Полная версия
Yağ ve mermer
Boyalı yün ve odun şöminelerinin kokusunu ciğerlerine çekmek yüreğinin kederle dolmasına neden oldu. Ya Leonardo haklıysa? Gerçekten Michelangelo kardan adam heykeltıraşından başka bir şey değilse? Leonardo’nun, Pietà’dan haberi vardı; ama pek ilgilenmemişti. Bu da yetmezmiş gibi bir de alay etmişti eseriyle. Tanınabilmek için ne yapmalıydı? Ya Pietà şu ana dek yaptığı en iyi heykel ise? Ya yirmi altı yaşında kariyerinin zirvesine zaten ulaşmışsa? Ya her zaman düşündüğünün aksine yetenekli bir sanatçı değilse? Bu son soru, çöken bir mağara gibi yüreğine oturdu.
Virajlı bir yan sokağı dönünce tanıdık bir eve ulaştı. Dökülen yeşil boyalarıyla harap evin görüntüsü, yüreğinde huzur duymasına yol açtı. Ön kapıyı ittirip içeri girdi. Loş girişte durup sessizce kapıyı kapattı. Her zaman gıcırdayan iki döşeme tahtasının üzerine bastı. Taze ekmek, vücut kokusu ve küflenmiş perdelerin kokusunun birbirine karıştığı evin kokusu hiç değişmemişti. Koridorda ilerlerken, gölgede kalıp gizlenme umuduyla, duvara yakın durdu. Kendini, Roma’daki başarılı işini bırakıp dönen yirmi altı yaşında bir adamdan çok, gün içinde yaptığı haytalıkları babasına anlatacağından dolayı gergin bir çocuk gibi hissetmekteydi. Mutfağa yaklaşırken, akşam yemeği için masanın etrafında oturan ailesinin konuşmalarını duydu. Koyu bir tartışmanın içindeydiler. Köşeden gizlice içeriye baktı.
Ailesi karşısında, tüm uzuvları ve görüntüleri hiç değişmemiş, sağlıklı ve iyi beslenmiş bir halde duruyordu. Kilisede hizmet eden en büyük abisi ve bugünlerde Pisa şehrine karşı savaşan en küçük kardeşi dışında hepsi oradaydı: iki kardeşi, babası, amcası, halası ve büyükannesi. Roma’da tek başına geçirdiği yıllarda, şu anki gibi tüm ailesiyle birlikte masada oturmayı hayal edip durmuştu. Yeni bir şişenin mantarı açılırken baharatlı Chianti şarabının kokusunu alabiliyordu. Orada saatlerce durup sahnenin tadını çıkarmak istiyordu. Ancak bu fazla sürmedi.
“Michel!” diye haykırdı, gölgede onu fark eden Buonarroto Buonarroti. Kardeşlerin en kısası ve en yakışıklısı olan Buonarrato, yirmi üç yaşındaydı ve Michelangelo’nun en çok sevdiği kardeşiydi. “Şükürler olsun, evdesin.”
Ailenin hepsi, dönüp kapı eşiğinde duran Michelangelo’ya baktı. O anda üstünü başını temizlemediğine pişman oldu. Ailesinin hırpani kıyafetlerini ya da toz toprak içindeki saçlarını yargılamayacağını biliyordu. Babası düzenli yıkanmaya karşı biriydi. Parfüm şişesini üzerine boca edip en moda giysilerle karşılarına çıkmış olsaydı ailesi, tüm zenginliğiyle Roma’dan dönmüş bu gösteriş budalası adamı tüm gece boyunca yuhalardı. En azından bu da bir şey sayılırdı.
Buonarroto bir sandalye çekip ona uzattı. “Tam zamanında geldin. Giovansimone bir konuda haksız. Senin de dinleyip görüşünü belirtmeni istiyorum.”
Michelangelo bakışlarını masanın başına çevirdi. Dört yıldır birbirlerini hiç görmemiş olmalarına rağmen babası, başını yemekten kaldırmıyordu. Hiç saç olmayan başı, dişsiz ağzının kenarından sarkmış derisiyle elli altı yaşındaki babası Lodovico, Leonardo da Vinci’den on yaş daha genç olmasına rağmen ressamın babası olacak kadar yaşlı görünüyordu. Michelangelo, acaba otuz yıl sonra ben de böyle mi olacağım diye düşündü. Lodovico’nun kırışıklıkları derinleşmiş, kaşları ise ağırlaşmıştı. Üzerinde eski beyefendilerin giydiği, uzun yıllar kullanılmaktan sararmış kıyafetler vardı. Bir zamanlar Floransa’nın saygın ailelerinden olan Buonarroti ailesi, müsrif aile reislerinin kuşaklar boyu yönetiminden sonra mali kaynaklarını tüketmiş, toplumdaki konumunu yitirmişti. Michelangelo, Buonarroti ailesinin hâlâ güç ve paraya sahip olduğu eski dönemlerde yaşamamış olduğuna sık sık hayıflanıyordu.
Masanın kenarında ilerlerken amcası Francesco sırtını sıvazladı, bir deri bir kemik kalmış halası ise alnına bir öpücük kondurdu. Michelangelo, Buonarroto ile doksan yaşındaki büyükannesi Mona Allessandra’nın arasındaki sandalyeye oturdu. “Yemek ye,” diye fısıldadı Allesandra. Parmakları, yaşlı bir ağacın dalları gibi eğri büğrü dururken ela gözleri hâlâ coşkuyla parlıyordu.
Michelangelo ekmek, lor ve sulandırılmış şaraptan oluşan yavan yemeğe başlarken diğer taraftan da ailenin devam ettiği tartışmayı anlamaya çalıştı. Birbirleriyle bağrıştıklarından dolayı konuyu pek anlayamadı.
Sonra Giovansimone yerinden zıplayıp, ailenin dikkatini çekmek için sandalyenin üstüne çıktı. Giovansimone, cılız solgun yanaklı, sürekli uygun sakal bırakmaya çalışıp bunda başarısız olan işsiz, yapışkan bir tipti. Sandalyesinde hareketsiz durmasına rağmen hâlâ caka satıyor gibi görünmekteydi. “Tamam, ben babamı ve amcamı alıyorum. Sen de halamı ve büyükannemi alıyorsun,” dedi.
“Ben ayrıca Mona Margherita’yı da alıyorum,” diye karşı çıktı Buonarroto.
“Hizmetçiler sayılmaz. Sadece aile üyeleri.”
Ailenin kıdemli hizmetçisi Mona Margherita, lavabonun yanında ayakta yemeğini yiyordu. Michelangelo’yla göz göze gelen kadın gülümsedi. Hiçbir şeyden etkilenmemiş gibiydi.
Çok fazla içmekten sallanan Giovansimone, bakışlarını Michelangelo’ya çevirerek “Karar vermek sana kalıyor sevgili kardeşim,” dedi.
Herkes ona bakıp beklemeye başladı. Ağzındaki ekmek ve loru yutarken, “Ne tartıştığımızı bilmiyorum,” dedi.
“Ben ya da Buonarroto. Hangimiz daha iyi bir evladız?”
“Aman Tanrım,” diye sızlandı Michelangelo.
Buonarroto kahkahayı bastı ve aile tekrar tartışmaya döndü.
“Cevaplamana gerek yok,” dedi Giovansimone, sandalyesinden inerek. “Sen beni hiç sevmedin zaten.” Kalan şarabını da yudumlayıp boş kadehi havaya kaldırdı. “Berabere. Ailenin en genç ve en zekisi olarak kendimi galip ilan ediyorum.”
Evde alkış ve yuhalama sesleri koro halinde yükseldi.
“Michelangelo, bir şeyler söylesene!” diye yalvardı Buonarroto.
“Bekleyin, bekleyin!” diye seslendi Michelangelo. “Dörde üç. Mona Margherita’yı sayarsanız beş. Haklısın Giovani. Buonarroto’yu her zaman daha çok sevmişimdir.”
Mona Margherita sofraya başka bir somun ekmek getirinceye kadar kahkahayla güldüler. Margherita, Michelangelo’nun yırtılmış gömleğini fark edip “Koluna ne oldu? Dur bakayım. Gözün de iyi görünmüyor. Bekle, bir bez getireyim,” dedi.
“Hayır, hayır ben iyiyim. Gerçekten,” dedi elini sıkarak. “Cassia Yolu tehlikeli bir yol, hepsi bu.”
Giovansimone dirseklerinin üzerine eğilerek “Gerçekten mi? Tüm anlatacakların bu kadar mı? Haydi, ailenle birliktesin. Saklamana gerek yok,” dedi.
“Neden bahsediyorsun sen?” diye sordu, ağzına bir parça lor atarken.
“Haydi ama! Onlara benim anlatmamı ister misin?” dedi Giovansimone.
Michelangelo, ağzındaki lokmaları çiğnemeyi bıraktı.
“Ne diyorsun sen, Giovani?” diye sordu amcası.
Giovansimone irileşmiş masum gözlerle masadakilere bakınarak “Nasıl tutuklanıp geceyi hapishanede geçirdiğini kendisi anlatmak ister diye düşünmüştüm,” dedi.
Michelangelo, ağzında lapaya dönmüş loru yutarken aile üyeleri soru bombardımanına başladı: “Tutuklandın mı? Ne oldu? Anlat!” Tabağına bakmayı sürdüren babasının yüzü kızardı.
“Sen nasıl öğrendin?” diye sordu Michelangelo, gönülsüzce.
Giovansimone, sandalyesine yaslanıp ellerini başının arkasında birleştirerek “Ben her şeyi bilirim sevgili kardeşim,” dedi. “Her yerde dostlarım var.” Çocukluğundan beri Giovansimone kardeşlerini ispiyonlayıp sonra da arkasına yaslanıp olanları izlemekten zevk alıyordu. Bunu çoğu zaman kendi suçlarını gizlemek için yapıyordu.
“Evimde bir suçlu istemiyorum,” dedi Lodovico ve ayağa kalktı. Dört yıl sonra babasına söylediği ilk sözlerdi bunlar. “Sokaklarda yatabilirsin.” Babası ve amcası onu sandalyeden çekip kaldırdılar.
“Durun! Açıklayabilirim.”
Onu kapıya doğru sürüklediler.
“Bu bir yanlış anlamaydı,” dedi heyecanla. “Lorenzo ile ilişkim konusunda yanlış anlaşılma.”
Medici ismini duyunca babası ve amcası birbirlerine baktılar. Mediciler, Buonarroti ailesini finansal olarak tamamen mahvolmaktan korumuştu. Michelangelo’yu henüz bir delikanlıyken Medicilerin heykeltıraş bahçesinde yaşayıp öğrenim görmesi için davet ettiklerinde Lorenzo, oğlunu eğitim için kendisine emanet etmesinin karşılığında Lodovico’ya küçük bir devlet işi vermişti. Kendisinin ve sanatının babası tarafından değil de’ Mediciler tarafından takdir edilmesi çok kötüydü Michelangelo için.
Michelangelo dirseğini çekerek “Ben suçsuzum,” dedi. “Adımı kirletecek bir şey yapmadım.”
Michelangelo’nun ailesini sakinleştirmesi yarım saatini almıştı ama sonunda babası merhamete gelip “Tamam, kalabilirsin,” dedi.
İçine bir ferahlık çöktü. Başına gelen onca şeyden sonra kendi evinden kovulmak gibi bir aşağılanmaya dayanamazdı. Masaya dönerken Giovansimone’nin başına dirseğiyle vurup “Bok herif,” dedi.
Amcası, eline aldığı kepçeyle sırtını kaşıyarak “Giovani de olmasa hiçbir şeyden haberimiz olmayacak,” dedi. “Yıllardır seni görmedik.”
Bir tartışmadan başka bir tartışmaya diye düşündü Michelangelo. Eve hoş geldin. “Pekâlâ, herkesi görmek güzel,” dedi.
“Annenin cenazesine katılmadın,” dedi babası.
“Üvey annen diyecektin herhalde,” diye kibarca düzeltti Michelangelo. “Çalışıyordum.”
“Bizi terk ettin,” dedi Giovansimone. “Senin aksine ben asla babamı terk etmezdim.”
“Ben kimseyi terk etmedim. Roma’ya çalışmaya gittim.”
“Eve ne kadar para getirdin?” diye sordu babası.
Michelangelo’nun yanaklarına ateş bastı. “Hiç. Sadece birkaç kuruş.” Aslında cebinde neredeyse bir haftalık ödeme miktarı olan yaklaşık altı liret vardı.
“Roma’da çalışma için çok para,” dedi amcası.
Michelangelo içini çekti. Ailesine kavuşmaktan dolayı minnettarlık hissetmeyi umarken şu anda hissettiği tek şey hayal kırıklığıydı. Ailesinin sokaklara çıkıp onu omuzlarına almalarını ve övgü yağmuruna tutmalarını bekliyordu. Eve geldiğinde bir kahraman gibi karşılanmayı hayal ediyordu.
“Artık geri döndüğüne göre evlenip çoluk çocuğa karışma vaktin de geldi. Evlilik aile için iyi olacaktır,” dedi babası. Ekmekle birlikte loru ağzına götürürken sağ eli titriyordu. Michelangelo, babasının elinin titrediğini daha önce hiç görmemişti. Yaşlanmıştı.
Michelangelo “Heykeller benim çocuklarım, aletlerim de karım,” dedi.
“Bir devlet işi bulabilirsin.”
Babasının şikâyetleri ya da tavsiyeleri hiç değişmeyecek miydi? Michelangelo kırkına bastığında da aynı tartışmaları mı yapacaktı?
“Devlet işinde çalışmayacağım.”
“Beş oğlum var,” diye mırıldandı Lodovico. “Ama her şeyi kendim yapıyorum. Bulaşıkları kendim yıkıyorum, çatıdaki kiremitleri kendim değiştiriyorum, ekmeğimi kendim pişiriyorum…”
Michelangelo, mutfağı temizlemekte olan Mona Margherita’ya baktı.
Babası “Kilisedeki ağabeyinle birlikte,” diye devam etti. “Ağabeyinin yerini alıp ihtiyaçlarımızı karşılamalısınız.”
“Karşılayacağım.”
“Uygun bir işe girerek.”
“Kendi işimle.”
“Bir beyefendi olarak.”
“Bir heykeltıraş olarak.”
Lodovico elini masaya vurup “Yeter! Seni yine eşek sudan gelinceye kadar dövmem mi gerekiyor?” dedi. Michelangelo’nun yeteneği, Mediciler gibi güçlü ailelerin ve Roma’daki varlıklı kardinallerin dikkatini çekmiş olmasına rağmen babasına göre heykeltıraşlık hâlâ bir utanç kaynağıydı. Maddi sıkıntı çekenler dahil toprak sahibi bir ailenin hiçbir çocuğu, eğilip elleriyle çalışmamalıydı. Çocukluğunda Michelangelo ne zaman heykeltıraş olma isteğinden bahsetse babası ve amcası onu döverdi. Neyse ki dayak atılmayacak kadar büyümüştü.
“Her zaman bir heykeltıraş oldum ve hep öyle kalacağım,” dedi inatlaşırcasına.
“Burada nasıl iş bulacaksın ki?” diye sordu Buonarroto. “O Leonardo denen adam şehirdeki her görevi almışken…”
Bu isimden bahsedilmesi canını sıkmıştı.
“Leonardo da Vinci,” dedi amcası. “Neyse saygı duyabileceğin bir sanatçı var bari. Kendine en azından bir isim yaptı. Ayrıca o bir ressam. Ressamlık işi iyidir.”
“Yıllar önce ressamlar, taş işçileri kadar değersizdi,” dedi Michelangelo. “Zanaatkârlığın başka bir türüydü. Leonardo, ressamların saygı kazanma nedenidir. Aynı şeyi heykel sanatı için yapmak istediğimi anlamıyor musunuz?”
Lodovico masada uzanıp Michelangelo’nun iri ve nasırlı ellerini tuttu. “Sıradan işçi ellerine sahip oğlum benim,” diye iç çekti. “Kendim ve hepimiz için mermerle uğraşmanı yasaklıyorum. Sen bir duvar işçisininkinden çok daha iyi bir yaşamı hak ediyorsun.”
Herhangi bir cevap vermeden Michelangelo ellerini çekti. Akşamın geri kalan saatlerinde konuşma sıradan bir sohbete dönüştü. Giovansimone, Piero de’ Medici’nin paralı askerlerinden biriyle dövüşmesiyle ilgili, gerçek olup olmadığı kesin olmayan komik bir hikâye anlatırken Bunarroto ise Petrarch’ın kaleme aldığı bir aşk şiirini okudu. Mona Margherita şarap doldurmayı sürdürürken Lodovico da gut hastalığından şikâyetçi oldu.
Michelangelo, iğneleyici sözlerle muhatap olup hepsini her zamanki gibi ustaca savuşturarak, hazırcevap sözlerle dolu konuşmaya katıldı. Eve yolculuğu esnasında haydutlarla dövüşmüş, soyulmuş, tutuklanıp işkence görmüş ve kendisiyle alay edilmişti. Omuzundan darbe almış, egosu zedelenmiş ve tüm parasını çaldırmıştı. Bu pek de sıcak bir karşılama töreni olmasa da en azından evine ulaşmıştı.
O gece Giovansimone ve Buonarroto yatağı paylaşıp battaniye için kavga ederken Michelangelo da eski yatak odasının zemininde yattı. Perdeli pencerelerden parıldayan dolunay, çocukken duvarlara çizdiği resimleri aydınlatıyordu. Annesinin kollarında kımıldayan tombul bebek İsa resmini çizdiği ve resmi görünce babasının onu dışarı kadar kovaladığı o günü hâlâ hatırlıyordu.
Michelangelo gözlerini kapatıp “Tanrım, ben senin aciz bir kulunum,” dedi. Göklerdeki babasıyla konuşurken dünyevi babasıyla empati kurdu. Çocuklarının sadece mutluluğunu düşünen Lodovico, toz ve pislik içindeki bir heykel atölyesinde çalışmanın da insanı mutlu edebileceğini anlamıyordu. Ona göre heykeltıraşlık, saygıdeğer bir aileye sadece utanç getirebilecek aşağılayıcı bir sanattı. Çok yaşlı ve kendi doğrularına çok bağlı babasını değiştiremeyeceğini anlayan Michelangelo, kendisini değiştirmesi için dua etti. Babasının isteğini yerine getirme azmi vermesi için Tanrı’ya yalvardı. Devlet işi bulma ya da saygın bir sarraf olma isteğini ona iletti.
Tanrı dualarına cevap vermedi. Aksine mermere şekil verme arzusu daha baskın çıktı. Sanatıyla Buonarroti ismini yüceltmesi mümkün değil miydi?
“Michel?” diye fısıldadı Bunarroto. Sonunda uyuyan Giovansimone, horlamaya bile başlamıştı. “Bir kızla tanıştım.”
Michelangelo gülümsedi. Bunarroto her zaman romantik biri olmuştu. “Bu harika bir haber,” diye fısıltıyla cevap verdi Michelangelo. “Kız kim?”
“Maria. Dokumacının kızı.”
“Güzel mi bari?”
“Çok güzel. Elleri her zaman boyadan dolayı kırmızı. Aşkımın rengi. Melekler gibi şarkı söylüyor, kardeşim.” Michelangelo, karanlıkta Buonarroto’nun yüzünü göremese de gözlerindeki samimiyeti tahmin edebiliyordu.
“Peki, o seni seviyor mu?”
“Evet. Babasından evlenmemize izin vermesini bile istedi.”
“Peki, evlenecek misin onunla?”
“Ben düzgün bir iş bulana kadar babası razı gelmiyor. Yün satmak istiyorum ama kendi işyerimi açmam gerek.” Michelangelo kardeşinin sorununu anladı. Ailesinin, yün tezgâhı masraflarını karşılamaktan çok ancak yaşamlarını sürdürebilecek kadar parası vardı. Kardeşinin kendi işyerini açma hayali imkânsız görünmekteydi. “Neyse ki daha çok genç. Evlenmemiz için en az iki üç yıl gerekecek. Ben de bu arada bu iş için para biriktiririm.”
Şimdiden kaygılansa iyi olur diye düşündü Michelangelo. İki ya da üç yıl çabucak geçecekti. Pietà heykelini bitirmesi de üç yıl sürmüştü ama zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçivermişti. İki yıl içinde evlenmek istiyorsa kardeşi elini çabuk tutmalıydı. “Endişelenme Bunarroto. Dükkân için gerekli parayı ben bulacağım.”
“Gerçekten bulur musun, Michel? Bu harika olur. Ne yalan söyleyeyim tek isteğim Maria ile evlenmek.”
Michelangelo sırtüstü yattı. Heykeltıraş olarak para kazanmalıydı. İşe ihtiyacı vardı.
Leonardo’nun pis pis sırıtan yüzü gözlerinin önüne geldi. Eğer Floransa’da kalmaya devam ederse iş konusunda onunla rekabet edemezdi. Şehirden ayrılıp ünlü bir sanatçıyla mücadele etmek zorunda kalmayacağı başka bir yer bulması daha iyi olurdu. Siena’ya gidip kardinalin sunak resmi üzerinde çalışabilirdi. Ya da Tanrı’dan kendisini, gökten paranın yağdığı yeni bir şehre yönlendirmesini isteyebilirdi. Bunun yerine kendisine Floransa’da kalacak güç vermesini diledi. Mücadele etmeden şehirden ayrılıp o ressam bozuntusuna zafer duygusunu yaşatamazdı. Leonardo gibi kendisi de eğitimini Floransa’da almıştı. Bu şehir sadece Leonardo’ya ait değildi. Bu sokaklar, bu ev ve gökyüzündeki bu ay en az Leonardo kadar kendisine de aitti.
Zihninde Duccio Taşı, tüm pırıltısı ve beyazlığıyla canlanıverdi. Duccio Taşı konusunda Leonardo ile yarışamayacağını neden düşünmüştü ki? Leonardo bir ressamdı, heykeltıraş değil. Şimdiye dek tek yapabildiği, Milano Dükü için bronz bir at heykeli tasarlamaktı. Heykelin bronz dökümünü yapamadığını herkes biliyordu. Kendisi gibi tecrübeli bir heykeltıraş kenara çekilip Leonardo gibi acemi bir ressamın efsanevi taşın üzerine ellerini koymasına neden izin verecekti ki? Muhtemelen Duccio’dan daha berbat biçimde bu işi yüzüne gözüne bulaştıracaktı. Leonardo büyük bir usta olabilirdi ancak artık yaşlanıyor ve modası geçmiş tasarımlar yapıyordu. Michelangelo ise genç ve istekliydi. Kariyerine henüz başlamıştı. Bunun yanı sıra o kafasız bunak; o taşın değerini bilemeyecek kadar aşağılık, herkesi küçümseyen bir gösteriş budalasıydı. Leonardo bu görevi hak etmiyordu.
Mırıldanan dudaklarından yeni bir dua dökülmeye başladı. Floransa’yı terk etmeyip burada kalacak ve sabit bir devlet işine girmeyecekti. Duccio Taşı görevine başvurup bu iş için rekabet etmekle kalmayacak, onu elde edecekti. Pencereden dışarı bakarken ayışığı gözlerinin içinde parıldıyordu. Başını göğe kaldıran Michelangelo fısıltı halinde “Âmin” diyerek duasını bitirdi.
Leonardo
Yatağında uzanan Leonardo kendini, fırtına koptuğunda okyanusun dalgaları üzerinde sallanan tekne gibi çalkantılı ve telaşlı hissediyordu. Keşke zihnimdeki hissi çıkarıp çalışma masasının üstüne koyduktan sonra onu bir kadavra gibi inceleyebilsem, diye düşündü. Belki o zaman anlayabilirdi onu.
Komodine şöyle bir baktı. Alman mekaniğinin doruğu olan ahşap saate göre saat neredeyse sabahın ikisiydi. Kolunu Salaì’nin altından çekip yataktan kalktı ve her zaman gıcırdayan kapıya çarpmamak için dikkatlice ayaklarını sürüyerek yan odaya geçti. Ayışığı partiden geriye kalanları aydınlatıyordu: boş şarap şişeleri, zemindeki çamurlu ayak izleri, sandalyede unutulmuş bir atkı. Lanet bunak noter, ortadan kaybolan rahipler, acımasızca dalga geçtiği o genç heykeltıraş; bunların hepsini unutmak istedi.
Çalışma masasına oturup küçük ahşap bir sigara kutusu çıkardı ve kapağını açtı. İçinde küçük kahverengi bir yarasanın cansız bedeni vardı. Nazikçe kutudan çıkarıp masanın üzerindeki metal bir tepsiye yerleştirdi. Genellikle inceleme yaparken bir mum kullanırdı ama Salaì’yi uyandırmak istemiyordu. Ayrıca karanlıkta çalışmak onu, diğer duyularına güvenmeye zorluyordu. Yarasa, çürüğün yanı sıra tuhaf şekilde taze çimen kokuyordu. Kanatları dikkatlice açarken kemikler çatırdamasına rağmen ince zarlı yapının esnekliğine şaşırdı. Kırılmadan eğilip bükülüyordu. Gövdenin ağırlığıyla kanadın yoğunluğunu kıyaslayıp böyle soğan görünümlü bir yaratık uçabiliyorsa insan da havada uçabilir diye düşündü.
Yatak odasından gelen bir gıcırtı duydu. Arkasına bakmak için hareket ettiğinde sandalyesi, ağırlığı altında gıcırdadı. Leonardo, sessizce bacağını uzatarak masanın yanında duran uzun ve sekiz kenarlı tahta bir kutunun kapısına ayağını kanca gibi taktı. Ayağıyla kapıyı açtı. Kutunun içerisindeki her bir duvar ayna kaplıydı. İçeri girip kapıyı kapatınca kendisini üç yüz altmış derece açıyla izleyebilsin diye bu aleti Salaì için tasarlamıştı. Böylece yeni bir kıyafet aldığında Salaì, hemen bunun içine girebilirdi. Leonardo, kapının üzerindeki aynayı yatak odasını görebileceği şekilde ayarlamıştı. Odanın içinde komodinin çekmecesine uzanan Salaì’nin karartısını fark etti.
“Giacomo,” diye seslendi.
Salaì az önce aşırdığı paraları cebine indirdi. “Yürüyüşe çıktığınızı sanıyordum.”
“Benden sana öğretmenlik yapmamı istiyorsun.” Aynalı kutuyu ayağıyla kapattı. Genç adam bir zamanlar kendine çorap bile alamayacak kadar yoksuldu. “Yanıma gel de bir şeyler öğren.”
Salaì yanına gelip yarasaya baktı. “Ben ressam olmak istiyorum, anatomi uzmanı değil.”
“Bilime değil de sadece sanata takıntılı olanlar, denize pusulasız açılan kaptanlar gibidir. Nereye gittiklerini asla bilmezler.” Leonardo bir mum yakıp gözlüklerini taktı. “Gençliğimde pek çok kilise, hekimlere ve sanatçılara ölüleri inceleme izni verirdi. Ben bizzat yüzlerce kadavrayı kesip inceledim. Ancak işler değişti.” Son bir yıldır morgdan morga dolaşıp kendisine bu izni verecek birini aramış ancak tüm peder ve rahipler buna karşı çıkmıştı. İki rahip onu tutuklamakla tehdit etmiş, hatta birisi onun üzerinde şeytan çıkarma ayini yapmaya çalışmıştı. “Bugünlerde kurbağalar, kuşlar ve yarasalarla yetinmek zorundayız.” Yarasanın bir kanadının ucunu kesip çıkardı, mumun yanında tutarak elindeki büyüteçle loş ışıkta incelemeye çalıştı.
Salaì masanın yanından uzaklaşıp, Il Moro’nun kendi düğününde eğlenceyi yönetmesi için Leonardo’ya hediye ettiği kadife pelerini eline aldı. “Üstat, eğer tüm gece çalışacaksanız, sunak resmi üzerinde çalışmanın iyi olacağını düşünmüyor musunuz?”
Salaì’nin önerisini duymazlıktan gelerek birkaç gözlemini not defterine aceleyle yazdı. Böylesi zamanlarda fikirler, mürekkebin kurumasını beklemeyecek kadar hızlı gelmekteydi. Bu yüzden elinin kenarı mürekkebi dağıtmasın diye sağdan sola doğru yazıyordu. “Doğa, kolayca teslim olmasa bile, sonunda sırlarını ısrarcı öğrencilere sunacaktır.”
Salaì pelerini giyip ayna kutusunda kendisini inceledi. “Partiden ayrılmadan önce rahiplerin Bilgelerin Bebek İsa’yı Yüceltmesi adlı eseriniz hakkında tartışmalarına kulak misafiri oldum.”
Leonardo neşteri yarasanın kanadındaki zar tabakasına bastırdı. Rahiplerden söz etmek istemiyordu. En azından bu gece. “Masaccio’ya ait her bir fırça darbesinin ne kadar uyumlu olduğunu görmen için seni nasıl teşvik ettiğimi biliyorsun, değil mi? Anatomi için de durum aynı. Her bir damar, her bir kas ve her bağ dokusu çok önemli.”
“Nasıl olur da yirmi senedir bu tabloyu tamamlayamadığınızı konuşuyorlardı. İçlerinden biri bunun sebebi olarak sizin Floransa’yı terk edip Milano’ya gitmiş olmanızı gösterdi. Aynı şişman rahip, manastır için yaptığınız sunak panosu için de aynı durumun söz konusu olabileceğini söyledi. Belki kilise projelerini de tamamlayamayacağınızı söyledi.” Salaì pelerini boynuna bağlayarak “Belki de Tanrı’ya inanmadığınızı iddia etti.”
Leonardo gözlüklerini çıkararak “Bak, burada ilgini çekebilecek bir şey var,” dedi. Gözlükler ayrıntılar için iyi olmasına rağmen insanları onlarsız da görebiliyordu. “Yarasaların çiftleşirken hiçbir doğa kanununa uymadığını biliyor musun? Birbirleriyle karşılaştıklarında dişi dişiyle, erkek erkekle, bazen de dişi erkekle çiftleşebiliyor.”
Salaì bir sandalye çekip Leonardo’nun yanına oturdu. “Gidip yarım kalan o tabloyu bitirin demiyorum. Ama en azından bu sunak tablosunu bitirseniz iyi olur diyorum. Bu kilise için… Tamamlamanız durumunda insanlar, eserlerinizi yarım bıraktığınızı söylemekten vazgeçecektir.”
Leonardo, Salaì’nin ellerini tutarak “Tıpkı senin ve benim gibi hayvanların da ruhu vardır,” dedi. Elleri yumuşak ve pürüzsüz olmasına rağmen güçlüydü. Gençlik ve olgunluğun kusursuz birleşimi… Salaì’nin yaşlarındayken kimse Leonardo’nun elinden tutup kendisine evrenin gerçeklerinden bahsetmemişti. “Hayvanlar da sevinç ve acıyı hisseder. Hatta insanlardan daha çok, çünkü doğayla iç içedirler ve bu yüzden daha dürüst ve samimidirler. Onları inceleyip onlarla uyum içinde yaşamalıyız. Bizler de doğayla uyumlu ve daha uzun yaşayabilmek için vejetaryen olmalıyız. Uzun bir hayata sahip olmak istemez misin?”
Salaì “Tek isteğim başımı sokacak bir evimin olması. Rahiplerle çalışmak istemiyorsanız…” diyerek ellerini çekti. “Duccio Taşı için neden birkaç çizim yapmıyorsunuz? Bu daha kazançlı olurdu.”
Leonardo tekrar gözlüklerini taktı. Uçma konusunda yarasaların insanlar için en iyi model olduğuna inanıyorum. Şuraya bak, kemikleri birleştiren zar tabakası nasıl hava geçirmez zırh işlevi görüyor. Bu, tabiatın olağandışı bir tasarımı.”
“Duccio Taşı da olağanüstü bir görev.”
İlgisizce elini salladı. “Soderini bana önceden onun sözünü verdi.” Leonardo elindeki büyüteci Salaì’ye uzatırken “Gel, şunu tut,” dedi.
“Soderini artık yönetimde yer almıyor.”
“Ayrıca taş belediyenin mülkünde değil, katedrale ait ve iktidara doğrudan bağlantın olmadığında güçsüz olacağını asla düşünme. Soderini bunun üstesinden gelecektir.” Salaì’nin elindeki büyüteci ayarlayarak “Bu açıyla tut,” dedi.