
Полная версия
Okuma sanatı
Borges’inki sonsuzluğa tüyler ürpertici bir bakıştır ve kütüphane kataloglarıyla alay eder: Dewey ondalık sisteminden3 deliliğe. Aynı zamanda yazarın üstünlüğüne de burnunu sokar, her büyük şaheser gibi bu da ana planın bir kopyasıdır. Aslında Borges’in hikâyesi bile eski bir fikrin yeni versiyonudur. The Total Library’de bahsettiği üzere, temel konsept en az iki bin yıldır ortadadır. Aristoteles bu fikre bir selam göndermiş, Cicero ise ana sınırlarını çizmiştir. Blaise Pascal’dan, Thomas Huxley’ye ve Lewis Carroll’a kadar birçok yazar da bu fikir yanlısı ve karşıtı argümanlar oluşturmuşlardır. Yani Babil sert bir düzyazıda, antik bir tekrar anlayışında kendini basitçe yineler. Aynı imge Borges’in çocukluğunda ve kurgusunda da belirmiştir: çoğalma korkusu. “Aynalar ve ölçüler felaket sebebidir, çünkü insan sayısını artırırlar,” diye yazmıştır Tlön, Uqbar, Orbis Tertius’ta. Genel tablo Borges’in “ikincil korku” dediği şeydir: Enderliğini mağlup edecek kadar güzel, zamansız bir absürtlüğe sahip bir evren. Merkezinde ise sözcükler vardır.
Cennet
Tüm bu korkuya rağmen Borges olağanüstü derecede kitapseverdir. “Cenneti her zaman bir çeşit kütüphane gibi hayal etmişimdir,” diye yazar Körlük’te. Babasının kitapları, edebi kimliğinin başlangıcı olmuştur. “Babasının kitaplığı, onun oyun alanı olmuştu,” diye yazar biyografi yazarı Edwin Williamson. Borges’in az sayıdaki eski işlerinden ikisi kütüphanede çalışmak olmuştur. Önce, genç bir adam olarak yerel bir kuruluşta (çok hızlı kataloglandırma yapıyordu ve bu da diğer çalışanların sinirine dokunmuştu) ve sonrasında da ellili yaşlarında Buenos Aires Milli Kütüphanesi’nde müdür olarak çalışmıştır. Yazar kör ve çoğunlukla eve bağımlı olduğu zamanlarda bile ikinci el kitap dükkânlarını sıklıkla ziyaret etmiştir. Gençliğinde bu dükkânların birinde çalışmış olan Arjantin doğumlu Alberto Manguel, Borges’in ziyaretini şöyle anlatır: “Neredeyse tamamen kördü, yine de baston kullanmayı inatla reddediyordu ve sanki parmakları isimleri görüyormuş gibi ellerini kitaplarda gezdiriyordu,” diye yazmıştır Manguel. Borges’in Milli Kütüphane’de iki döner kitaplığı vardır ve buradaki kitapların düzeni hiç değişmez. Kullanmaktan sayfaları eskidiği için yenilenmiş bir Webster Ansiklopedik İngilizce Sözlüğü’nden iki adet Norveç şiir kitabına kadar farklı türler vardı burada. Kör müdür, neredeyse altmış yaşına geldiğinde öğrencilerin de yardımıyla kendi kendine Eski İngilizce öğrenmiştir. “Görünür dünyayı kaybettim, ama şimdi bir tane daha oluşturacağım. Uzak atalarımın, fırtınalı kuzey denizlerinde kürek çeken bir kabile dolusu adamın dünyasını,” diye yazar. Kitaplar bir maceradır.
Anlatıcıyı, yazarı ve insanı birleştirmemek önemlidir. Borges de insan ve edebi varlık arasındaki farktan bahsetmiştir. “Borges ve Ben” hikâyesinde “ben”in “olayları yaşayan kişi” olduğunu ve insanın da biyolojik bir batarya gibi yazara güç verdiğini itiraf etmiştir. İnsan önemlidir ama devamlılığı olan eserdir ve eserin ötesinde dildir, dilin ötesinde bilinmeyen bir tür gizemdir. Borges bu fikri başka yerlerde de değerlendirmiş ve Dante’nin yazmakla sorumlu olduğu şiiri tam olarak anlamadığına işaret etmiştir. “Dünyanın işleyiş biçimi; Cehennem I, 32’de insanların basitliğine kıyasla fazla karmaşıktır,” diye yazmıştır. Shakespeare’in ve Tanrı’nın “boşluğu” konusunda da aynı şey geçerlidir: İkisi de yaratıcıdır. Bireylerin daha önemsiz ve göründüklerinden daha değişken oldukları konusu Borges’in birçok eserinde işlenir. Edebiyat düzenli bir otobiyografi değildir ve sayfada sade bir “Jorge Luis Borges” yoktur.
Her şeye rağmen, Borges’in hikâyeleri ve yazıları bir okuma çılgınlığını resmeder, burada karakter yalan söylemez. Bir insan olarak, Borges sohbetten büyük keyif almış ve Amerika turlarında iyi bir hikâye anlatıcı olarak tanınmıştır. Arkadaşlarla ve öğrencilerle yapılan bu özel görüşmelerin ana başlığı dedikodu değil, evde tek başına, yatak odasındayken yaptığı şey olmuştur: okumak. “Hep sonuca varırım,” diye yazmıştır The New Yorker’da, “elbette kitaplara vardıktan sonra.” Öğrenmeyi, âşık olmaya benzetmiştir.
Yazdıkları da bu tapınmayı kanıtlar. Klasik anlamda değil (ki bu oldukça ciddidir) ama şakacı, metinden metne, yazardan yazara atlayan bir tarzda. On the Cult of Books’ta Borges metnin yavaşça kutsal bir sanat eserine dönüşmesini anlatır. Eskilerden Platon, çoğu zaman yazılı metinlere karşı mesafeli yaklaşmış olsa da Fransız şair Stéphane Mallarmé “Dünyadaki her şey bir kitapta yer almak için vardır,” diye yazmıştır. Roger Bacon gibilerse, doğanın kendisinin bile bir çeşit kitap olduğunu ve içindeki yaratıkların da o kitabın karakterleri olduğunu belirtmiştir. Bu süreçte Borges, Homer’dan Cervantes’e, Bernard Shaw’dan Augustinus’a, Kuran’dan Kabala ilmine, Thomas Carlyle’a ve fazlasına yönelmiştir. Bu deneme yalnızca edebiyatın kutsallığını kanıtlamaya çalışmaz; aynı zamanda bu tapınma yöntemini tanıtır: Borges’in muhteşem evreni olan kütüphane. “Coleridge’in Rüyası” adlı bir diğer denemede, Coleridge’in Kubilay Han’ın sarayı ile ilgili şiirini merkeze alarak düşsel kökenli sanat eserlerini tanımlar. Borges, sarayın içinin bile bir hayal ürünü olduğuna dikkat çeker. Denemeyi, her düşün bizi “henüz insanoğluna afişe olmamış bir arketip”e daha da yaklaştırdığını ima ederek bitirir. Bu, insanoğlunun düşlerini inşa edebilecekleri ideal bir kalıptır. Borges, bu argümanı oluştururken John Keats gibi şairlere, antropolog Havelock Ellis, tarihçi Bede ve filozof Alfred North Whitehead’e, bendeki kopyaya göre dört sayfa boyunca göz kırpmıştır. Borges’in edebi kaynakları kullanış biçimi, fikirlerin ve ifadelerin devamlılığını beraberinde getirir, yabancı yerleri ve zamanları birleştirir. Bu farklılıklar arasında bu kadar neşeyle gidip gelerek gerçekliklerin arkasındaki dayanıklı prensipleri de ortaya koyar.
Buda ve Platon’la Sıçrayış
Bu, kısmen felsefi bir bağlılıktır. Borges akla fizikten, kurguya ise gerçeklikten daha çok itimat etmiştir. Onun, dönemden döneme ve ülkeden ülkeye atlama isteği daha yüce ihtimallerin farkındalığından ileri gelir. Gözü bereketli kâinatta olan biri için her zaman başka bir yol mümkündür. Bir boşluk koca bir cümleyi ve bir okuyucu da bir ispatı değiştirebilir. Yalnızca Babil Kütüphanesi bakidir. Sanat eserlerini huzursuzca gezmek ve hiçbirinin mükemmel olduğuna inanmamak mantıklıdır.
Bu platonik bükülmenin yanında Borges’in nihilizmi, yani her şeyin nihai hiçliğine olan inanç vardır. Bu nedenle ego konusunda şüpheleri vardır ve kendini aynen Dante ve Shakespeare gibi boş görür. Edebiyat araştırmacısı Jason Wilson, Borges üzerine yazdığı eleştirel biyografide, yazarın bakış açısını şöyle açıklamıştır: “Hepimiz, temel kimlikten yoksun, aç birer hayaletiz.” Borges gerçek anlamıyla bir Budist değildir ama yazılarında Asya kökenli felsefenin, başta “ben” olmak üzere, bir şeylerin kesinliği ve dayanıklığı ile ilgili şüpheleri yansıtır.
Bu iki gelenek, yani Budizm ve idealizm, Borges’in en sevdiği filozof olan Arthur Schopenhauer’da bir araya gelir. Filozof, denemelerinde “evrenin bilmecesi” kavramından bahsetmiştir. Bu bakış açısı nedeniyle, Borges’in edebiyat sevgisi, kesin bir gerçekliğin reddi ve kendi önemi hakkındaki içten alçak gönüllülüğü ile damgalanmıştır. Metinleri ve metinlerin harekete geçirdiklerini hiçbir zaman hafife almamıştır.
Borges’in eserlerinden edinilen şey genelde keyifle birlikte okuma yoluyla elde edilen kavrayışın heyecanıdır. Bu, kuşkusuz belirli türden bir kavrayıştır: politik ya da bilimsel değil, daha çok metafiziksel ve psikolojiktir. Ancak Borges’in kütüphanesinin sınırları içerisinde çokluk vardır. (Kendisi Whitman hayranıdır.) Borges, entelektüel keşiften duyduğu keyifle ilgili de yazmış ve “düşünmenin keyfi” hakkında övgülerde bulunmuştur. Polisiye kurgusunu da savunmuştur. Sunduğu heyecanlandırıcı dehşet nedeniyle değil, kurgu sayesinde beynin verdiği mücadele nedeniyle. Conan Doyle’dan Poe’ya kadar çeşitli dedektif hikâyelerinin bir fanteziye bağlı olduğuna, soyut akıl yürütmenin önemli olduğuna inanmıştır. “Bir Dedektif Hikâyesi”nde “Karmaşa döneminde düzeni korurlar,” diye yazmıştır. Borges’in eserlerinde, zihin genellikle kendi icatlarından keyif alır. Yapmak zorunda olduğu için değil de yapabileceği için. Bu deneysel bir kesinlik ya da pratik sağduyu değil de yapbozlara, oyunlara, mizaha ve şakalara karşı yakınlıktır. Borges, idrak kabiliyetini metinsel bir sıçrama tahtasından diğerine ayarlayarak ve akış büyümeye devam ederken gülümseyerek kullanmaktan memnuniyet duymuştur. Borges tek kelimeyle meraklıdır.
Gayretli Dâhi
Borges’in dikkatle okuduğu İskoç filozof David Hume, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’de bir bölümü merak konusuna ayırmıştır. Hume, merakı “doğruluk aşkı” olarak tanımlamış olsa da bu tanım yanıltıcı olabilir. Merak, gerçekler hatta doğruluk için değil, emek ve keşif için bir arzudur. “En keyifli ve makul şey, dikkatimizi toplayıp dehamızı açığa çıkardığımız andır,” diye yazmıştır Hume. Elbette ki alelade bir doğru işe yaramaz: kolay yapbozlar sıkıcıdır. Borges, örneğin Cleridge’in rüyalarındaki hayallere olan göndermeleri sayıp çetere tutabilirdi. Bu tamamen doğru ama bütünüyle sıkıcı olurdu. Borges’in merakını kışkırtan ve temsil eden şey, Moğol bir general ve Lake dönemi şairi arasındaki ya da Tanrı, De Quincey ve Swift arasındaki ideal bir bağ fikriydi. Hume bu başarının tadını kendisi çıkarmıştır, kariyer ya da para amacı yoktur.
Bu merak, toplum ve insan ruhunun balçığı üzerinde “saf” bir ilgi demek değildir. Hume, keyfi de işin içine katarak entelektüel merakın da biraz meyil gerektirdiğini açığa çıkarmıştır. Tarafgirlik bizi daha yakından bakmaya teşvik eder ve aşikâr durumları görmezden gelmemizi öğütler. Sözde “tarafsız” araştırma hali bir çeşit yönelimdir. Önemli olan nokta, Hume’un merakının çıkarcı ya da görevle ilgili olmamasıdır.
Bu durum edebi gururla çelişir. Bir akademisyen, Borges’in hikâyelerindeki ayna figürüne dair yaptığı dikkatli analizle işin içine girer, emekten keyif almadan da gurur duyabilir. Bu basitçe, yılın zorunlu edebiyat eleştiri kotasını doldurmak adına sebatla tamamlanmış, profesyonel bir zorunluluk olabilir. Hume’un açısından merak, kendi başına gerçeği kovalamakla ilgilidir; kovalamayı gerçekleştiren “ben” ile ilgili değildir. Eylemin içindeki, eylemi gerçekleştirmeye duyulan heyecandır.
Hume, aynı zamanda merakın önem vermeyi gerektirdiğini de savunmuştur; çünkü merak dikkati artırır. “Dikkatsiz ve ihmalkâr olduğumuzda, aynı türden bir anlayışın üzerimizde hiçbir etkisi kalmaz,” der Hume. Bu değer duygusu kişiliği değiştirir. O nedenle Borges’in edebi değerleri, kütüphanedeki maço iş arkadaşlarından farklıdır. (Bunlardan biri, kataloglanmış yazarlardan birinin daha isminin Jorge Luis Borges olmasını komik bulmuştu.) Ama Hume’un söylemeye çalıştığı şey açıktır: Merak, işin içine giren gerçeklik tarafından teşvik edilir. Büyük şeyler, sonsuzluklar, hayal dünyaları, yüzyıllık sırlar vb. Borges’in burnunu kitapların dibinde tutmasına neden olmuştur. Bunun önemli olup olmamasının bir değeri olmadığını söyler Hume. Bunların metafiziksel ihtişamları ya da politik faydaları tamamıyla uydurma olabilir. Önemli olan ana şey psikolojik önemleridir, aklı ilgili tutan ağırlıktır.
Borges sürekli ve hararetle okumuş olsa da dedikodudan hoşlanan biri olmamıştır. Öyle ki, Elsa Astete Millán ile yaptığı son ve lanetli evlilik, kadının dedikodu merakıyla daha da içinden çıkmaz bir hal almıştır. (Bir arkadaşının iddiasına göre Borges, Elsa ile birbirlerini çok önceden beri tanıdıkları için evlenmişti. Tıpkı bir romanda göreceğiniz türden bir sebep.) İnceleme’de Hume, gerçek merak ve “komşuların yaptıkları ve içinde bulundukları duruma karşı, doyumsuz bir merak” arasında faydalı bir ayrım yapmıştır. Dedikodu çoğu zaman yenilik peşinde koşmak olarak çizilse de Hume, bu arzunun aslında yeni bir şeylere karşı duyulan korku olduğunu iddia etmiştir. Onların küçük dünyası durağan ve düzenlidir, değişikliği rahatsız edici bulurlar. “Çok ani ya da şiddetli değişiklik bizim için keyifsizdir,” diye yazmıştır, “nesneler kendi içlerinde ne kadar kayıtsız olsalar da geçirdikleri değişiklikler huzursuzluk yaratır.” Bu açıdan bakıldığında, dedikodu ve skandala arzu duymak, sinir bozucu belirsizliği uzaklaştırma yöntemidir.
Borges, Dante’nin Araf’ını ya da H. G. Wells’in Görünmez Adam’ını eline aldığında dedikodunun ve emniyetli gerçeklerin avuntusunun peşinde değildir. Fanilik ve cismin idealist ihtiyatı konusundaki Budistvari yaklaşımı onu huzursuz biri yapmıştır. Borges ofisindeki raflarda tahmin edilebilirlik aramış olsa da bu beklentisi kitaplığının içeriği için geçerli değildir. Eserlere yıllar sonra geri dönme konusu da bundan kaynaklanmıştır. Bu, onun için kapakların içinde ve arasında yeni ilişkiler açığa çıkarma yoludur. “Yeniden okumayı, okumaya tercih ederim,” demiştir Maine Üniversitesi’ndeki bir grup dinleyiciye, “çünkü yeniden okuduğun bir şeyin detaylarına girebilirsin.”
Babil’de Maceralar
Borges’in edebiyatını allayıp pullamamak büyük önem taşır. Onda, John Updike’ın “The Author as a Librarian”da dediği gibi “ateşli bir dar kafalılık” vardır. Özellikle kadınlar tarafından yazılmış birçok muhteşem esere karşı dışlayıcıdır. Jane Austen, George Eliot, Virginia Woolf, Iris Murdoch İngiliz edebiyatının önemli yazarları arasında değildir onun için. Hangi kadın yazarları sevdiği sorulduğunda şöyle cevaplamıştır: “Sanırım kendimi bir tanesiyle sınırlandırırım ve o da Emily Dickinson olur.” Sosyal ve politik ilimler konusuna çok az ilgi gösterir ki bu durum Arjantin’le ilgili hantal görüşlerini derinleştirmiştir. Borges, cunta yönetimi altında öldürülen hemşerilerini görmezden gelmekle suçlandığında, kayıtlara geçen cevabı dehşete düşürücüdür: “Ben gazete okumam.” Biyografi yazarı James Woodall da onu “acınası bir tarihçi” olarak tanımlamıştır. Özetle Borges’in okuyucu olarak keyif aldığı şeyler kendine has ve bazen de budalacadır. Antik Yunan anlayışına göre ise mahrem ve benmerkezci.
Yine de Borges’in merakı, belirli bir sınır içinde örnek alınasıdır. İlk kez okuyanları bu kadar etkilemesinin de nedeni budur. Borges okumak, Clive James’in tanımıyla “gençleri heyecanlandırması kesin olan entelektüel bir macera”dır. Arjantin’in Babil ve sonsuzluklarla birlikte Hume’un teorisine kattığı başkalığın önemi, her belirli ifadenin ardında bekleyen “belki”dir. Samimi olarak meraklanmak biraz gergin olmak; mevcut sayfayı, başka birçok ihtimalin ışığında yorumlanmış birçok ihtimalden biri olarak görmektir. Bu ne telaş ne de kendini beğenmişliktir. Borges’in durumunda olduğu gibi, sabır ve haysiyetle bir arada bulunabilir. Biraz tevazu hayatidir. İhtimaller sonsuz olduğu için son okuma diye bir şey mümkün değildir. Merak, okuyucunun bu keşiften memnun olmasına ve bu arayıştan zevk almasına izin verir. “Babil Kütüphanesi’nin gerçek kahramanı,” diye yazar Umberto Eco, “kütüphane değil okuyucunun ta kendisidir (…) hareket halinde, maceraperest ve her daim yaratıcıdır.”
Gerçeğin Çekiciliği
Belki de en hayati merak, varoluşun hissizliğine karşı olan dirençtir. Bir şeylerin çoktan ve açıkça varoluşu gerekli görünür. Meraklı okuyucu metne bir ihtimalmiş gibi davranır, birçok ihtimalin içinde bir tanesi gibi. Bu, eleştirmenlerin yaptığı bilinçli bir hamle, yazarı bir nevi yanlış romanı ya da şiiri yazdığı için köşeye sıkıştırma hareketi değildir. Bunun yerine merak, yaradılışın hassasiyetine karşı kadirşinas bir hassasiyettir; her sanat eserinin bir şeyin parçası olduğu hissidir.
Örneğin Batman, kanuni bir ağırlığa sahiptir. Dönemin, hikâyeleri uyarlanan, hicvedilen ve on yıllar boyu kopyalanan sembol kahramanlarından biridir. Süper kahraman türü içerisinde, Yeşil Fener, Moon Knight ve Iron Man, Batman taklitleri olarak değersizleştirilmişlerdir. Bunlara ek olarak Çin, Rusya, Fransa ve Avusturya temsilciliklerinin resmi olarak ürettiği Kara Şövalye versiyonlarından söz etmeye gerek bile yok. Eğer bir yüzyıl geriye gidersek Zorro, Gölge ve Jean-Paul Sartre’ın sevgili Nick Carter’ı (Le Grand Detective Americain) gibi kahramanlar buluruz. Bunların arkasında da aralarında Sherlock Holmes ve Borges’in favorileri olan Wilkie Collins ve Edgar Allen Poe’nun bulunduğu daha geniş bir dedektif kurgusu türü bulunur. Popülerliğine rağmen Batman; gece infazcılarının, olağanüstü mantığa ve pahalı aletlere sahip dedektiflerin olduğu bir kitapta yalnızca bir sayfadır.
Bu fark edildiği anda Batman özgün olmaktan, diğerlerinin ilham aldığı kalıp olmaktan çıkar. Bunun yerine kahraman, okuyucunun ihtiyaç duyduğu cevabı, daha doğrusu birçok şekilde yazıldığı için birçok farklı cevabı temsil eder. Batman başlı başına bir karakterden çok bir grup özelliği içinde barındıran bir isimdir. Batman’in çeşitli yorumlamaları ortak bir özsel ruha sahip değildir. Bunun yerine Ludwig Wittgenstein’ın Felsefi Soruşturmalar’ında tabir ettiği üzere “ailesel benzerlikler”e sahiplerdir. Kara Şövalye’nin her yeniden doğuşunda karakter, anne ve babasını küçükken kaybetmiştir ama Batman Thomas Wayne oğlunu kaybetmiştir. Çoğu öldürmez ama Batman Arkham Knight kabadayıları yakarak öldürür, sonra da onların dumanı tüten cesetlerinin yanında sevişir. Çoğu sessiz ve gaddardır; ama 1960’lı yılların televizyon Batman’i daha konuşkan ve şakacıdır. Neredeyse hepsi siyah, mavi ve gri giyer ama “Gökkuşağı Batman” bir terzilik isyanıdır. Her hikâye, yalnızca uyarlamalardan oluşan bir uyarlamanın kendine has versiyonundan başka bir şey değildir: Özgünlük ihtimallerden oluşur, esasi bir özden değil.
Merak, bu şekilde tesir ve yineleme peşinde koşmak anlamına gelmek zorunda değildir, doğruları bulmakla da ilgili olabilir: Örneğin Batman gibi huzuru sağlamaya çalışsa da aslında kanunlara karşı gelen birinin emeklilik zamanı gibi. (Nörolog E. Paul Zehr’e göre felç edici sakatlıktan birkaç sene önce.) Yaşamöyküsel olabilir: Batman markasının ardındaki hukuki ve etik çatışma gibi. Elbette, süper kahramanlarla ilgili olmak zorunda değildir; en basit tanımıyla bu ikonik karakterler keşif oyununu daha net biçimde ortaya çıkarırlar. Merak, tahmin edilemez sonuçlara yol açar. Batman üzerine Alan Moore’u, özgürlük üzerine John Stuart Mill’i, asil New York üzerine Edith Wharton’ı ya da ejderhalar üzerine Ursula K. Le Guin’i okurken önemli olan her zaman edebi dünyanın sınırlarını zorlamaktır.
Merak, edebi keyfi mahvediyor gibi görünebilir; çünkü merak özgünlüğe ve mükemmeliyete bir darbe vurur. Geçmişi, paralelleri, gündemleri ve basit hataları açığa çıkarır. Şurası kesindir ki kurgusundaki kaba yabancı düşmanlığının izlerini keşfettikten sonra H. P. Lovecraft’ı aynı heyecanla okuyamam. Masum Borges keyfim de gerici politikası ve ırkçılığı nedeniyle berbat olmuştur. Onun sanki bu dünyadan değilmiş gibi görünen varlığı, yüce gönüllü olduğu kadar sinsi de görünür. Birçok romanın sanatsallığı, gerçek hayattaki eşdeğerleri gösterildiğinde göze yanlış gelmeye başlar. Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’i ya da Simone de Beauvoir’ın Mandarinler’i günlüklerden alınmıştır. Ama bu gerçekleri bulma çabası kendi içinde eğlencelidir. Hume’un dediği gibi bilgelik, bir çeşit avcılık gibidir. Sporun kendisinden uzak olsak bile zaferle ilgilenmeye başlarız. “Olayın hararetiyle, bu neticeye fazla dikkat ederiz,” diye yazmıştır, “öyle ki her türlü hayal kırıklığı bizi huzursuz eder ve oyunu kaçırdığımızda üzülürüz.” Borges ya da Lovecraft’ın hatalarını bulma niyetiyle yola çıkmamış olsam da avımı kovalamaktan ziyadesiyle memnunumdur.
Benzersizliğin altını oymak dışında, merak bazen yenilik atmosferini güçlendirir. Herhangi bir metni saran ihtimalleri göstererek bu sanatın özgüllüğünün altını çizer. Tüm hikâye ve argümanlarda, karakter ve atmosferde, konu ve tabirlerde, yazar bunları harekete geçirir. James Joyce’un Ulysses’indeki resmi soru-cevaptan duyumsal monoloğa geçişte, Ted Hughes’un “The Thought-Fox” şiirinde, “sıcak”taki “ani ve keskin tilki kokusu”ndaki canlılıkta… Her metin bu seçimlerle gücünü elde eder. Joyce’un yazdığı bölüm sadece Katolik sınıf kitaplarından alınmış bitkin bir nakarat değildir. Hughes’un hayvanı, rüya yoluyla şiire esin kaynağı olan yanmış tilkinin aksine bir şey söylemez. (“Dedi ki kes şunu, bizi yok ediyorsun.”) Her eser farklı bir şekilde de yazılabilirdi ve meraklı okur Borges’in sonsuz kütüphanesini deşerek bunu keşfeder. Gerçeğin çekiciliğini fark etmek için saplantılı bir ihtimal hissine sahip olmak gerekir.
Muhterem ve Muhteşem
Evrensel anlamda en çok takdir edilen erdemlerden biri olan merakı övmek kolaydır. Ama her tertibat gibi merak da yanılabilir. Hâlihazırda bulunanı sıçrayarak geçtiği için, merak gerçek olanı fazlasıyla geride bırakabilir. Yaratıcı biçimde okuruz ama sonunda gözlerimizi kısarak uzaktan bakmak zorunda kalırız, işin kendisi bulanıklaşır. Entelektüel çaba, metnin detaylarından ve yazarın seçimlerinden keyifli bir kaçamak halini alır. Merak aynı zamanda neden merakta olduğumuz konusundan bir kaçış, kendi tuhaflık ve kusurlarımızı görmezden gelme yöntemi de olabilir.
Yirminci yüzyılın en önde gelen filozoflarından olan Martin Heidegger’ı örnek alalım. Heidegger’ın ana ilgi alanı ontoloji, yani varlık bilimidir ve neyin ne olduğudur. O aynı zamanda da dar görüşlü bir antisemitist ve Nazi sempatizanıdır. Bu gerçekler okuru zorlayan eserlerini hem gölgeler hem de aydınlatır. Formundayken derin sürprizler sunar, hiçlik yerine bir şeylerin var olduğunu hatırlatır ve bu çok heyecan vericidir. Filozof ve eleştirmen George Steiner, Heidegger’ın politik ve etik başarısızlıklarına haklı olarak eleştirel yaklaşsa da onu “apaçık gerçeklerin yoluna parıldayan engeller” koyan bir “şaşırtma ustası” olarak tanımlar.
Heidegger, kısmen de olsa Sokrates öncesi akımın savunucularının, İsa’dan önce altıncı ve beşinci yüzyıllarda çalışan filozofların rönesansından sorumludur. Heidegger, bu filozofların külliyatından hayatta kalan parçaları almış, onları cesur ve yeni şekillerde, “ilkel Yunanca sözcüklerin özgün gerçeklikleri” diye betimlediği şekillerde yeniden yorumlamıştır.
Heidegger’ın en akılda kalan çalışması Elealı Parmenides üzerine olandır. Muhtemelen en önemli Sokrates öncesi düşünürlerden biri olan Parmenides, beşinci yüzyılın başında başarısının zirvesindedir. Birlik, çokluk ve varlığın sonsuzluğu üzerine düşünceleri ve entelektüel mirası Batı felsefe ve teolojisinin temelini oluşturan Platon’u etkilemiştir. Platon’un Theaetetus’unda, Sokrates Parmenides’i “muhterem ve muhteşem” olarak tanımlar ve derin asaletini anlatır. Bir nesil sonra, Aristoteles de Parmenides’i “sezgisel” anlamda önder saymış ve Fizik’in birkaç bölümünü onun varlık hakkındaki temel fikirlerini devirmeye adamıştır. Aristoteles, Parmenides’in, filozoflar onun güçlü argümanlarını aşmaya çalışırken Yunan atomculuk kavramının gelişmesine öncülük ettiğine inanmıştır. Bu kavram iki bin yıl sonra Aydınlanma dönemi bilim insanlarını yüreklendirmiştir. Parmenides Batılı düşünce sistemlerine dikkat çekici ve kapsamlı katkılarda bulunmuştur ve Heidegger da onun mirasının tanınmasında önemli rol oynamıştır.
Buna rağmen, Parmenides’in tek bilinen eseri, bazı parçalarına ulaşılabilmiş “Doğa Hakkında” şiiridir. Büyük âlimlerin karşısında duran bu kafa karıştırıcı bilge, bize minik bir kitapçıktan daha azını bırakmıştır; elimdeki yayın yalnızca iki sayfadır. Pasajlar eksiktir, metnin parçaları yer değiştirmiştir ve yüzyıllar boyu gerçekleşen kopyalama ve bir daha kopyalama bazı yanlışlıkların önünü açmıştır: orada bir harf silinmiş, şurada bir hece eklenmiş gibi. Çoğu zaman banal sayılabilecek hatalara ek olarak, günümüze ulaşan dizeler antik Yunancadır. Yani bu bir çeviridir ve işin içine anlam karmaşası girer. Parmenides’in birçok fikri, daha sonraki filozofların (örneğin Platon ve Aristoteles gibi) fikirleri ışığında yeniden yazılmıştır. Bu nedenle elimize geçen parçalar yüzyıllar boyu ödünç alınmış ışıkların yarattığı aydınlıkta okunmuştur.
Bu şekilde parçalara ayrılmış oldukları için, Parmenides’in muammalı kırıntıları merak yaratır. Tarih, arkeoloji, dilbilim, antropoloji, edebiyat eleştirisi, felsefe vb. alanların modern araştırmacıları uzmanlık içeren incelemeleriyle boşlukları doldurmaktadır. Elbette ki ilim, Coleridge’in “Kubilay Han”ından Frank Miller’ın Batman’ine kadar birçok esere ışık tutabilir. Ama Sokrates öncesi düşünceleri bu daveti daha bariz hale getirir: kırık bir çömlek gibi, kırık parçalar dikkatli bir yenilemeye muhtaçtır. Parmenides, sayfanın ötesindeki ihtimalleri aramaktan keyif alan sorgulayıcı okurun ilgisini çeker.
Sıçrayış
Heidegger, bu araştırmacı bakış açısını, “kaba” ve “Yunancadan uzak” çevirilerin ana noktayı kaçırdığından şikâyet ederek örneklendirmiştir. “Metafizik’e Giriş” adı altında 1930’lu yıllarda Freiburg Üniversitesi’nde verdiği derslerde, Batı felsefesinin, Sokrates öncesi bilgeliğinin mütemadi ve trajik bir eksik tercümesi olduğunu öne sürmüştür. Parmenides’i on sekizinci yüzyıl Almanı olarak değil de beşinci yüzyıl Yunanı olarak okumalıyız diye savunur. Heidegger, Parmenides’in ifadelerinden birini alıp yeniden yorumlar: “Düşünmek ve var olmak aynı şeydir.”