bannerbanner
Bir nefeste dünya mitolojisi
Bir nefeste dünya mitolojisi

Полная версия

Bir nefeste dünya mitolojisi

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 2

Sümerler, Güney Mezopotamya’daki Sümer’de M.Ö. yaklaşık 4000’den itibaren yaşamış köklü bir medeniyettir. Yunanlılar tarafından bulunmuş olan “Mezopotamya” ismi, Dicle ve Fırat nehirleri arasında bulunan, bugünkü Irak ve Suriye sınırları içinde kalan toprakları kapsar. Bazı Hıristiyanlara göre İncil’deki Nuh’un Gemisi hikayesi bu nehirlerin coşkun akışından esinlenmiştir;

Sümer mitolojisinde de yıkıcı bir tufana dair hikayeler vardır. Jeologların bu bölgede M.Ö. 4000-2000 arasında olmuş ciddi sellere dair kanıtlar bulmuş olması da ilginçtir. Yine de, sel mitlerinin yıkım ve kültürel yeniden doğuş düşüncesine eşlik etmesi yaygın bir durumdur: Benzer mitlerin Yunanlılar, Romalılar ve Orta Amerika Yerlileri tarafından da anlatıldığına rastlarız (Maya selleri için sayfa 109’a bakın). Aynı şekilde, büyük nehirlerin birleştiği birçok bölgede gerçekleşmiş sellere dair kanıtlar bulunabilir.

Milattan önce beşinci yüzyıldan itibaren bu bölgeye çeşitli halklar yerleşmeye başlar ve daha sonra büyük şehir devletlerine dönüşecek halklar ortaya çıkar. Sonraki binyılda, Sümerler olarak bilinen Sami halkı Suriye ve Arap çölleri dahil olmak üzere her yönden buraya göç eder ve bölge gelişmeye başlar. Bu altın çağ yaklaşık M.Ö. 2300’e kadar sürer ve Sümerler’i dünyanın ilk medeniyetlerinden biri yapar. Ancak şehir devletleri arasındaki kaçınılmaz çatışmalar, dış güçlere karşı aralarındaki birliği zayıflatır. (Bu, Roma İmparatorluğu dahil olmak üzere pek çok medeniyetin çöküşüne sebep olan bir hatadır.) Sümerliler, yazının ilk biçimlerinden biri olan ve günümüzde çiviyazısı olarak bilinen formu keşfeden medeniyettir; çiviyazısı, bir tür hece alfabesi olarak da tanımlanabilir. Ayrıca astronomi ve mitoloji alanlarında sahip oldukları temel bilgiler, Yunanlılar dahil olmak üzere pek çok medeniyeti etkilemiştir.

Başlangıçta

Sümerlerin metinlerinin sadece belli kesitleri günümüze kadar ulaşabildiği için hikayelerini bir araya getirebilmek meşakkatli bir iştir. Çiviyazısı alfabeleri 19. yüzyıla kadar çözülememiştir fakat bu metinler bize bu eski medeniyetin (kimisi gerçek, kimisi mitsel) kralları, tanrıları ve kozmolojisi hakkında bilgi verir.

Metinlerin bir kesitinde, başka birçok inanç sistemiyle benzeşen bir evrenin yaratılışı başlangıcı tasviriyle karşılaşırız: yerin ve gökyüzünün birbirinden ayrılması. Sümerlerde, gök tanrı An ve onun topraktaki dişi karşılığı olan Ki, oğulları Enlil tarafından birbirlerinden koparılırlar. Enlil, daha sonra babasını devirerek tanrılar tapınağının kralı olur.

Metnin başka bir kesitinde hava tanrıçası Ninlil’e nehirde çıplak yıkanmaması tembihlenir, çünkü bu Enlil’in ilgisini haddinden fazla çekebilir. Kaçınılmaz olarak, Ninlil ilk fırsatta neşe içinde nehre koşar ve ona tutulan Enlil tarafından kıstırılıp Ay tanrısı Nanna’ya hamile kalır. Enlil’in bu davranışını karşısında dehşete kapılan tanrılar onu ve hamile sevgilisini tanrılar diyarından kovup yeraltına gönderir.

Enlil, oğlunun böyle bir sonsuzluğa mahkum edilmesi düşüncesine katlanamaz ve modern okurlara epey mantıksız gelecek bir plan yapar: Her biri zavallı Ninlil’i hamile bırakan yeraltındaki üç farklı kişinin kılığına girer: bekçi, nehir sahibi ve gemici. Ninlil aralarında üç yarı tanrı da bulunan birçok evlat doğurduğunda, Nanna ailesini ve kardeşlerini geride bırakıp ait olduğu göklere yükselmekte özgür kalır.

Sümerlerden Modern Bir Mit

Burada görülen tablet, silindirik bir şekilde oyulmuş bir taştan yapılmıştır, baskı yapabilmek için taş daha sonra kille kaplanmıştır. Her biri farklı bir sahneyi resmeden bu silindirik mühürler resmi damga ve hatta Sümerli gösteriş meraklılarınca mücevher olarak kullanılmıştır. Altta gördüğünüz tablet, iki kişi arasındaki bir töreni yöneten bir lideri resmetmektedir ve gökyüzünde tasvir edilen nesnelerin Güneş ile gezegenler oldukları iddia edildiği için bu tablet günümüzün pek çok komplo teorisyeninin ilgisini çekmiştir.

O dönemlerde Güneş Sistemi’mize dair bilgi sahibi olunduğunu gösteren Sümer silindir mühür baskısı.


Ayakta duran iki karakterin arasında Güneş’e benzeyen, on bir gök cismiyle çevrili bir şekil görülür; oturan karakterden biraz ötede ise on ikinci bir cisim bulunur. Zecharia Sitchin 1970’lerde bu mührün önemine dair bir kitap yayımlamış, on bir noktanın Güneş Sistemi’mizin dokuz gezegenine ve iki Ay’ına benzediğini ileri sürmüştür; bu da Sümerlerin astroloji bilgisinin ve Güneş Sistemi’ne dair herkesten binlerce yıl önce gelen kavrayışlarının olağanüstü bir örneğidir.

Fakat Sitchin tespitlerini burada bırakmaz. Ona göre “Güneş Sistemi”nin dışında kalan gizemli on ikinci nokta, Nibiru adlı bir gezegeni temsil etmektedir; uzaylılar 3600 yılda bir buradan gelip Sümerleri ziyaret ederek onlar üzerinde deneyler yapacak, onlara bir şeyler öğretecek ve kadınlarıyla ilişkiye gireceklerdir. Sitchin, Anunnaki tanrılarının ölümlülerin dünyasına gelişini konu alan mitlerde anlatılanın aslında pek çok kişinin inandığı gibi An’dan gelen tanrılar değil, bunların uzaylılar olduğunu belirtir.

Bu teoride birkaç sorun vardır; bunlardan en önemlisi Sümerlerin dünya görüşlerini yazılı metinlerde anlatmış olmalarıdır; bu da diğer eski medeniyetlerde rastlanan “dünyanın düz olması, altında ölümcül bir yeraltı dünyasının bulunması ve bütün bunların semavi bir suyla çevrelenmiş olması” düşüncesine benzer. Güneş’ten ya da Güneş Sistemi’nden bahsedilmez. Yine de bu teori bazı insanların aklını çelmiş ve Sümerlerin altın çağından bugüne dek geçen onca zamanda böyle bir ziyaret kayıtlara düşülmemiş olmasına rağmen internet ‘X Gezegeni’nden birkaç binyılda bir dünyayı ziyaret etmeye gelen uzaylılara dair teorilerle dolup taşmıştır.

Bu olay, gerçekliği tartışmalı da olsa, mitlere bağlanma isteğimizi ve açıklanamayanı mantıklı kılmak için herhangi bir hikayeye inanabileceğimizi gösterir. Komplo teorisyenliği, mit yaratmanın bir başka biçimidir; yani, dünyanın gizemlerini çözme gücüne sahip bir üstün varlık yaratmanın dinî olmayan bir yoludur.

Tanrılar ve Kahramanlar

Sümerler sayıca epey çok tanrı yaratmışlardır. Mitlerinde göğe, toprağa, denize, Ay’a ve savaşa adanmış tanrılar gibi diğer mitolojilerdeki tanrılarla akraba olan pek çok karakter vardır.

Sümer metinlerinden çözümleyebildiğimiz kesitler, kurucu tanrılardan bahseder ve onları büyük şehir devletlerinin ilk kralları olarak tasvir eder; daha sonra şehirleri yöneten aileler de onların soyundan gelmiştir. Bu, kralların mümkün olan en yüksek mertebeye yerleşmesini sağlar ve yöneticileri yarı-ilahi statüsüne yükseltmek için dahiyane bir yoldur. Sonuçta kim tanrıların büyük büyük büyük torunlarından birine kafa tutmaya cesaret edebilir ki? Bu yönteme Romalılar da başvurmuştur. (Augustus’un kendi çıkarları için Aeneas’ın hikayesini nasıl kullandığını sayfa 172’de okuyabilirsiniz.)

Enki

Tanrılar, tüm varlıkların uyum içinde yaşadığı cennet gibi bir yer olan Dilmun diyarında otururlar. Tanrıça Nintu, Sümer tanrılarının en önemlilerinden olan Enki’den yağmur yaratmasını ister. Su tanrısı olarak Enki bu ricayı kabul eder ve doymak bilmez bir cinsel iştaha sahip olduğu için Nintu’yu da baştan çıkarmaya uğraşır. Evliliğe kutsal önem atfeden bu Sümer hikayesinde Nintu, Enki onu namuslu bir kadın yapana dek tutkularına teslim olmaz.

Ne yazık ki bu evlilik namusa ilişkin çekinceleri bitiriverir. Nintu dokuz günlük hamileyken Ninsar’ı (bitkilerin tanrısı) doğurur. Babası Ninsar’ı da hamile bırakır. Yalnızca dokuz günlük bir hamilelikten sonra Ninsar, Ninkurra’yı (dağların tanrısı) doğurur. Enki, geleneği bozmayarak Ninkurra’yı da hamile bırakır, o da Uttu’yu doğurur. Enki, Uttu’yu da elde etmeyi başarır, böylece aynı durum dördüncü kuşakta da tekrarlanmış olur.

Uttu’nun dayanacak gücü kalmadığında Nintu onun bedenindeki son “tohumu” alır ve toprağa eker, buradan da sekiz değişik bitki filizlenir. Yeterince belaya sebep olmamış gibi, Enki bu bitkilerin lezzetli göründüğünü düşünür ve onları hemen yiyip bitirir. Fakat bu bebekleri dünyaya getirmesini sağlayacak uzuvlara sahip olmadığı için hastalanır ve bedeninin sekiz yeri şişer.

İmdadına Nintu yetişir, Enki’nin dölünü alır ve sekiz tanrıçayı kendisi dünyaya getirir. Bu tanrıçaların her biri, Enki’nin bedeninde ağız, çene, kaburga gibi zarar gören kısımların birinin tedavisinden sorumludur. Bu mit hem aşırılığın zararlarına karşı bir ders niteliğindedir, hem (insanlar için olduğu kadar bitkiler için de) yaşamın doğuşunu anlatır, hem de çeşitli rahatsızlıklarda dua edilecek tanrıçalar yaratmış olur.

Gılgamış ve Tufan

Gılgamış’ın hikayesi muhtemelen yazılı en eski hikayedir, bu nedenle tekrar tekrar anlatılmayı hak eder. Gılgamış, M.Ö. yaklaşık 2500 yıllarında tarihi Uruk şehrinin kralıdır. Onun etrafında birleşen efsanenin parçaları bu hikayeyi anlatan birçok tabletten kesitler sayesinde bir araya getirilebilmiştir. Gılgamış’ın, tanrıların soyundan gelen bir ölümlü olduğu söylenir. Zengin, nüfuzlu, etkileyici ve inanılması güç derecede kuvvetlidir fakat bu özelliklerine hırs, kibir ve doymak bilmez bir cinsel açlık da eşlik eder.

Tanrılar, o cinsel saldırılarından birini gerçekleştirirken ona Enkidu’nun bedeninde bir rakip yollarlar; fakat bu ikisi yakın arkadaş olunca plan geri teper. Sonunda Gılgamış, kendine aynı zamanda yarı tanrı olan bir suç ortağı edinmiştir, üstelik yeni dostu da ortalığı kasıp kavurmaya en az onun kadar meraklıdır. İki dost bazı kutsal ağaçları devirdiklerinde ve yakışıklı Gılgamış tarafından reddedilen sevgi tanrıçası İştar’ın gönderdiği değerli bir boğayı kestiklerinde tanrılar bir kez daha müdahale etmek zorunda kalırlar. Tanrılar Enkidu’nun onu ölüme götürecek korkunç bir hastalıkla cezalandırılması gerektiğine karar verirler, bu da Gılgamış’ı kendi ölümünün imkanlılığı üzerine düşünmeye sevk edecektir. Bunun üzerine Gılgamış, ölümsüzlük kazanmanın sırrını aramaya koyulur.

Burada ayrıntılarıyla aktaramayacağımız birçok maceranın sonunda Gılgamış Utnapiştim’le -tanrıların ölümsüzlük bahşettiği bir adam- karşılaşır ve hırsla onun hikayesini dinler. Utnapiştim, ona tanrılar divanının insan ırkından usandığı için herkesin öleceği bir tufan koparmaya ve sonra her şeyi yeniden başlatmaya karar verdiğini anlatır. Bu kaçınılmaz tufandan sadece Utnapiştim, bilgelik tanrısı Ea sayesinde haberdar olmuştur. Bir rüyada, Ea ona bu karardan bahsetmiş ve ona ailesini ve tüm hayvanlarla bitkileri kurtarmaya yetecek kadar büyük bir ahşap kayık yapmayı öğretmiştir. Tufan, Utnapiştim ve beraberindeki hayvanlar dışında her şeyi alıp götürür. Denizde geçen birkaç haftadan sonra Utnapiştim üç kuşu azad eder. Kuşların üçüncüsü sahibine, karaya yaklaştıklarını ve artık güvende olduklarını müjdeler.

Bu hikayeyle büyülenen Gılgamış, ölümlülüğünün katlanılabilir olduğunu, çünkü bir bütün olarak insanoğlunun ölümsüz olduğunu düşünerek kendini teselli eder. Uruk’a bir ölümlü olarak fakat kesinlikle daha mutlu döner, mirasının sonsuza dek yaşayacak olmasıyla -bu hikayenin burada tekrar anlatılıyor olmasının da kanıtladığı gibi- avunur.

3. BÖLÜM

Mısır Mitolojisi

Mısırlılar Kimlerdi?

Eski Mısırlılar, M.Ö. yaklaşık 3150’de yaşam kaynakları olan Nil Nehri’nin kıyılarında tek bir medeniyet altında birleştiler. Mitsel Kral Meni, bugün Yukarı ve Aşağı Mısır olarak bilinen bölgeleri bir gecede birleştirmekle görevlendirilmişti. Oysa aslında diplomatik gelişmelerin bir sonuca bağlanması her zaman çok daha uzun sürer fakat mitler her zaman en kestirme yolu tercih eder. Dikkatli okurlarımızın fark edebileceği gibi, Eski Mısırlıları, yakınlarındaki Sümerlilerin çağdaşı haline getirmiştir (Bkz. İkinci Bölüm).

Mumyalanmış ölüler, piramitler, hiyeroglifler, firavunlar ve Sfenksler gibi hemen herkesin aklında Eski Mısır ile özdeşleşmiş birtakım imgeler Mısır kültürünün ritüelleri, dini, mitleri ve eşi benzeri olmayan kimliğiyle ne kadar köklü olduğunu gösterir. Mısır toprakları ve kültürü altın çağını M.Ö. yaklaşık 1500-1000 arasında yaşamış ve yüce firavunlar (hani şu okulda öğrendiklerimiz) bu dönemde iktidara gelmişlerdir. Hatşepsut, Büyük Ramses ve Tutankamon bunlardan yalnızca birkaçıdır.

M.Ö. 4. yüzyılda Makedonya Kralı III. Aleksandros ya da daha yaygın olarak bilinen adıyla Yunan hükümdarı Büyük İskender, devasa Pers İmparatorluğu’nu fethederek Suriye ve Mısır’ı da kapsayan geniş bir coğrafik bölgenin hâkimi oldu. Sonraki sekiz yılda, Yunanlı hükümdar üç kıtaya uzanan bir imparatorluk kuracaktı. İskender, Mısır’da bugün de aynı adı taşıyan yeni bir büyük kent kurdu: İskenderiye. Fakat eski Mısırlıların dinleri ve mitleri böyle ağır bir yenilgiden bile pek etkilenmedi. Aksine, Mısırlılarla Yunanlar arasındaki yoğun bir bilgelik ve bilim alışverişi yaşandı, İskenderiye de önemli bir eğitim merkezi olarak ün kazandı.

Kalbinde Nil’in aktığı, denizler, dağlar ve çöllerle çevrili ülke coğrafyasının yanı sıra uzun ömürlü bir medeniyetin parçası olmasının da etkileri Mısır mitolojisinde hissediliyordu, bu nedenle de Mısır mitolojisi karmaşıktı. 2500 görkemli yıla yayılan on sekiz müteakip kraliyet hanedanı, antik Mısır’ın kültürünü ve ibadetlerini yoğun biçimde etkilemişti. Mısırlılar için mitler sadece hikaye olmanın ötesinde bir öneme sahipti. Mısırlı tanrılara dair bazı kadim hikayelerin kökleri -Güneş’in, Ay’ın ve yıldızların geçişi gibi evrenin belli başlı gerçeklerine dayanıyordu. Ayrıca o günün toplumuna ahlak ve davranış dersleriyle yol göstermeyi amaçlıyorlardı.

Evrenin Yaratılışı

Mısır’da yaratılış efsanesinin birden fazla versiyonu vardır, çünkü kültürü oluşturan her bir bölge kendi yerel tanrılarını ve etiyolojik efsanelerini kadim hikayelerin içine yerleştirmek istiyordu. Bu nedenle isimler ve ayrıntılar hikayeye bağlı olarak değişiklik gösterir. (Mısırlılar daha sonra evreni yaratmakta pek çok farklı tanrıya iş düştüğü, bunların da tesadüf eseri evreni aynı gün yaratmaya koyulduğu bilgisini vererek bu uyuşmazlıkları ortadan kaldıracaktı.)

Başlangıçta (en azından hikayelerden birinin başlangıcında) hiçliğin bulutsu kaosundan başka hiçbir şey yoktu, bu kaos da tanrı Nun ile kişileştiriliyordu. Bu boşluktan Ben-Ben adı verilen piramidimsi bir tepecik çıktı, bu tepecikteki bir nilüfer çiçeğinden yaratıcı Atum doğdu ve beraberinde ışığı getirdi. (Atum’la Güneş tanrısı Ra arasında bir paralellik kurulmasının sebebi budur.) Atum spermlerini boşluğa savurup ortaya hava tanrısı Shu ile yağmur ve nem tanrısı Tefnut’u çıkararak tanrıların ilk neslini yaratmış oldu. Bu iki tanrı da doğurdular ve toprak tanrısı Geb’i ve gökyüzü tanrısı Nut’u yarattılar, baba Shu kızını havaya kaldırdı ki erkek kardeşinin üzerinden uzanıp yıldızlı bir kubbeye dönüşsün.

Dünyanın, gökyüzünün ve aralarındaki havanın yaratılmasından sonra Atum, Mısır evreninin ilk firavunu olur. Nut’un onu devirecek bir erkek evlat doğuracağına dair kehanet kulağına çalınınca, Atum, Nut

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Gargoyle: Yaratık şeklinde heykelcik. (e.n.)

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
2 из 2