bannerbanner
Fülfül büyüsü
Fülfül büyüsü

Полная версия

Fülfül büyüsü

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 3

Yataktan kalkınca koşar adım banyoya gidip uzun uzun işedi. Sıcak bir ağustos öğle sonrası denizden esen serin bir rüzgâr insanın içini nasıl hafifletirse, bir an için tüm vücudunun öylesi bir hafiflikle sallandığını hissetti. Mutfak ve oturma odasının iç içe olduğu geniş salona geçtiğinde, bakır küllükte duran ve bitmeden söndürdüğü bir sigaranın ucunu yeniden ateşleyip, ocağa su koydu. Odanın içi darmadağındı fakat Mihran’ı asıl huzursuz eden dağınıklık, odanın içindekinin aksine çalışma masasının üzerinde duran kâğıt yığınları arasında gizliydi. Çünkü etrafa saçılan boş bira şişelerini, buruşturulmuş sigara paketlerini, kurumuş yemek artıklarıyla kaplı tabakları, bayatlamış yiyecekleri, rastgele fırlatılmış ter ve tütün kokan kıyafetleri her nasılsa toparlayabiliyor, ne var ki çalışma masasının üzerine saçılan sözcükleri bir türlü yerlerine koyamıyor, onları bir araya getirip de cümle kapısını aralayamıyordu. Kaynayan suyu fincana alıp, içine üç kaşık kahve attı. Her sevişme ertesi olduğu gibi gene huzursuz hissediyordu kendini. Aslında sadece sevişmeleri takip eden saatlerde değil, günün her anı bitimsiz bir sıkıntı içinde kıvranıp duruyordu. Uzun zamandır süregelen ve gün geçtikçe de yok olması imkânsıza dönüşen bir durumdu bu. Bazen bir yumrukta dağıtıvermek istiyordu kendini. Eğer böyle bir şeyin mümkünü olsaydı ve insan kendi yumruğuyla yere serebilseydi kederini, bu yolu mutlaka denerdi Mihran. Oysa yeryüzündeki en zor şeydi bir insanın kendi kederiyle dövüşüp de onu nakavt edebilmesi. Aslında mutluluk denen kavram onun için hiçbir zaman önemli olmamıştı ama söz konusu huzur olunca işte o bambaşka bir meseleydi. Belki de huzur, bir insanın şu hayattaki ruh güvenliği demekti. Çünkü nereden geleceği belli olmayan bir mutluluğu bekleyerek gün be gün eksiliyordu insan. Hâlbuki basbayağı onsuz da devam edilebilirdi hayata. Ama huzur yoksa hayat da yoktu ve huzurun bittiği yerde şüphesiz ki yaşam da son buluyordu. Belki kalp yine her zamanki ritminde atmaya, böbrekler tüm hızıyla çalışmaya ve mide, yuttuğu her şeyi enzimleyerek parçalamaya devam ediyordu ama ruh, çalak bir soğuğa kesiyor ve yağmurun ısladığı bir zemin kadar kayganlaşarak üzerindeki hiçbir umudun kayıp düşmeden ayakta kalmasına müsaade etmiyordu. O vakit insan, freni boşalmış bir otomobil gibi ölümün kıyısına doğru hızla sürüklenmeye başlıyor, kendini yaşama bağlayan insani coşkusunu da bütünüyle kaybediyordu.

Böyle zamanlarda İskenderun’daki taş evin salonunu boydan boya kaplayan pencerelerin önündeki sedire uzanıp da başını annesinin dizlerine koyduğu vakit içine dolan o pamuksu huzuru delicesine özlüyordu Mihran. Her gece oyuncak bir ayıya sarılır gibi sarmaş dolaş uyurdu ruhundaki o tatlı huzur duygusuyla. Körfezden geçen gemilerin düdük sesleri, salonu dolduran eşyaların gece karanlığında oynaşan gölgeleri, camlı dolabın raflarında dizili duran seramik balerin bibloları, annesinin büyük bir özenle diktiği sümbülteber rengindeki minder kılıfları, büyükannesinin bakır kül tablasının yanına iliştirdiği tarot destesi, tavandaki lambanın bir türlü yanmayan ampulleri, salonun tam ortasına yerleştirilen masanın üzerindeki karanfil desenli lokumluk ve üstü çiçek motifleriyle süslü üçgen masa örtüsü ile duvarda asılı duran saatli maarif takvimi… Hızla geçip giden bir hayatın içinde fazlasıyla küçük ve önemsiz gibi görünen bütün bu detaylar Mihran için büyük bir huzur kaynağıydı. Her yemek sonrası büyükannesinin kavuniçi renkli yeleğinin cebinden çıkardığı bir avuç beyaz kişnişli nane şekeri bile dünyanın ne denli güzel ve yaşanmaya değer bir yer olduğunu hatırlatırdı ona. Şimdi kendini bu kadar huzursuz ve çaresiz hissederken, yıllardır aklına gelmeyen ve çoktan unuttuğunu zannettiği bütün bu ayrıntılar gözünün önünde birer birer canlanıyor, senelerdir içine hapsedildikleri hafıza odalarından yavaşça dışarı sızıyorlardı. Böyle zamanlarda kendini tıpkı yıllanmış bir antikacı gibi hissediyordu Mihran. Meğer fakında olmadan ne çok şey biriktirmişti hafızasında. Seneler bir kule misali gitgide yükseldikçe, belleğindeki antikacı dükkânının içi de hızla doluyordu sanki. Gördüğü, işittiği, hissettiği her şeyi biriktiriyordu orada. Yediği ilkyaz dondurmasının tadı, annesinin mezarına bıraktığı bir demet karanfilin acısı, ilkokul öğretmeni Topal Rüştü’nün kravatına iliştirdiği iğne, mutfakta kaynatılan ayva reçelinin iştah kabartan kokusu, karyolasının başında asılı duran meleklerin henüz açılmamış kanatları, ilk aşkın yarattığı o meşhur iç bulantısı, bir kadının üzerinde gördüğü ilk sutyen ve onun bir türlü açılmak bilmeyen kopçası… Hepsi ama hepsi eksiksiz bir biçimde oradaydılar işte, belleğindeki antikacı dükkânının içinde. Kimi zaman Mihran, içlerinden rastgele bir tanesini seçip gün yüzüne çıkarıyor ve onunla uzun uzun dertleşiyordu. Dile gelen tüm anılar, “Çok, çok uzun yıllar önce…” diye başlıyorlardı söze. Zaman içinde bu söz, Mihran’ın belleğindeki antikacı dükkânının da ismi hâline gelmiş ve hayali bir tabelanın üzerine kocaman harflerle işlemişti bu garip ama anlamlı ismi. “ÇOK, ÇOK UZUN YILLAR ÖNCE…”

Ne var ki geçmiş zamanın izlerinden sıyrılıp da şimdinin o boğuk atmosferine döndüğü vakit, kendini yine bitmek tükenmek bilmeyen bir huzursuzluğun içinde buluyordu. Zihnindeki her şeyin parça parça dağıldığını hissediyor ve şaşırtıcı bir biçimde her parçanın da kendi içinde hızla infilak ederek evvela yüreğinden zihnine doğru yükselen sabır ve sükût damarlarını tıkadığını fark ediyordu. Gün geçtikçe isminden, esmasından, özünden ve tıynetinden bir adım daha uzaklaşıyor ve ki içine girdiği bu yeni kalıpta sonsuza dek donup kalacağı hissine kapılıyordu. Bu denli gayesiz bir adam olmak da kimi zaman kanına dokunmuyor değildi ama huzurun olmadığı yerde insanı yaşama bağlayan tüm duygu ve arzular da anlamını yitiriyordu nihayetinde, yapacak bir şey yoktu. Mihran da nicedir taş kesmiş bir bez parçası gibi öylece kalakalmıştı işte. Yüreğine ektiği hiçbir tohum filiz vermiyor; can suyu, iyi ya da kötü hiçbir hissi yeşertmeye yetmiyordu. Öyle ki en fazla rıhtıma çarpan bir gemi gibi huzursuzluğunun kıyısına çakılıp kalıyor, bazen de yıllanmış bir iskele gibi kendi kendine gıcırdayıp acı içinde inliyordu. Öte yandan Mihran öyle sanıyordu ki ölüm, tam da buna benzer bir şeydi. Çünkü ölüm, dışarıdan değil içeriden geliyordu ve bazen de insan, ölümün huzurunda secde etmeye, bir uçurum kıyısını kendine kıble edinmeye razı gelecek kadar yaşamak hevesini yitiriyordu. Sanki hayat, lime lime edilmiş et ve ter kokan kirli bir pavyon perdesinin ardına gizleniyor ve insan, onun aslını göremedikçe ölüme daha da yaklaştığı hissine kapılıyordu. Belki de bu yüzden Mihran’a göre her şeyin başı huzurdu, çünkü huzur yoksa hayat da yoktu ve huzurun bittiği yerde şüphesiz ki yaşam da son buluyordu.

Dışarıdan gelip de bütün gün başını şişiren o iğrenç uğultular dindiğinde çaresizce sıcak kahvesine ve kitaplarına sığınıyor, hiç değilse huzursuzluğunu bu yolla biraz olsun hafifletebilmeyi umuyordu. Yine de bazen öyle anlar geliyordu ki hayatın o gündelik rutinini var gücüyle tekmeleyerek yere sermek ve kendini ait olduğu dünyadan tümüyle koparıp bambaşka bir insana dönüştürmek istiyordu. Tabii bu iş sandığı kadar kolay değildi. “Değişmek” ve “dönüşmek” sözcükleri birbirlerine eklenerek çoğalan, mana içre manalar çizerek büyüyen kadim birer yol arkadaşı gibiydiler. Durmak nedir bilmezlerdi. Sanki her daim dönmek üzere yaratılmış bir çıkrık kralının iki ezeli kölesi gibi durmaksızın hareket hâlindeydiler. Mükemmel bir işleyişleri ve fazla hassas bir nizamları vardı. Hâlbuki insan denen mahlûkat bunu yeterince iyi bilmez, değişmeyi ve dahi dönüşmeyi, işemek kadar kolay ve kendiliğinden oluveren basit bir eylem zannederdi. Mesela değişmek için evvela dönüşmek lazımdı. Anlamca birbirlerine fazlasıyla yakın olan bu iki sözcüğün arasında incecik bir çizgi vardı ve başka bir biçime bürünmek yahut bambaşka bir duruma tahavvül etmek için öncelikle var olan biçimi bütünüyle bozmak, süregelen tüm alışkanlıkları bir kalemde silip atmak gerekirdi. Çünkü değişmek için evvela dönüşmeye hazır olmak lazımdı.

Bir sigara yakıp, yasaklı kitaplar rafında yarı aralık duran Medar-ı Maişet Motoru’nu eline aldı. Nasıl ki bazı insanlar büyük bir ilgiyle saat, pipo, pul, eski para, kartpostal, madalya ve benzeri şeylerin koleksiyonunu yapıyorlarsa, Mihran da bir vakitler yasaklanmış ve daha sonradan her nasıl olduysa yeniden basıma girmesine müsaade verilmiş olan kitapların koleksiyonunu yapardı. Medar-ı Maişet Motoru da o kitaplardan bir tanesi ve belki de içlerinden en çok sevdiğiydi. Tuhaf bir aşkla bağlıydı bu kitaba. Kitabın kapağında yazan Birtakım İnsanlar adını katî suretle ağzına almaz, bu isimle yayınlanmış hiçbir baskıya elini dahi sürmezdi. Sanki Sait Faik’in Berber Kir Dimitro’suna ve o berber dükkânının kapısını aralayan Ali Rıza Bey’ine ayıp olacakmış gibi gelir, yazarın ilk basımda kullandığı isimden ötesini kabullenmek istemezdi, zira sonradan basılan tüm kopyaların Medar-ı Maişet Motoru’nun yalınkat bir özeti olduğuna inanırdı. Bir vakitlerin bu güzel yürekli avaresi, küfürbaz şairi, müflis taciri, bir türlü hamdolsun diyemeyen rantiyesi ve tüm balıkçıların daimi babası olan çakır gözlü yazar, Mihran için yakın bir ahbap, kadim bir dost gibiydi. Ne vakit keyfine bir rakı açacak olsa, o vakit Sait Faik’i de masasına davet eder, onunla içten içe koyu bir sohbete dalardı. Uzaktan bakıldığında fazlasıyla şizofrenik gibi görünebilen bu durum, Mihran için keyifli bir oyundan ibaretti özünde. Kimi zaman kendi sesinden konuşarak karşısındaki bu efham üstada hayat ve edebiyat hakkında çeşit çeşit sorular sorardı, kimi zaman da sesini kalınlaştırıp, yüzünü buruşturarak Sait Faik rolüne bürünür, karşısında oturan bu pek acemi ve meraklı gence bin bir türlü öğüt verirdi. “Para,” derdi mesela, gırtlaktan gelen kalın ve yaralı bir sesle. “Para, adamı ahlaksız ediyor azizim! Karnı doyunca insanın kötü huyları da meydana çıkıyor.” Kendi ağzından dökülen bu cümleleri gülümseyerek dinlerdi Mihran. Sonra başını yeniden hayali üstattan tarafa çevirir, rakı kadehini havaya kaldırarak sorardı, “Pekâlâ üstat, şu çirkin görünüşüm hakkında ne düşünüyorsun bakalım? Görüyorsun ya, Tanrı’nın yarattığı en çirkin mahlûklardan biriyim, aynalardan nefret ediyorum. Ne ruhum bedenime yakışıyor, ne de bedenim ruhuma uyum sağlayabiliyor. Var mıdır sence bunun bir hâl çaresi?” Soruyu sorduktan sonra bir müddet susar, ardından da içindeki Mihran’ı bir kenara bırakarak rakısından koca bir yudum alır ve hızla Sait Faik rolüne zıplardı. “Hem ben çirkin miyim sevgilim!” diye haykırırdı aynı kalın ve yaralı sesle. “Ben de insanoğluyum. Bu, senin beni bir sevmene bakar. Bak o zaman nasıl düzeliyor burnum, gözlerim mahmurlaşıyor, küt parmaklarım incelip sanatkâr parmağı oluyor, dişlerim incileşiyor…”

Her daim sahici ve güvenilir bir dosttu Sait Faik. Onun dostluğu Mihran’ın tepeleme bir yalnızlıkla doldurduğu dünyasının içinde bir nefes, bir dem huzur demekti. Mihran “Şiir,” derdi, Sait Faik ise “Şiir olmayan yerde insan sevgisi de olmaz azizim. Şiir, insanı insana yaklaştıran şeydir, aman ha unutmayasın bunu!” diye sıkı sıkıya tembihlerdi. Mihran “Peki ya sevmek?” diye sorardı, Sait Faik “Sevmek ciddi bir meseledir mirim. Çünkü bir insanı sevmekle başlar her şey,” diye yanıt verirdi. O vakit, “İnsan?” derdi Mihran, bunu söylerken gözlerini öfkeyle kısar, dudaklarını sıkıntıyla dişlerdi. Sait Faik ise karşısındaki gencin sözlerine vuran toyluğuna vakur bir tebessümle karşılık verir, elini onun çelimsiz omzuna atarak “İnsan,” diye mırıldanırdı. “İnsansız hiçbir şeyin güzelliği yok ki… Her şey onun sayesinde, onunla güzel. Bu dakikada, bugünün güzelliği, gökte ay, uzakta güneşin bir billûr bahçe gibi pırıltısı hiçbir şey değil. Bütün bunlar içinde insan olmadan tıpkı kötü birer resim gibi…”


Medar-ı Maişet Motoru’nu raftaki yerine geri bırakıp, kendine bir fincan kahve daha hazırladı. Çalışma masasının üzerine saçılmış kâğıt tomarlarının yanına gelince içlerinden rastgele bir sayfa çekip çıkardı. Gözyaşının İntiharı diye not düşmüştü elindeki sayfanın sol üst köşesine. İki yıldır gece gündüz üzerinde çalıştığı bu kitabın her bölümünde bir başka şairin intiharını anlatıyor, her bölümün sonunda kafasını duvara vurarak kendini öldürmeye çalışan tutsak bir balina gibi ruhunun acı içinde kıvrandığını hissediyordu. Bir insanın intiharını yazmak kolay iş değildi ama Mihran, çektiği acıya rağmen gene de bu intihar meselesini hiç değilse yazarak tecrübe ediyor olmaktan tuhaf bir haz duyuyordu. Bir insanın kendini öldürmek istemesi acaba sahiden de içten gelen bir dürtüden mi ibaretti, yoksa daha matematiksel bir hesabın sonucunda varılan bir hakikatin iradesinde gelişen bir düşünce miydi? Sebebini bir türlü kestiremiyor ve her iki olasılık üzerinde de gidip gidip geliyordu. Kimi zaman intiharın, anneden kıza ya da babadan oğula devreden bir aile yadigârı olduğunu düşünürdü. Kendi canına başarıyla kıymaktan takdirnâmeli olan anne ve babaların çocukları da bu kötü geleneği ısrarla sürdürmek isterdi bazen. Bu gibi hikâyelerle pek çok kitapta rastlaşmıştı. İntiharın da tıpkı zümrüt bir yüzük, antika bir saat, altın bir vazo misali kuşaktan kuşağa aktarılabilen bir miras olduğunu okumuş hatta işitmişti. Demek ki ölüm, bazı insanları dev bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu ve intihar da sanki özü bozuk bir kromozom, kusurlu bir gen ve kalıtsal bir hastalık sonucu ortaya çıkan alışıldık bir aksilik gibi devam edip gidiyordu nesilden nesile, aynı ailenin içinde, aynı soyun fertlerini yiye yiye.

Gözyaşının İntiharı adını verdiği bu bölümde, 1930 yılında intihar eden ve bir dönem şiirleriyle Lenin’in bile dikkatini çekebilmiş devrimci şair Vladimiroviç Mayakovski’nin ölümünü kaleme almıştı ve yazması gereken üç bölüm daha vardı şimdi. Son noktayı koyup da romanını yayınevine götürdüğü vakit yine aynı ret cevabıyla karşılaşacağını sezinliyor, ama gene de inatla yazmaya devam ediyordu. Çünkü yazarken duyduğu mutluluğu başka hiçbir şeyde bulamayacağını biliyor ve o mutluluğa sıkı sıkıya asılmak istiyordu. “Seni yazı yazarken izliyorum genç adam!” demişti bir gün yakın dostu Sait Faik. “Yazarken sen, ölesiye yalnız ama ölesiye mesut bir adam oluyorsun.” Sahiden de öyleydi. Çalışma masasının başına oturup da kalemi eline aldığı vakit yalnız ama bir o kadar da bahtiyar bir adama dönüştüğüne emindi Mihran. Eğer ki her daim yazı yazarken dönüştüğü bu adamın bahtiyarlığını muhafaza etmeyi becerebilseydi, kim bilir belki de zamanla o adamın ta kendisine dönüşebilir, hayatın her anında yalnız fakat yine de mesut bir insan olarak kalabilir ve hatta ruhunu zapt eden huzursuzluk döngüsünü bile tümüyle kırmayı başarabilirdi.

Elindeki sayfayı masanın üzerine bıraktı ve pencerenin önüne gidip alnını soğuk cama yasladı. Bir süre öylece durup dışarıda yağan kara baktı. Kaldırıma yanaşan bir çöp kamyonu ile ağır ağır boşaltılan gri çöp bidonunu dalgın bakışlarla seyretti. Ardından banyoya gidip yüzünü yıkadı. Aynada gördüğü kara kuru tıraşsız yüz hoşuna gitmedi. Akşamdan kalma bol briyantinli saçlarını düzeltip biraz daha briyantinledi. Yeniden salona döndüğünde etrafa saçılan boş içki şişelerini toparlamaya koyuldu önce. Kırılan bir çay bardağının parçalarını ağzına kadar dolu olan çöp poşetine tıkıştırdı. Bir bez bulup ıslattı, muşambadaki kahve lekelerini temizledi. Demliğe su doldurup içine üç kaşık çay attı, ocağın altını yakıp bıraktı. Dolabın içinden bir parça kesmük peyniri ile yağı donmuş bir zeytin kavanozu çıkardı. Bir gün öncesinden kalan yarım ekmeği dilimleyip, hafif hafif yanan sobanın üzerinde bir güzel kızarttı. Mutfak tezgâhının altında duran kayısı reçelini küçük bir kâsenin içine döktü. Çay, demini iyice alınca ocağın altını kapayıp, hazırladığı kahvaltı tepsisini masanın üzerine koydu. Işığı söndürüp, paltosunu sırtına geçirdi ve sigara paketini iç cebine atıp usulca evden dışarı çıktı. Kalın tabanlı hantal botlarından çıkan ses, merdiven boşluğunda gürültüyle yankılandı. Aşağı indiğinde saat yediye geliyordu, meydandaki saat kulesinin altında bekleyen kasketleri buz tutmuş ihtiyar simitçiler ile minibüs durağını tıka basa dolduran, uykusuz, yorgun ve bıkkın insan kalabalığını gördü evvela. Omuzlarını kısıp, iç cebinde duran sigara paketine uzandı, bir sigara yaktı ve ardından ağır adımlarla sahile doğru yürümeye başladı.


“Güzel bir kadındı sol yanımda uyuyan. Ona bakarken bir an yüreğimin acıdan titrediğini hissettim. Gözkapaklarının ardında masmavi bir deniz ve saçlarında buğday başakları dalgalanıyordu. Dudaklarında yıldızlar uçuşuyor, bacak arasında sümbüller bitiyor ve sanki uzun, kemikli elleri üzerinde türküler söyleşiyordu. Ne var ki yatağımda uyuyan bu kadın da “o” değildi, yani onun güzelliği de içimde bir aşk doğurmaya yetmedi. Çünkü güzelliği ebedi değil, bitimliydi. Kim bilir belki de yalnızca birkaç gece ile kolayca tüketilebilir cinstendi. Gözaltlarımdaki çukurları doldurmuyor, mor halkalarımı mor çiçeklere dönüştürmüyor ve yaralarımı alıp, ruhumu ılık bir bahar sabahına götürmeye yetmiyordu. En fenası da o boyalı yüzü bana hiçbir hikâye anlatmıyordu. Uzun, siyah ağızlığına yerleştirdiği sigarasını şehvetle tüttürürken tıpkı bir film artistine benziyordu. Yüzünün yarısı ucuz bir fahişeyi andırırken, diğer yarısı şık bir Fransız danteli gibi asaletle ışıldıyordu. Neşeli bir gülüşü vardı, küçük bir kız çocuğu gibi sevinçle gülümsüyordu. Ne var ki eksik bir kadındı o. Eksikti çünkü daha evvel yürüdüğü yollar silinmiş gibi, eteğinin ucu kaderin hiçbir dönemecine takılmamış gibi, o güzelim topukları hiçbir dikene basmamış gibi, pürüzsüz dizleri hiçbir çocuk oyununda kanamamış gibi ve hüzün nedir hiç görmemiş gibi bakıyordu. Besbelli onun da aşktan hiç mi hiç haberi yoktu ve öptüğü yerde şiirler biteceğine sözcükler temelli susuyor; insan, ölüme biraz daha yaklaştığı hissine kapılıyordu.”


Sahile inince, vapurların kalktığı iskelenin yanı başındaki köhne bir balıkçı kahvesine girip oturdu. Titrek bir mum alevinden havaya yayılan bulanık bir is gibi dumanlıydı içerisi. Tam karşısındaki masada kalın kaşlı, kalın bıyıklı üç adam oturuyordu; bir tanesi vardiyasını tamamlamış akşamcı bir bekçi, diğer ikisi de balıktan henüz dönmüş iki ihtiyardı. Ellerinde sigaralar; memleketin hâlinden, boğazda azalan balık cinslerinden, cam işçilerinin yaptığı eylemden, Türkiye İşçi Partisi’nin hareketlerinden, ülkedeki yassı çelik endüstrisinin yokluğundan ve süregelen olaylardan sıkıntıyla söz ediyorlardı. Arada birkaç yudum çay içiyor, her yudumda çayın tadının bile hepten bozulduğunu söylüyor, nerede o eski çaylar diye ah vah ediyorlardı. Mihran, parlak yüzlü, uzun kirpikli çırağa demli bir çay ile yanında da bir dilim limon getirmesini söyledi. Burnuna fırından yeni çıkmış sıcacık bir somun ekmeği kokusu çalındı, önündeki masada duvar dibinde çay ocağının sahibi iştahla kahvaltısını ediyor, ekmeğin üzerine sürdüğü kaymağı keyifle yalıyordu. Kahvenin radyosunda günün ilk ajans haberleri okunuyor, günlerdir durmak bilmeyen karın hafta boyunca aynı şiddetle yağmaya devam edeceği duyuruluyordu.


“Duydun mu Tahsin Reis?” diye söylendi gece bekçisi, üzerinde biri küçük, üçgenimsi ve diğeri büyük, dairemsi iki yüzük bulunan tombul parmaklarını tam karşısında oturan çakır gözlü balıkçıya doğru sallayarak. “Soğuklar devam edecekmiş, besbelli sizin balıkların kulağına daha çok kar suyu kaçacak bu ara.”

“Öyle olacak herhal be Muhsin, amma bizim kerataların işi belli olmaz. Geçen yıl da kış böyle sert geçtiydi de yem bulamayan balıklar kendiliğinden kıyıya geldiydi. Az mı mırmır ile kefal tuttuk? Çarşı pazar ağzına kadar balık dolduydu. İskelelerin altı midye kaplı oldukça kurtu da hamuru da sürüylen gelir, dertlenmek için erken daha. Hem şu göğün işine akıl sır erer mi? Bugün dolu yağdırır, beriki gün bakmışsın kıçından sicim sicim ter akıtır. Belli olmaz bu işler.”

“Doğru dersin Tahsin Reis. Zaten bu soğuklar da yaramaz bizim millete, eskisi gibi değil artık. Yakacak odun bulmak bile zorlaştı şu zamanda. Bu yeni hükümet de bir halta yaramadı baksana, zam üstüne zam bindirdi gene namussuzlar. Denizde balık olsa neye yarar, halkın cebinde üç kuruş olmadıktan sonra…”

“Ulan adam olmaz bu memleket!” diye öfkeyle çıkıştı çakır gözlü balıkçının yanındaki adam. Yağmurluğunun yakasını sıkıntıyla çekiştirip, iri kemikli burnunu ovaladı. Balıkçı motorunun küpeştesinde sabahlamaktan yorgun düşmüş bir hâli vardı. Gözleri kanlanmış, gözaltları çürük yumurta rengine dönmüştü. Başını çevirip, ocağın arkasında bardakları parlatan çırağa doğru seslendi, “Oğlum Memo, getir üç çay daha!”

Parlak yüzlü, zayıf çırak aceleyle üç çay kapıp getirdi, boşalan bardakları topladı. Tahsin Reis konuyu değiştirmek istercesine gerindi, eksilmiş dişlerini boylu boyunca açığa çıkaran bir tebessümle elini masaya vurdu. “Ulan,” dedi. “Şimdi bir konyak olacaktı asıl, yanında da en tazesinden bademşekeri…”

“Konyak yok ama yak bir cigara daha Tahsin Reis,” dedi kalın kaşlı gece bekçisi, elindeki Samsun paketini balıkçıya doğru uzatırken.

Tam o anda dışarıda sert bir rüzgâr esti, kahvenin kapısını örten cılız, naylon perde hınçla havalandı. Mihran, kendine demli bir çay ile yanında da bir dilim limon daha söyleyip, az evvelki rüzgârın şiddetiyle sönen sigarasının ucunu yeniden ateşledi. Elini paltosunun cebine sokup yokladı. Her daim yanında bir parça kâğıt ile ucu açılmış bir kurşunkalem taşımayı âdet edinmişti. Ne de olsa ne vakit, nerede geleceği belli olmayan bir şeydi ilham. Hazırlıklı olmak lazımdı. Mihran, oldum olası ona “İlhan Dayı” derdi. Tekinsiz, patavatsız ve narsist adamın tekiydi şu İlhan Dayı. Kadın erkek, genç yaşlı herkesin onun için deli olduğunu bilir, bu yüzden de kendini pek ağırdan satardı. Özellikle şairler, yazarlar, bestekârlar ve ressamlar yana yakıla onun ismini haykırırken İlhan Dayı, gökyüzündeki kıraathanesinde tavla oynar, zar atar, limonlu çayını höpürdeterek içer ve uzun bir müddet kendisine seslenenleri hiç duymamış gibi yapardı. Nihayet oyunu bitip de midesi çaya doyduğunda yerinden kalkarak ağır adımlarla yeryüzüne inip o gün için misafir olacağı gönülleri bir bir seçmeye koyulurdu. Çünkü İlhan Dayı oldum olası zihinlere değil, yüreklere fısıldayan bir adamdı. Ona göre insan ancak yüreğiyle yaratabilen bir varlıktı. Bu sebeptendir ki İlhan Dayı, vasıl olacağı yürekleri büyük bir dikkatle seçer, her şeyden önce onların kendisini hak edip etmediğine bakardı. Çıkarcı ve paragöz olan insanoğullarından nefret ederdi mesela. Bu tip insanların gönül kapısının önünden dahi geçmez, tüm seslenişlerini duymazdan gelirdi. Zira onların yaratma ve üretme çabası da beyhude bir çırpınıştan öteye geçemezdi; çünkü sanat denilen şey, para ve çıkarların söz konusu olduğu yerde solup kurumaya mahkûm edilmişti.

Mihran da İlhan Dayı’nın tekinsizliğine, patavatsızlığına ve narsistliğine rağmen yine de içten içe ona ihtiyaç duyan âdemoğullarından biriydi. Bir roman yahut şiir yazmak demek, zaman zaman İlhan Dayı’yı gökyüzündeki kıraathanesinden yeryüzüne indirip gönül evinde misafir olmaya ve karşılıklı oturup iki lafın belini kırmaya ikna etmek demekti. Ve ne yazık ki bu olası sohbetin belirgin bir vakti zamanı da yoktu. Her an her yerde olabilirdi. Bu sebepten Mihran da her daim yanında bir parça kâğıt ile ucu açılmış bir kurşunkalem taşımayı âdet edinmişti. Hani olur da İlhan Dayı şöyle bir uğrayıvermek isterse, onun ağzından dökülecek olan her şeyi dikkatle not almak, mutlaka gözle görülür bir yere kaydetmek isterdi.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Y’puli: Rumca’da yavru kuş, sevgili manasına gelen bir sözcük.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
3 из 3