
Полная версия
100 büyük düşünür
Bu sıralarda II. Philip oğlu İskender için iyi bir öğretmen aramaktaydı ve Assos’taki okulun yöneticisi olan Aristoteles yavaş yavaş dikkatini çekmeye başlamıştı. Görev Aristoteles’e önerildi ve o da bu öneriyi seve seve kabul ederek, II. Philip’in oturmakta olduğu Pella’ya gitti. Aristoteles’in öğretmenliği 343 yılından 340 yılına kadar sürdü. Babası 336′da ölünce, İskender onun yerine geçti ve eski öğretmeni Aristoteles’i danışman olarak atadı. Daha sonra İskender Yunanistan’daki ve Balkanlar’daki ayaklanmaları bastırmak üzere harekete geçince, Aristoteles onu bırakarak büyük idealini gerçekleştirmek, yani yeni bir okul kurmak amacıyla Atina’ya döndü. İskender’in MÖ 323 yılında ölmesi Aristoteles’i çok güç bir durumda bırakmıştı; çünkü Lise’nin kurulması sırasında İskender’in yapmış olduğu yardımlar Atina’daki düşmanları tarafından hatırlanmıştı. Aristoteles dinsizlikle suçlandı ve öldürülmemek için Chalcis’e kaçtı. Orada yakalanmış olduğu bir hastalık sonucunda MÖ 322 yılında öldü.
Aristoteles astronomiye ilişkin görüşlerini Fizik ve Metafizik adlı eserlerinde açıklamıştır; bunun nedeni astronomi ile fiziği birbirinden ayırmanın olanaksız olduğunu düşünmesidir. Aristoteles’e göre, küre en mükemmel biçim olduğu için evren küreseldir ve bir kürenin merkezi olduğu için evren sonludur. Yer evrenin merkezinde bulunur ve bu yüzden evrenin merkezi aynı zamanda Yer’in de merkezidir. Bir tek evren vardır ve bu evren her yeri doldurur; bu nedenle evren-ötesi veya evren-dışı yoktur.
Aristoteles’e göre, Evren Ayüstü Evren ve Ayaltı Evren olmak üzere ikiye ayrılır; Yer’den Ay’a kadar olan kısım Ayaltı Evren’i, Ay’dan Yıldızlar Küresi’ne kadar olan kısım ise Ayüstü Evren’i oluşturur. Bu iki evren yapı bakımından çok farklıdır. Ayüstü Evren ve burada yer alan gökcisimleri eterden oluşmuştur; eterin mükemmel doğası Ayüstü Evren’e ezelî ve ebedî bir mükemmellik sağlar. Buna karşılık, Ayaltı Evren her türlü değişimin, oluş ve bozuluşun yer aldığı bir evrendir. Burası, ağırlıklarına göre Yer’in merkezinden yukarıya doğru sıralanan dört temel öğeden; yani toprak, su, hava ve ateşten oluşmuştur. Toprak diğer üç öğeye nispetle daha ağır olduğu için en altta, ateş ise daha hafif olduğu için en üstte bulunur. Aristoteles’e göre, bu öğeler kuru ve yaş ile sıcak ve soğuk gibi birbirlerine karşıt dört niteliğin bireşiminden oluşmuştur. Varlık biçimlerinin mükemmel olmaları veya olmamaları da Yer’in merkezine olan uzaklıklarına göre değişir. Bir varlık Yer’e ne kadar uzaksa, o kadar mükemmeldir. Bundan ötürü, merkezde bulunan Yer mükemmel olmadığı halde, merkeze en uzakta bulunan Yıldızlar Küresi mükemmeldir. Bu mükemmel küre, aynı zamanda Tanrı, yani ilk hareket ettiricidir. Aristo’nun bu ve diğer görüşleri Ortaçağ boyunca birçok düşünürü etkilemiş ve daha sonraki dönemleri de şekillendirmiştir. “Geleneksel felsefenin temel ilkeleri Aristo’nun (yanlış) mantığı üzerine kurgulanmıştır” bile denilebilir.
20
EPİKUROS

Samos’da doğan eski Yunan düşünürü Epiküros, Aristippos’un hazcı ahlakını geliştirip bunu Demokritos’un atom öğretisiyle birleştirerek kendi öğretisini (Epikürosçuluk) kurdu. Midilli ve Lampsakos’da ders verdikten sonra Atina’ya yerleşti ve satın aldığı bahçede öğrencileriyle birlikte yaşadı.
Epikuros, Septisizm’de ve Stoacılıkta olduğu gibi, pratik felsefeye yani ahlak felsefesine yönelmiş ve bu alanda etkinlik göstermiştir. Aristoteles’in ölümünden sonra gelişen iki ana okuldan birisini kurmuştur. Bu okullar “Stoacılık” ve” Epikürcülük” (Epikurosçuluk) olarak adlandırılabilir. Hem ahlak felsefesinde hem de bilgiye yaklaşımında kuşkuculuğun izleri/etkileri belirgin olarak görülür. Epikuros çok uzun zaman etkili olmuş bir filozoftur, neredeyse ondan sonra MS 4. yüzyıla kadar etkili bir filozof ortaya çıkmamıştır. Epikuros Demokritosçu filozoflardan dersler almış ve özellikle, onların atomcu teorilerinden etkilenmiştir. Öte yandan Septiklerden şüpheciliği öğrenmiş, özellikle Pyrrhon’un şüpheciliğinden etkilenmiştir. Daha sonra Atina’da bir bahçe satın alan Epikuros burada okulunu kurmuştur. Epikuros’un pek çok şey yazdığı söylenmektedir, ancak bunlardan fazla bir şey kalmamıştır geriye. Bilinen bir kaç mektubudur yalnızca, ancak bu mektuplar felsefesinin anlaşılmasında önem taşımaktadır. Epikurosçuların bu bahçede bir araya geldiği söylenir. Bu yüzden bunlara “bahçe filozofları” da denir. Bahçenin girişinde şu sözlerin yazılı olduğu bir tabela olduğu söylenir: “Ey yabancı! Burada mutlu olacaksın. Burada haz en üstün iyiliktir.”
Epikuros’un öğüdü “gizli yaşa!” idi. Epikuros kendi kurtuluşcu felsefesini “dört ilaç” adını verdiği şu dört noktada özetledi: 1) Tanrılardan korkmamız gerekmez. 2) Ölümden kaygı duymamız gerekmez. 3) İyiyi elde etmek kolaydır. 4) Korkunç olana katlanmak kolaydır.
Epikuros bir ahlak felsefesi geliştirmiştir ve felsefenin ana düşüncesi mutluluktur (eudaimonia). Temel amacın mutluluğa ulaşmak olduğunu belirtir. Felsefenin görevi de buna göre belirlenmiştir: İnsanın mutluluğa giden yolunu araştırmak. Klasik felsefenin soyut tartışmalarıyla Epikuros bu hedefin dışında ilgilenmemiştir. Mantık da doğru yaşama ulaşmak için gerekli olan bilginin üretilmesini sağlayan bir araçtır. Doğru bilgi olmadan doğru eylemlilik olmayacaktır; doğru bilginin ölçütü ise ikili bir temele sahiptir, ilki duyu verileri ikincisi ise haz ve acı duyumlarıdır.
Epikuros’a göre, insan tanrı ve ölüm korkusundan kurtulmalıdır. Kuruntulardan ve önyargılardan arınarak buna ulaşılabilir. Bu noktada Epikuros’un felsefesine Demokritos’un atomcu teorisinin etkileri karışır. Doğadaki her şey atomların mekan içindeki hareketlerinden meydana gelmektedir. Yalnızca bu hareket mekanik bir zorunlulukla meydana gelmez. Bu doğa düşüncesiyle, Epikuros Tanrı kavramını dışta bırakmaya çalışır. Tanrının varlığı yokluğunu değil, dünyaya karşı ilgisizliğini belirtir.
Ayrıca ruh konusunda da maddi bir açıklama öne sürer, ona göre insan ruhu maddi bir niteliğe sahiptir, başka türlü var olabilmesi söz konusu olamaz. Ruhun maddi varlığını açıklamak üzere Epikuros onun dört öğeden meydana geldiğini belirtir: ateş, soluk, hava ve adlandırılamayan dördüncü bir öğe. İlk üçü bedensel kısmı meydana getirir, dördüncü öğe ise ruhsal kısmı oluşturur. İnsan ölünce bu öğeler dağılır, yani birliklerini kaybederler. Dolayısıyla ölümsüzlük ya da ruh-göçü diye bir şey olamaz. Ölüm konusunda bir anlamda Epikurosculuğun ünlenmesinde etki etmiş olan yaklaşım, Epikuros’un bir sözüne dayanır: “Ölümden korkmak anlamsızdır; çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuzdur.”
İrade özgürlüğü sorununun Epikuros için büyük bir önemi vardır. Bir indeterminizm olarak irade özgürlüğü, Yunan felsefesinde ilkin Epikuros’ta tam bir açıklıkla ortaya çıkmıştır. Felsefenin tek amacını insanı mutluluğa ulaştırmada bulan Epikuros’un öğretisinin, insanın kör bir zorunluluğun elinde bir oyuncak olmadığı, onun kendi kaderini kendisinin belirleyebileceğini tanıtlamaya girişeceği pek tabiidir. Onun için, Epikuros insanın istenç eyleminin pek çok iç ve dış koşullara bağlı olduğunu doğru bulmakla birlikte, insanın bu etkilere mutlak şekilde bağlı olmadığını, hatta bunlara karşı da karar verebileceğini, nedensiz de seçebileceğini söyler.
Hayatı boyunca böbrek taşlarından rahatsız olan Epikuros’un MÖ 270 yılında, yaklaşık 72 yaşında böbrek yetmezliğinden öldüğü söylenmektedir.
21
CİCERO

Kekeme bir çocukluk geçirdikten sonra tarihin en iyi hatiplerinden biri olarak ünlenen Cicero, Latincenin felsefe dili olarak gelişmesine de büyük katkıları olmuş bir düşünür-yazardır.
Marcus Tullius Cicero (okunuşu: Çiçero) Romalı devlet adamı, bilgin, hatip ve yazardır. Felsefe öğrenimini Epikürosçu Phaedros, Stoacı Diodotos ve Akademi’ye bağlı Philon’dan almış olan Cicero’nun önemi Yunan düşüncesini daha sonraki kuşaklara aktarmasından oluşur. Bilgi kuramı açısından, kesinliğe bağlanmak yerine olasılıkların yolunu izlemeyi yeğleyen, buna karşın ahlak alanında dogmatik bir tavır sergileyip, Stoacılara ve bu arada Sokrates’e yönelen Cicero Latince’nin felsefe dili olarak gelişmesine katkı yapmış ve bu arada, dinsel görüşleri açısından daima agnostik kalmıştır.
MÖ 106 yılında Arpinum’da doğdu. Çocukluğundan itibaren harika bir öğrenci olmuştu ve eğitime olan tutkusu ve sevgisi ile ünlendi. Yoğun bir hukuk öğrenimi gördü, daha sonraları ise edebiyat ve felsefeyle daha çok ilgilenmeye başladı. Savaşı hiç sevmezdi, yine de orduya katıldı. Mahkemelere başkanlık yaptı, ünlü ve başarılı bir hukukçu oldu. Daha sonraları ise konsül oldu. MÖ 60 yılında Sezar ilk “triumvirliği” başlattı. MÖ 58 yılında Publius Clodius Pulcher’in koyduğu yasa ve aralarında gelişen sürekli muhalefet yüzünden İtalya’yı bir yıllığına terk etti. MÖ 50’li yıllarda, Cicero popülist Milo’yu Clodius’a karşı destekledi. Sonra 50’li yılların ortasında Clodius, Milo’nun gladyatörleri tarafından Via Appia’da öldürüldü. Cicero Milo’yu savundu, ancak bariz kanıtlar yüzünden pek başarılı olduğu düşünülmemektedir. Nitekim, Milo sürgüne gitti ve uzun bir süre Marsilya’da yaşadı.
MÖ 50 yılında Sezar ile Pompeius arasındaki gerilim iyice artmıştı. Cicero bu yıllarda Pompeius’un tarafını tuttu, yine de Sezar’ın düşmanı olmak istemiyor buna göre daha yumuşak bir politika izliyordu. MÖ 49 yılında Sezar İtalya’yı işgal ettiğinde, Cicero kaçmak zorunda kaldı. Daha sonraları Sezar onun geri dönmesi için ikna etmeye çalışınca, Cicero İtalya’yı terk ederek Selanik’e gitti. MÖ 45 yılının Şubatında kızı Tullia ölünce, düşünür hayatı boyunca bu şoktan kurtulamadı.
MÖ 44 yılında Sezar öldürülünce Cicero’nun şöhreti arttı; Senato’nun en güçlü, en sözü geçer adamı haline geldi. Sezar’dan sonra giderek güçlenen Marcus Antonius’u sevmiyordu. Yine de Marcus Antonius ve Cicero dönemin en güçlü iki adamı olarak diğerlerinden daha öne çıkıyordu. Bu dönemler Cicero’nun ününün doruğuydu. Zamanla Cicero’nun Antonius’a olan kini arttı, kafasındaki plan hem Octavianus hem de Antonius’u aradan çıkarmaktı. Ama bu ikisi Lepidus ile beraber ikinci triumvirliği kurunca, Cicero’yu devlet düşmanı ilân ettiler. Cicero kaçtı, fakat yakalandı. MÖ 43 yılının 7 Aralık günü başı kesilerek idam edildi. Başı Forum Romanum’daki Rostra’da halka teşhir edildi, elleri ise Senato binasının kapısına çivilendi.
Cicero’nun bugüne kadar gelen ününün kökeninde onun bir hatip olarak yeteneği yatmaktadır. Küçük bir çocukken kekeme olmasına rağmen Cicero uzun yıllar çalışarak kendini geliştirmiş ve Roma felsefesinin en önde gelen hatipleri arasında yer almıştır. Kayda geçirilen 88 konuşmasından bugüne 58 tanesi yazılı olarak kalmıştır ve bunlar arasında şu örnekler sayılabilir:
Hitabet Sanatı Üzerine: de Inventione (MÖ 84), de Oratore (MÖ 55), de Partitionibus Oratoriae (MÖ 54), de Optimo Genere Oratorum (MÖ 52), Orator ad M. Brutum (MÖ 46), Topica (MÖ 44) –
Diğer Felsefi Çalışmaları: de Republica (MÖ 51), Lucullus or Academica Priora (MÖ 45), Academica Posteriora (MÖ 45), De Finibus, Bonorum et Malorum (MÖ 45), de Natura Deorum (MÖ 45), de Fato (MÖ 45), Laelius de Amicitia (MÖ 44), de Officiis (MÖ 44)
22
SENECA

Aynı zamanda devlet adamı da olan düşünür Seneca, yazdığı oyunlar ve yaptığı konuşmalarda ne kadar yaratıcı bir sanatçı olduğunu da göstermiştir.
Lucius Annaeus Seneca (okunuşu: Lusyus Anneyus Seneka) MÖ yaklaşık 4 yılında İspanya’nın Cordoba kentinde doğmuş ve MS yaklaşık 65 yılında da Roma’da ölmüş Romalı düşünür, devlet adamı, oyun yazarıdır. Derlediği söylevlerle Latin edebiyatında Rhetor Seneca olarak ünlenen ve Stoacı ahlak görüşleriyle tanınan Seneca ahlakın temeline doğaya uygun yaşama ilkesiyle, bir bilge idealini yerleştirmiştir. Zamanın toplumunu bir vahşi hayvanlar topluluğu olarak gören Seneca bilge kişisini kendi kendine yeten, hazza olduğu kadar eleme karşı da duygusuz, korku bilmez, evrenin gerçek efendisi, erdemi özgür iradesinin sonucu olan ve ölümden korkmayan kişi olarak tanımlamıştır.
Seneca ailesinin varlıklı olması sayesinde ünlü felsefeciler ve söylev ustalarından eğitim almış ve bilgelik sevgisi yüzünden genç yaşta rhetorica’dan (söylev sanatı bilgisi) sıyrılmış ve felsefe eğitimine ağırlık vermiştir. Pythagorasçı Sotion’dan dersler alarak onun gibi etyemez olmuş ve ruhun ölümsüzlüğüne inanmıştır. Daha sonra Attalus’a bağlanıp güzel kokulardan, şaraptan, istiridye ve mantar yemekten ve yumuşak bir yatakta uyumaktan vazgeçmiştir. Kinik Demetrius’u ve Papirius Fabianus’u da hararetle dinleyen Seneca’nın felsefeye olan aşırı düşkünlüğü babasını telaşlandırmıştır; çünkü İmparator Tiberius gençliği saran bu felsefe akımlarına hiç sıcak bakmıyor, garip kılıklı ve değişik tavırlı bu kişileri Roma’dan uzaklaştırıyordu. Ayrıca Seneca’nın yaptığı perhizlerden dolayı zaten narin olan bünyesi daha da bozulmuştu, sağlığı iyice kötüye gidiyordu. Babası oğlunun sağlığını düzeltmek ve felsefeden uzaklaştırmak için onu ilk önce Pompei’ye, sonra Mısır’a gönderdi.
Roma’ya MS 31 yılında dönen Seneca kendini siyasete verdi ve quaestorluk (idam cezası vermeye yetkili hakim) elde ederek mahkemede avukatlık yapmaya başladı. Senato üyeliğine seçildi. Fabia-nus’tan öğrendiği keskin çelişkiler içeren, imalarla dolu kısa cümleli ifadeler kullanmada oldukça başarılıydı. Böyle başarılı bir konuşmacının Roma’da yeri yoktu ve hakkında ölüm cezası çıkarıldı. Ancak saraydaki bazı kişiler Seneca’nın hasta bir insan olduğunu ve çok az bir ömrü kaldığını söyleyerek İmparatoru zor ikna etti ve ünlü düşünürün yaşamını bağışlattı. Seneca MS 41’de Korsika’ya sürgüne yollandı ve sürgündeki yaşamını felsefe yapıtları yazarak, bilim ve şiirle uğraşarak geçirdi. Seneca Roma’ya ancak Livilla’nın kardeşi Agrippina zamanında dönebildi. Genç Prens Neron’un annesi Agrippina tanınmış bir edebiyatçının oğlunun eğitiminde önemli bir rol oynayacağını düşündüğü için Seneca’yı sürgünden çağırtmıştı. Neron’un tüm eğitimini üstlenen Seneca ona çağının önemli kültür konularıyla ilgili dersler verdi, ancak Agrippina’nın felsefeye pek sıcak bakmaması nedeniyle bu konulardaki derslerine bazı kısıtlamalar getirmek zorunda kaldı. MS 54 yılında Claudius ölüp de Neron on altı yaşında İmparator ilan edilince, Seneca muhafız kıtası komutanı Afranius Burrus ile birlikte idarede söz sahibi oldu. Ama filozoflara yakışmayacak yaşam tarzı ile savunduğu düşünceler uyuşmadığı için hakkında dedikodular çıkmasına engel olamadı. Bu arada Neron tümüyle anormal davranışlar içine girdi ve öz annesi Agrippina’yı öldürttü. Bunun ardından Burrus’un zehirlenerek öldürülmesi Seneca’yı saray yönetiminde tek başına bıraktı. Bunun üzerine tüm servetini imparatora bırakarak özel yaşamına çekilmeye karar veren Seneca bu düşüncesini Neron’a açtı, ancak reddedildi. İS 64’te meydana gelen büyük Roma yangınından sonra bu önerisini yinelediği halde imparator tarafından ikinci kez reddedildi. Ancak Seneca bu kez kararlı davrandı ve Neron’dan aldıklarının bir kısmını geri vererek siyasetten ayrıldı.
MS 61-65 yılları Seneca’nın kendini tümüyle felsefeye verdiği en verimli dönemi oldu. Ancak MS 65’te Neron’a karşı düzenlenen bir suikast girişimine onun da adı karıştığı için, İmparator tarafından kendini öldürmesi emri verildi. Bütün yaşamı boyunca ölümün hiçe sayılması gerektiğini savunmuş olan Seneca, bu emri metanetle karşıladı ve M.S 65’te damarlarını keserek intihar etti.
ORTAÇAĞ DÜŞÜNÜRLERİ
ORTAÇAĞ BATI DÜŞÜNÜRLERİ
23
PLOTİNUS

Mistik felsefenin en önemli adlarından biri olan Plotinus, hem okuyarak, hem gezerek geçirdiği ömründe bir yandan da felsefi ürünlerini vermeyi sürdürmüş bir düşünürdür.
Plotinus “neoplatonizm” felsefesinin kurucusu olan düşünürdür. Plotinus hakkındaki bilgilerimizin çoğu kendisi de bir filozof olan Porphyry’nin Plotinus’un başyapıtı “Enneadlar”a yazdığı önsözden gelmektedir. Plotinus’un mistik felsefesi Yahudi, Hristiyan, Gnostik ve Müslüman filozoflara ve mistiklere yüzyıllar boyunca esin kaynağı olmaya devam etmiştir.
Porphyry, Plotinus’un İmparator Claudius II’nin başa geçtiğinin ikinci yılında, yani 270 yılında öldüğünde altmış altı yaşında olduğunu hesaplamıştır. Plotinus maddi varlığı daha yüksek ve makulat seviyesindeki bir şeyin zayıf bir imajı veya hatırası (mimesis) olarak gördüğünden önemsemez ve kendi bedenini de bu varlığa dahil kabul ettiği için önemsememiştir. Muhtemelen bu sebeple (Porphyry’in aktardığına göre) kendi portresinin yapılmasını reddetmiş, çocukluğu, ailesi veya doğum yeri ve tarihi hakkında bilgi vermekten kaçınmıştır. Yine de Eunapius onun Mısır Deltası’na bağlı Lycopolis’de doğduğunu haber vermektedir. Geçmişi hakkındaki bu belirsizliğe karşın öğrencilerinin aktardığı tüm detaylar felsefesini en yüksek düzeyde yaşamına aktardığını göstermektedir.
Plotinus yirmi yedi yaşında, yaklaşık 232’de felsefe öğrenimi görmek arzusuyla İskenderiye’ye gitmiştir. Orada daha sonra hocası olacak Ammonius Saccas ile karşılaşıncaya kadar hiçbir öğretmenden hoşnut olmamıştır. Ammonius Saccas felsefe öğretmenliği dışında, hammallık yaparak yaşıyacak kadar alçakgönüllü bir bilgeydi, belki de Plotinus’u etkileyen bu olmuştur. Ammonius’un dışında Afrodisyaslı İskender ve Numenius’in eserlerinden de etkilenmiştir.
İskenderiye on bir yıl geçirmiş ve 38 yaşında Perslerin ve Hintlilerin felsefi öğretilerini araştırmaya karar vermiştir. Bu gerekçeyle Persler üzerine yürüyen III. Gordian’ın ordusuna katılmıştır. Sefer başarısızlıkla son bulup Gordian ölünce, Plotinus Antakya’ya dönmek zorunda kalmıştır.
Kırk yaşında, Arap Philip’in hakimiyeti altındaki Roma’ya dönmüş ve hayatının geri kalanını çok sayıda öğrenci edindiği Roma’da geçirmiştir. Öğrencileri arasında filozoflar, Roma senatosu üyeleri, doktorlar, Roma’da evinde kaldığı Gemina ve Iamblichus’un oğlu Ariston’un karısı Amphiclea gibi kadınlar da vardı.
Plotinus 253 yılından başlayarak ölümüne kadar geçecek on yedi yıl içinde daha sonra adı “Ennead”lar olacak denemelerini kaleme almıştır. Porphyry “Ennead”ların kendisi derlemeden önce tam bir kitap olmaktan çok, Plotinus’un konuşmalarında kullandığı deneme ve notlar külliyatı olduğunu ifade etmiştir.
Plotinus’da monist bir varlık anlayışı bulunur. Onun felsefesinin ontolojik hiyerarşisinin ilkesi hem “Varlık,” hem “İyilik” ve de “Tanrılık” sıfatları olan “Bir”dir. Her şey “Bir”den doğar. İlk olarak idealar dünyası olan ortaya çıkar. İdeaların kendi kendine yönelişi ile ikilik (düalizm) ortaya ve dolayısıyla da tin (nefs) ortaya çıkar. Ancak bu nefs tek tek fertlerin değil dünyanın nefsidir ve bireysel nefsleri olduğu gibi tüm dünyayı da canlandırır. Ortaya çıkan nefsler idea’lar ile biçim aldıkları bedenin arasındaki bir konumda bulunurlar. “Bir”den en son doğan şey maddedir. Madde varlık dünyasının en düşük düzeyidir.
Plotinus’un felsefesinde yüce, tamamen aşkın (transcendent) olan “Bir”de ne ayırım, ne çokluk, ne farklılaşma vardır. O, varlık ve varolmama şeklindeki tüm kategorilerin ötesindedir. Bizler “varlık” kavramını kendi tecrübemizin yansımalarından çıkarmaktayız ve varlık bu nesnelerin kendisine izafe edildiği şeydir. Fakat sonsuz, aşkın (transendent) “Bir” tüm bu nesnelerin ötesindedir ve bu yüzden var olan tüm kavramların ötesindedir. Bu anlamda “Bir” aslen “herhangi bir şey olamaz” ve ayrıca tüm şeylerin toplamı da olamaz; çünkü O, tüm var olanlardan öncedir. Bu sebeple “Bir”e hiçbir sıfat yüklenemez.
24
AUGUSTİNUS

Eski Yunan düşüncesinin Roma felsefesine, onun da Hıristiyanlık kültürüne dönüşmesi zincirinde en önemli düşünürlerden olan Augustinus dinine yaptığı hizmetler nedeniyle de ölümünden sonra ermiş ilan edilmiştir.
Augustinus (okunuşu: Ogustinus) 354 – 430 yılları arasında yaşamış olan ünlü Hıristiyan düşünürdür. Bilinen en temel eserleri şunlardır: Civitas Dei (Tanrının Uygarlığı), Confessiones (İtiraflar), Epistolae (Mektuplar). Augustinus bir tanrıbilimci olmasının yanı sıra, Batı düşüncesi içinde ünlü ve etkili filozoflarındandır. Onun yapıtları tanrıbilimsel olmakla birlikte, felsefi sorunları da içeren nitelikler göstermesi bakımından ayrıca önem taşımaktadır. Sonradan modern felsefede tartışılacak olan pek çok tartışmayı Augustinus’un ilk kez gündeme getirdiği görülür.
Düşünür 354’te Roma İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika’daki Numidia eyaletinde doğdu. Pagan bir baba olan Patricius ve Hıristiyan bir anne olan Monica’nın çocuğudur. Yaşadığı zamanlar Roma’nın çöküşüne ve Hıristiyanlığın kabulunün hemen ertesine denk gelir. Ataları muhtemelen Kartacalı Berberiler olan Augustinus, Roma kültürü içinde eğitilir ve Latince dışında hiçbir dil öğrenmez. 17 yaşında Kartaca’ya gider. 372’de Mani felsefesini keşfeden Augustinus dokuz yıl Mani felsefesine bağlı kalır. Bu felsefeye göre dünya “iyi ile kötü arasında paylaşılmıştır ve maddenin koyu karanlığı ruhun ışığını karartmaktadır.” Böylece bu felsefeye bağlılık onda ruhunu tenin esaretinden kurtarma umudunu doğurur. “Mani’ci Piskopos Faustus”la tanışmasının yarattığı düşkırıklığı, irade yetisini kabul etmeyen ve insanın sorumluluğunu ve özgürlüğünü inkar edici düşünceden kopuşunu hızlandırır. Augustinus 384’te Milano’da retorik (konuşma sanatı) hocalığına atanır. Bu arada arayışı sürmektedir. Yeni Platoncuların eserleri onda yeni bir değişikliğe sebep olur. Bu dönemde okuduğu başka bir kaynak da Aziz Pavlos’un mektuplarıdır. Bu eserle birlikte Augustinus Hıristiyanlara yaklaşır ve 386 yılında Hıristiyan olmaya karar verir. 387 yılında Afrika’ya döner.
395’te piskopos olan Augustinus 396’da “Hippo Regius’ta Valerius”un yerine geçer. Bu dönemde Afrika kilisesinde bölünmeler yaşanmaktadır. Berberi çiftçilerin Romalılara karşı yürüttükleri mücadeleye katılan piskopos Donatus’un mirasçıları bir “arınmışlar kilisesi”ni savunmaktadırlar. Augustinus, Donatusçuların dini sapkınları cezalandıran bir yasaya tabi tutulmalarını öngören bir imparatorluk fermanının yayınlandığı 405’te, Afrika’daki Donatusçu kilisenin dağıtılmasına etkin olarak katkıda bulunur. 410’da Roma’nın Gotlar tarafından işgal edilmesi üzerine “Tanrı Uygarlığı” eserini kaleme alır. Roma piskoposluk makamı ve Ravenna mahkemesi nezdindeki birçok girişimden sonra, 418 yılında hasımlarını aforoz ettirmeyi başarır. 429-430’da Vandallar Kuzey Afrika’yı istila eder ve Hippo Regius’u kuşatırlar. Telaşa kapılan Augustinus son günlerini ibadet etmekle geçirir ve 28 Ağustos 430’da ölür. Augustinus 1303 yılında Katolik kilisesi tarafından aziz ilan edilmiştir.
Augustinus kendi yaşamını İtiraflar adlı ünlü kitabında “Tanrıyla konuşma ve günah çıkarma” biçiminde anlatmıştır. En çok önem verdiği konu insanın özünü araştırmasıdır. Gerçeğin insanın içinde olduğunu savunur. Gerçek ise bizzat Tanrı’nın kendisidir. Yani Tanrı insandadır. Öte yandan insanın kendisi de tanrıdadır. “Anlayabilmek için, inanıyorum” anlayışıyla felsefeyi dine tabi kılmış olan Augustinus, Hıristiyan dininin temel öğretilerini temellendirebilmek için Yeni Platoncu felsefeden ve Platoncu kavramlardan yararlanmıştır.
Augustinus “zaman” üzerine yapılan tartışmalarda sıklıkla anılan bir isimdir. İtiraflar adlı kitabının en çarpıcı bölümlerinden biri bu konudur. Ona göre, kavradığımız ve bildiğimiz “zaman” ile “gerçek Zaman” birbirinden ayrı şeylerdir. Geçmiş zaman, gelecek zaman ve şimdiki zaman ayrımları gerçekliği olmayan, zihnimizin tasarımları olan zaman birimleridir. Augustinus etkileyici bir akıl yürütmeyle geçmiş zamanın artık varolmadığını, gelecek zamanın ise henüz varolmadığını, elimizde kalan tek zaman olarak “şimdi”ki zamanın da boyutlarını belirleyemediğimiz için bilemeyeceğimizi belirtir. Böylece Zaman kavramı üzerinden gerçeklik ile bilgi temel olarak ayrılmış olmaktadır ki modern felsefeye gelindiğinde bu ayrım Kant örneğinde olduğu gibi, temel bir felsefi eğilim olacaktır.