığıyla ortaya koyuyordu. Acaba hangi ülkedeydi şimdi? İngiltere gibi görünüyordu, gerçekten öyle miydi? Dünyanın geri kalanını düşündü. Oralarda ne oluyordu acaba. Her şey gibi bu da çözülmesi imkânsız görünen bir bilmeceydi onun için.

Odada dolaşmaya devam etti. Kafese kapatılmış bir hayvanın içgüdüleriyle etrafındaki her şeyi tanımaya çalışıyordu. Kendisini çok yorgun hissetti. Havalandırmanın altına gelip uzunca bir süre kıpırdamadan durdu. Şehirdeki kargaşa devam ediyor olmalıydı. Küçük de olsa bir ses duyabilseydi keşke!

Kendi kendine konuşmaya başladı. “İki yüz üç sene!” Birkaç kez tekrarladı. Güldü, “Demek ki ben tam iki yüz otuz üç yaşındayım. Gelmiş geçmiş en yaşlı insan! Eh, zamanın akışını tersine çevirip eski adetlere dönecek halleri yoktu ya… Boş yere homurdanıp duruyorum ben. Sanki benim çağım çok matah bir şeydi, Bulgar Katliamı’nı11 daha dün olmuş gibi hatırlıyorum.” Kahkaha attı. Sebepsiz yere gülüyor olması önce garip geldi. Sonra tekrar bastı kahkahayı. Üstelik bu sefer bilinçli bir şekilde ve daha yüksek bir sesle gülmüştü. Derken hareketlerindeki garipliğin farkına vardı. “Sakin!” dedi. “Sakin ol. Kendine gel.”

На страницу:
4 из 5