
Полная версия
Japon masalları
Porsuk en kurnaz hayvanlardandır. Yine üzgün ve yumuşak bir sesle devam etti:
“Çok kabasınız. Beni çözebilirsiniz, kaçmayacağıma söz veriyorum. Kocanızdan korkuyorsanız, arpa dövmeyi bitirdikten sonra beni tekrar bağlarsınız. Bu şekilde bağlı durmaktan o kadar yoruldum ki, her yerim ağrıyor. Birkaç dakika aşağı indirseniz, size öyle minnettar olurum ki!”
Yaşlı kadın iyi mizaçlı, saf biriydi; kimse hakkında kötü düşünemezdi. Porsuğun kaçmak için onu kandırdığı aklına bile gelmedi. Onun için çok üzüldü ve yardım etmek için ona baktı. Bacaklarından tavana sıkıca asılan, ipler ve düğümler yüzünden derisi kesilen porsuğun durumu çok kötü görünüyordu. Kadıncağızın yüreği parçalandı. Yumuşak kalpli kadın, porsuğun kaçmayacağına dair verdiği söze inanıp ipi çözdü ve hayvanı yere indirdi.
Sonra yaşlı kadın, porsuğa tahta bir tokmak verip biraz çalışmasını istedi, kendisi de kısa bir mola verecekti. Porsuk tokmağı aldı; ama çalışmak yerine hemen yaşlı kadının üzerine atlayıp ağır bir darbeyle onu yere yığdı. Sonra kadıncağızı öldürüp lime lime doğradı ve çorba yaptı. Sonra da oturup yaşlı çiftçinin dönmesini bekledi. Yaşlı adam bütün gün tarlasında durup dinlemeden çalışmış ve artık o zararlı porsuk yüzünden emeklerinin heba olmayacağını düşünerek sevinmişti.
Gün batarken işini bırakıp evine dönmek için yola çıktı. Çok yorgundu ama eve gidince sıcak porsuk çorbası içeceğini düşününce neşelendi. Porsuğun kaçıp yaşlı karısından intikam alacağı aklının ucundan bile geçmedi.
Bu arada porsuk, yaşlı kadının kılığına bürünmüştü. Yaşlı çiftçinin yaklaştığını görür görmez onu karşılamak için küçük evin verandasına çıktı:
“Sonunda geldin. Porsuk çorbasını yaptım, kaç saattir seni bekliyorum.”
Yaşlı çiftçi hemen hasır sandaletlerini çıkarıp küçük akşam yemeği tepsisinin önünde oturdu. Ona hizmet edenin karısı değil de porsuk olduğundan bihaber adamcağız, hemen çorbayı istedi. Sonra porsuk birden kendi şekline döndü ve bağırdı:
“Karısını yiyen ihtiyar! Mutfağa git de kemiklere bak!”
Porsuk, alaycı kahkahalarla evden kaçıp tepelerdeki mağarasına gitti. Yaşlı adam tek başına kaldı. Gördüklerine, duyduklarına inanamıyordu. Gerçeği anlayınca öyle dehşete düştü ki, oracıkta bayıldı. Bir süre sonra kendine geldiğinde gözyaşlarına boğuldu. Adamcağız, hıçkırıklar içinde acı acı ağlıyordu. Çaresizce bir o yana bir bu yana sallandı durdu. Evde yaşananlardan habersiz, o kötü hayvanı yakaladığı için mutlu bir şekilde tarlada çalışırken sadık karısının porsuk tarafından öldürülüp çorba yapılmış olmasına bir türlü inanamıyordu. Korkunçtu bu, gerçek olamazdı. Olamaz! O berbat düşünce aklına geldi: o pis hayvanın, zavallı karısından yaptığı çorbayı içecekti az kalsın! “Aman tanrım, aman tanrım!” diye sızlandı durdu. Oradan çok uzakta olmayan, yine aynı dağlarda yaşayan iyi huylu bir tavşan vardı. Yaşlı adamcağızın ağlayıp sızladığını duyunca hemen ne oluyor diye öğrenmeye geldi, yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. Yaşlı adam başına gelenleri tavşana anlattı. Olanları duyunca tavşan, kötü niyetli ve düzenbaz porsuğa çok kızdı. Yaşlı adama, “Her şeyi bana bırak, karının intikamını alacağım,” dedi. Çiftçi nihayet teselli buldu, gözyaşlarını silerek bu güç durumda yardımına koştuğu için tavşana teşekkür etti.

Tavşan, çiftçinin sakinleştiğini görünce porsuğa vereceği ceza için plan yapmaya başladı.
Ertesi gün hava güzeldi ve tavşan, porsuğu bulmak için dışarı çıktı. Ormanda, yamaçlarda ve tarlalarda onu aradı ama hiçbir yerde göremedi. Bunun üzerine tavşan, porsuğun mağarasına gitti ve onu orada saklanırken buldu. Yaşlı adamın gazabından korkan porsuk, çiftçinin evinden kaçtığından beri orada saklanıyordu.
Tavşan şöyle seslendi:
“Böyle güzel bir günde neden dışarıda değilsin? Haydi, gel benimle. Tepelere gidip çimen keselim.”
Porsuk, tavşanın dostluğundan hiç şüphe duymadan onunla dışarı çıkmayı kabul etti. Çiftçiyle karşılaşmaktan korktuğu için onun yaşadığı bu yerden uzaklaşacak olmaktan memnundu. Tavşan, evlerinden çok uzağa götürdü porsuğu. Bu tepelerde uzun, kalın ve tatlı çimenler vardı. Hemen işe koyuldular. Kestikleri çimenleri eve götürüp kışın yemek üzere saklayacaklardı. Diledikleri kadar çimen kestikten sonra bunları balyalar hâlinde bağlayıp sırtlarına aldılar ve evlerine doğru yola çıktılar. Bu sefer tavşan, porsuğun önden gitmesini istedi.
Biraz ilerledikten sonra tavşan, çakmak taşı kullanarak porsuğun çimen balyasını ateşe verdi. Porsuk, çakmak taşının çıtırdama sesini duyunca sordu:
“O ses ne öyle, çat çat?”
“Bir şey değil, canım,” diye cevap verdi tavşan. “Çat çat dedim çünkü bu dağın adı Çatırtı Dağı’dır.”
Çok geçmeden alevler, porsuğun sırtındaki kuru çimen balyasına yayıldı. Porsuk, yanan çimenin çıtırtısını duyunca yine sordu: “O ne?”
“Şimdi de Yanan Dağ’a geldik,” dedi tavşan.
Balya çoktan yanmış ve porsuğun sırtındaki tüyler de kül olmuştu. Porsuk, yanan çimenlerin kokusundan artık ne olduğunu biliyordu. Acıyla çığlık atan porsuk var gücüyle deliğine koşturdu. Tavşan takip etti ve onu, yatağına uzanmış, acı içinde kıvranırken buldu.
“Ne şanssızsın,” dedi tavşan. “Nasıl oldu bu, hiç anlamıyorum! Sana ilaç getireyim de sırtın hemen iyileşsin.”
Tavşan mutlu bir şekilde giderken porsuğun cezasının daha yeni başladığını düşünüyordu. Porsuğun, yanıkları yüzünden ölmesini diledi; çünkü ona güvenmiş yaşlı ve çaresiz bir kadını öldürdüğü için her şeyi hak ediyordu. Evine gidip sos ve kırmızı biber karışımından bir merhem hazırladı.
Merhemi porsuğa götürdü. Sürmeden önce merhemin canını çok yakacağını ama sabretmesi gerektiğini çünkü bunun yanık yaralarına çok iyi gelen bir ilaç olduğunu söyledi. Porsuk teşekkür edip merhemi hemen sürmesi için yalvardı. Yaralı sırtına kırmızı biber sürüldüğü an porsuğun duyduğu acıyı tarif etmeye kelimeler yetersiz kalır. Olduğu yerde kıvranıp duruyor, acısından uluyordu. Onu izleyen tavşan, çiftçinin karısının intikamı alınıyor diye düşündü.
Porsuk, bir ay kadar yatakta kaldı ama sonunda kırmızı bibere rağmen yanıkları düzeldi, iyileşti. Tavşan, porsuğun iyileştiğini görünce bu hayvanı öldürecek başka bir plan hazırlamaya girişti. Bir gün porsuğu ziyaret edip iyileşmesini kutladı.
Sohbetleri esnasında tavşan, balık avlamaya gideceğinden bahsetti. Hava güzel ve deniz sakinken balık tutmanın ne kadar güzel olduğunu anlattı.
Porsuk, tavşanın anlattıklarını büyük bir zevkle dinledi ve bir ay boyunca yaşadığı acıyı ve hastalığı unutup onunla birlikte balığa gitmenin ne kadar eğlenceli olacağını düşündü. Tavşana, tekrar balığa gideceği zaman onu da yanında götürüp götüremeyeceğini sordu. Tavşan tam da bunu istiyordu. Hemen kabul etti.
Tavşan evine gidip biri tahtadan diğeri çamurdan iki tekne yapmaya koyuldu. İşi bitince teknelere şöyle bir baktı.
Planı işe yarar da bu defa kötü porsuğu öldürebilirse bütün bu zahmete değecekti.
Sonunda, tavşanın porsuğu balık tutmaya götüreceği gün gelip çattı. Ahşap tekneyi kendisi aldı, toprak tekneyi ise porsuğa verdi. Teknelerden hiç anlamayan porsuk, yeni teknesini görünce çok sevindi; tavşan ne kadar iyi, diye düşündü. Teknelerine binip yola çıktılar. Sahilden biraz uzaklaştıktan sonra tavşan, hangisinin daha hızlı gideceğini görmek için yarışmayı teklif etti. Porsuk, buna hemen kandı. İkisi de var güçleriyle kürek çekti. Yarışın tam ortasında porsuğun teknesi parçalanmaya başladı. Çamur iyice yumuşamıştı. Korkuya kapılan porsuk, “Yardım et!” diye tavşana bağırdı. Ama tavşan, yaşlı kadının intikamını aldığını, başından beri niyetinin bu olduğunu söyledi. Porsuk artık yaptığı kötülüklerin cezasını alacak, kimsenin yardımını alamadan boğularak ölecek diye seviniyordu. Küreğiyle, batmakta olan çamur tekne gözden kaybolana dek var gücüyle porsuğa vurdu.
Böylece tavşan, çiftçiye verdiği sözü nihayet yerine getirmiş oldu. Sahile doğru kürek çekti. Sonra olanları, düşmanı porsuğun nasıl öldüğünü anlatmak için yaşlı çiftçinin evine koştu.
Yaşlı adam, ağlayarak tavşana teşekkür etti. Bugüne kadar geceleri uyku tutmadığını, gündüzleri huzur bulamadığını, karısının kanının yerde kaldığını düşünüp durduğunu anlattı. Ama şimdi eskisi gibi yaşayabilecekti. Onunla kalıp evini paylaşması için tavşana yalvardı. O günden sonra tavşan, çiftçinin evinde kaldı ve birlikte hayatlarının sonuna dek iki iyi dost olarak yaşadılar.
“şinanşa” ya da Güney Yönünü Gösteren Araba
İğnesi daima kuzeyi gösteren pusula hepimizin bildiği bir nesne ve pusulanın olağanüstü bir şey olduğunu düşünmüyoruz artık. Fakat ilk icat edildiğinde bu nesne, adeta bir mucize olarak görülüyordu.
Yıllar yıllar önce, Çin’de pusuladan da harika bir icat vardı. Adı “şinanşa” idi. Bu, üzerinde bir adam figürünün bulunduğu ve daima güneyi gösteren bir arabaydı. Araba nereye konursa konsun, üzerindeki figür daima güney yönünü gösteriyordu.
Bu tuhaf aracın mucidi, mitolojik dönem Çin imparatorlarından biri olan Kotei idi. Kotei, İmparator Yuhi’nin oğluydu. O doğmadan önce annesi, oğlunun büyük bir adam olacağını öngörmüştü.
İmparatoriçe bir yaz akşamı, gün sonunda esen serin rüzgârlarla rahatlayıp yıldızlı gökyüzünü izlemek için çayırlarda dolaşmaya gitmişti. Kuzey Yıldızı’nı izlediği sırada ilginç bir şekilde her yönde şimşekler çakmaya başladı. Bu olayın üzerinden çok geçmeden, oğlu Kotei dünyaya geldi.
Kotei, büyüyüp adam oldu ve babası İmparator Yuhi’den sonra tahta çıktı. Hükümdarlığının ilk dönemleri, isyancı Şiyu yüzünden sıkıntılı geçti. İsyancı, imparator olmak istiyordu ve bu amaçla savaştı. Şiyu, ayrıca kötü niyetleri olan bir büyücüydü. Başı demirdendi ve onu alt edebilecek hiç kimse yoktu.
Nihayet Kotei, isyancı Şiyu’ya savaş ilan etti ve ordusunu savaş meydanına götürdü. Ordular, Takuroku Meydanı’nda karşılaştı. İmparator cesaretle savaştı ama büyücü, savaş meydanını yoğun bir sis bulutu altında bıraktı. Kraliyet ordusu bu karmaşa içinde hareket etmeye çalışırken, Şiyu askerleriyle beraber geri çekilip tuzağa düşürdüğü kraliyet ordusunun hâline gülüyordu.
İmparator’un ordusu ne kadar güçlü ve cesur olursa olsun, isyancı Şiyu büyü gücü sayesinde kurtuluyordu.
Kotei, sarayına geri döndü ve bu büyücüyü nasıl alt edeceğini düşünerek kafa yordu. Vazgeçmemekte kararlıydı. Uzun süre uğraştıktan sonra üzerindeki adam figürünün daima güneyi gösterdiği “şinanşa” adlı arabayı icat etti. Zira o zamanlarda pusula yoktu. Hep güneyi gösteren bu araç sayesinde, sis her yanı kapladığında bile adamlarının aklı karışmayacaktı.
Kotei yine Şiyu’ya savaş ilan etti. Şişanşa’yı ordusunun önüne koyup savaş meydanına ilerledi.
Savaş çetin başladı. İsyancı, tekrar büyüye başvurduğunda kralın askerlerince geri püskürtüldü. Sonra garip bazı sözler söyledi ve savaş alanı koyu bir sisle kaplandı.
Fakat bu defa askerler sise aldırış etmedi, hiçbiri yolunu şaşırmadı. Kotei, şinanşa’yı göstererek yönünü buluyor ve ordusunu hatasız bir şekilde yönetebiliyordu. İsyancıların ordusunu yakından takip etti ve büyük bir nehre varana dek onları geri püskürttü. Kotei ve adamları gördü ki bu nehir, taşkınlarla kabarmış, geçilmesi imkânsız bir hâle gelmişti.
Şiyu, büyü kullanarak ordusuyla birlikte nehri kolayca geçti ve karşı tarafta bir hisara kapandı.
İlerleyişlerinin sona ermesi Kotei’yi büyük hayal kırıklığına uğrattı; çünkü nehir olmasaydı isyancı ordusuna yetişecekti.
Elinden hiçbir şey gelmiyordu. O zamanlarda tekne henüz icat edilmemişti. İmparator, burada bulabildikleri en güzel yere çadırının kurulmasını emretti.
Bir gün çadırından çıktı ve biraz yürüdükten sonra bir gölete vardı. Su kenarında oturup düşüncelere daldı.
Mevsim sonbahardı. Su kenarındaki ağaçlar yaprak döküyordu ve yapraklar suyun üzerinde yüzüyordu. Sonra suyun kenarındaki bir örümcek, Kotei’nin dikkatini çekti. Küçük böcek, suda yüzen yapraklardan birinin üzerine çıkmaya çalışıyordu. Sonunda bunu başardı ve göletin diğer tarafına doğru yüzmeye başladı.
Bu önemsiz olay sayesinde zeki İmparator, kendisini ve adamlarını aynı şekilde nehrin karşısına geçirecek bir şey denemeyi düşündü. Hemen işe koyuldu ve ilk tekneyi icat edene dek çalıştı. Başarılı olunca adamlarından daha fazla tekne yapmalarını istedi ve çok geçmeden bütün orduya yetecek kadar tekne inşa ettiler.
Kotei, ordusunu nehrin karşısına geçirdi ve Şiyu’nun karargâhına saldırdı. Saldırısı tam bir zaferle sonuçlandı ve ülkesini yıllardır perişan eden savaş sona erdi.
Zeki ve iyi kalpli İmparator, bütün ülkede huzur ve refahı tesis edinceye kadar çalıştı. Bütün tebaası onu çok seviyordu. Halkı, onun hükümdarlığında yıllarca barış içinde yaşadı. Kotei, halkının yararına olan icatlar yapmak için çalıştı. Tekne ve güneyi gösteren şinanşa’nın yanında daha birçok icat gerçekleştirdi.
Neredeyse yüz yıldır ülkesini yönetiyordu. Bir gün yukarı bakarken gökyüzü kıpkırmızı oldu ve altın gibi parlak bir şey yere indi. Yaklaşınca Kotei, bunun kocaman bir ejderha olduğunu gördü. Ejderha, yaklaşıp İmparator’un önünde başını eğdi. İmparatoriçe ve nedimeler korkudan kaçtı.
Ama İmparator yalnızca gülümseyip durmalarını istedi. Dedi ki:
“Korkmayın. Bu, göklerden gönderilmiş bir ulaktır. Buradaki zamanım sona erdi!” Ardından ejderhanın sırtına atlayıp göklere yükseldi.
İmparatoriçe ve nedimeler bunu görünce hep birlikte ağladılar:
“Bizi de bekle! Biz de gelelim,” diyerek ejderhaya tutunup üzerine binmeye çalıştılar.
Ama üzerinde bu kadar çok insanla ejderhanın uçması mümkün değildi. Birkaç kişi ejderhanın sakalına tutunup üzerine çıkmayı denedi; ama tutundukları kıllar kopunca yere düştüler.
Bu arada İmparatoriçe ve birkaç nedime, ejderhanın sırtına binmeyi başarmıştı. Ejderha göklerde öyle yükseldi ki, geride kalan üzgün saray halkı artık onları göremiyordu.
Bir süre sonra sarayın bahçesine bir ok ve yay düştü. Bunlar, İmparator Kotei’ye aitti. Nedimeler, ok ve yayı dikkatle yerden kaldırdı ve bu kutsal emanetleri sarayda sakladılar.
Altın Çocuk Kintaro’nun Maceraları
Evvel zaman içinde Kyoto şehrinde Kintoki adında cesur bir savaşçı yaşardı. Günün birinde güzel bir kadına âşık oldu ve onunla evlendi. Bunun üzerinden çok geçmemişti ki, bazı arkadaşları yüzünden sarayın gözünden düştü ve kovuldu. Başına gelen bu talihsizlik nedeniyle kendini yiyip bitirdi. Kovulmasından kısa bir süre sonra bu duruma daha fazla dayanamayıp öldü. Güzel karısı koca dünyada tek başına kaldı. Kocasının düşmanlarından korkan kadın, Aşigara Dağları’na kaçtı. Odunculardan başka kimsenin uğramadığı bu ıssız ormanda bir erkek çocuk doğurdu ve adını Kintaro yani “Altın Oğlan” koydu. Bu çocuğun olağanüstü bir özelliği vardı: Çok ama çok kuvvetliydi. Büyüdükçe daha da güçlendi. Sekiz yaşına geldiğinde oduncular kadar hızlı bir şekilde ağaçları kesebiliyordu. Sonra annesi ona büyük bir balta verdi. Ormana gidip odunculara yardım ederdi. Oduncular bu çocuğa “Harika Çocuk”, annesine ise “Dağların Yaşlı Annesi” adını vermişlerdi; zira kadına nasıl hitap edebileceklerini bilmiyorlardı. Kintaro’nun sevdiği şeylerden biri de kaya ve taşları parçalamaktı. Artık varın siz düşünün ne kadar güçlü kuvvetli olduğunu!
Diğer çocukların aksine Kintaro, dağlık alanda tek başına büyüdü. Başka arkadaşı olmadığı için hayvanlarla dost oldu ve onlarla konuşup anlaşmayı öğrendi. Yavaş yavaş bütün hayvanlar uysallaşıp Kintaro’yu efendileri olarak gördüler. Kintaro da onları hizmetçileri ve ulakları olarak kullandı. Ama ayı, geyik, maymun ve yaban tavşanı onun özel hizmetkârlarıydı.
Ayı yavrularını getirir, Kintaro’yla boğuştururdu. Çocuklarını almaya geldiğinde Kintaro, ayının sırtına binerdi, ayının mağarasına kadar böyle giderlerdi. Geyiği de çok severdi. Uzun boynuzlarından korkmadığını göstermek için kollarını hayvanın boynuna sarardı. Birlikte çok eğlenirlerdi.
Her zaman olduğu gibi yine bir gün Kintaro dağlara çıktı. Ayı, geyik, maymun ve yaban tavşanı da onu takip ediyordu. Dere tepe yürüdükten sonra güzel dağ çiçekleriyle kaplı büyük bir ovaya vardılar.
Burası hep birlikte boğuşup oynayabilecekleri güzel bir yerdi. Geyik, boynuzlarını bir ağaca sürttü. Maymun sırtını kaşıdı. Yaban tavşanı uzun kulaklarını düzeltti ve ayı da memnuniyetten hırıldadı.
Kintaro dedi ki: “İşte oyun oynayacak güzel bir yer. Güreşe ne dersiniz?”
İçlerinde en büyük ve cüsseli olan ayı cevap verdi:
“Çok eğlenceli olur. En güçlü hayvan benim. Bu yüzden güreşçilere alanı ben hazırlayacağım.” Toprağı kazıp düzelterek alanı hazırlamaya koyuldu.
“Pekâlâ,” dedi Kintaro, “siz birbirinizle güreşirken izleyeceğim. Her tur sonunda kazanana bir ödül vereceğim.”
“Çok eğlenceli olacak! Hepimiz ödülü kazanmaya çalışacağız,” dedi ayı.
Geyik, maymun ve yaban tavşanı güreşecekleri yeri hazırlayan ayıya yardım ettiler. İşleri bitince Kintaro seslendi:
“Şimdi başlayın! İlk karşılaşma, maymun ile yaban tavşanı arasında olacak. Geyik ise hakemlik yapacak. Bay Geyik, siz hakemsiniz!”
“He, he!” diye cevapladı geyik, “Ben hakem olacağım. Şimdi Bay Maymun ve Bay Yaban Tavşanı, ikiniz de hazırsanız lütfen gelin ve yerinizi alın.”
Maymun ve yaban tavşanı hemen yerlerinden zıplayıp güreş alanına koşturdular. Hakem olan geyik, ikisi arasında durup seslendi:
“Kızıl sırt! Kızıl sırt!” (Bunu maymuna söyledi, zira Japonya’daki maymunların sırtları kızıl tüylüdür.) “Hazır mısın?”
Sonra yaban tavşanına döndü:
“Uzun kulak! Uzun kulak! Sen de hazır mısın?”
İki güreşçi karşı karşıyaydı. Yaban geyiği, işaret olarak bir yaprağı kaldırıp gösterdi. Yaprağı yere atınca maymun ile tavşan, “Yoişo, yoişo,” diye bağırarak birbirilerinin üzerine çullandı.
Maymun ile tavşan güreşirken geyik onları cesaretlendirici şeyler söylüyor, bazen de birbirlerini alanın kenarına çekerek düşürecekleri zaman onları uyarıyordu.
“Kızıl sırt! Kızıl sırt! Dayan!” diye bağırdı geyik.
“Uzun kulak! Uzun kulak! Güçlü ol, diren. Maymuna yenilme sakın!” diye hırıldadı ayı.
Böylece, maymun ile tavşan, arkadaşlarının tezahüratları arasında kıyasıya güreşti. Sonunda tavşan, maymunu yendi. Maymun, çelme takmak üzereydi ki tavşan onu iterek alanın dışına attı.
Zavallı maymun sırtını ovarak oturdu. Öfkeyle bağırırken yüzü buruşmuştu. “Ah, ah! Sırtım koptu. Sırtım koptu!”
Maymunu yerde böyle acı içinde görünce geyik, yaprağını kaldırdı:
“Bu tur bitti. Tavşan kazandı.”
Bundan sonra Kintaro, beslenme kutusunu açıp pirinç mantısını çıkardı. Mantıyı tavşana verdi:
“İşte ödülün. Hak ettin bu ödülü!”
Maymun yerinden kızgın bir şekilde kalktı. Japonya’da dedikleri gibi “midesi kalkmıştı”; çünkü oyunu adil bir şekilde kaybetmediğini düşünüyordu. Kintaro ve yanındakilere dedi ki:
“Adil bir şekilde kaybetmedim. Ayağım kaydı, sendeledim. Lütfen bana bir şans daha verin. Tavşanla bir tur daha güreşeyim.”
Kintaro kabul edince, tavşan ile maymun tekrar güreşe başladı. Herkesin bildiği gibi maymun kurnaz bir hayvandır. Bu sefer tavşanı haklamaya kararlıydı. Bunun için en iyi yol, tavşanın uzun kulağını tutmak diye düşündü ve böyle de yaptı. Tavşanın uzun kulağını öyle sertçe çekti ki, hayvancağız acıdan yere düştü. Maymun bu fırsatı kaçırmadı ve tavşanın bacağını yakalayıp çardağın ortasına fırlattı. Şimdi maymun galip gelmişti ve Kintaro’dan pirinç mantısını aldı. Öyle mutluydu ki, sırtının acısını bile unuttu.
Geyik tavşanın yanına geldi. Bir tur daha güreşmeye hazır olup olmadığını, hazırsa da onunla güreşip güreşmeyeceğini sordu. Tavşan kabul edince güreşmeye başladılar. Ayı ise hakem olmuştu.
Uzun boynuzlu geyik ile uzun kulaklı tavşanın karşılaşması hakikaten eğlenceli bir manzaraydı. Birden geyik, bir dizi üzerine çöktü ve ayı elindeki yaprağı göstererek onu mağlup ilan etti. Bu şekilde bazen biri, bazen diğeri kazandı ve iyice yorulana kadar eğlenmeye devam ettiler.
Sonunda Kintaro ayağa kalkıp dedi ki:
“Bugünlük bu kadar yeter. Güreşmek için çok güzel bir yer bulduk. Yarın yine geliriz. Ama şimdi evlerimize gidelim. Haydi!” Böyle söyledikten sonra Kintaro önde, hayvanlar arkada eve doğru yola koyuldular.
Biraz yürüdükten sonra, vadi içinden geçen bir nehrin kenarına vardılar. Kintaro ve tüylü arkadaşları durup nehri nasıl geçeceklerini düşündüler. Köprü yoktu ve nehir hızla akıyordu. Hayvanlar ciddileşmişti, suyu aşıp akşam evde olmanın yolunu düşünmeye başladılar.
Fakat Kintaro dedi ki:
“Bir dakika bekleyin. Hepinize güzel bir köprü yapacağım hemen.”
Ayı, geyik, maymun ve tavşan ne yapacağını görmek için ona baktılar.
Kintaro, nehir kenarındaki ağaçlara doğru yürüdü. Sonunda suyun hemen kenarındaki çok büyük bir ağacın önünde durdu. Ağacın gövdesini kavrayıp bütün gücüyle çekti: bir, iki, üç! Üçüncüsünde Kintaro öyle büyük kuvvetle çekti ki, kök yerinden çıktı, ağaç tam nehrin üzerine düştü. Böylece mükemmel bir köprü oluştu.
“İşte,” dedi Kintaro, “köprüm hakkında ne düşünüyorsunuz? Güvenlidir, korkmayın. Beni takip edin,” dedi ve nehri ilk geçen kendisi oldu.
Dört hayvan, Kintaro’nun ardından nehri geçti. Daha önce hiç bu kadar güçlü birini görmemişlerdi. Hepsi bağrıştı:
“Ne kadar güçlü! Ne kadar da güçlü!”
Bütün bunlar yaşanırken, nehrin kenarında suya bakan birisi, kayanın üzerinde dikilmiş onları gözlüyordu. Kintaro ve hayvan dostlarını şaşkınlık içinde izledi. Bu çocuğun koca ağacı kökünden söküp nehrin üzerine bir köprü olacak şekilde serdiğini görünce rüyada olmadığından emin olmak için gözlerini ovuşturdu.
Oduncu -kıyafetine bakılırsa oduncuydu- gördüklerine şaştı kaldı, kendi kendine dedi ki:
“Bu sıradan bir çocuk değil. Kimin oğlu acaba? Akşam olmadan öğreneceğim bunu.”
Hemen bu tuhaf grubun arkasına takılıp nehri geçti. Kintaro bundan habersizdi, takip edildiği aklına bile gelmedi. Nehrin diğer tarafına ulaşınca Kintaro ile hayvanların yolu ayrıldı. Kintaro onu bekleyen annesine, hayvanlar ise ormandaki inlerine gittiler.
Kintaro, çamların ortasında bir kibrit kutusu gibi kalan evine girer girmez annesini selamlayıp dedi ki:
“Okkasan (anne), ben geldim!”
“O, Kimbo!” dedi annesi gülümsedi oğlunun uzun bir günün ardından sağ salim eve döndüğüne sevinerek. “Bugün çok geciktin. Başına bir şey geldi diye çok korktum. Nerelerdeydin bakayım?”
“Dört arkadaşımı yani ayı, geyik, maymun ve tavşanı tepelere getirdim. Kimin en güçlü olduğunu görmek için güreş müsabakası yaptırdım onlara. Oyun oynarken çok eğlendik. Yarın aynı yere yine gideceğiz, tekrar güreş yapacağız.”
“Peki söyle bakalım, en güçlü kim?” diye sordu annesi, bilmiyormuş gibi yaparak.
“Ah, anne,” dedi Kintaro, “en güçlü benim, bilmiyor musun? Güreşmeme gerek bile yoktu.”
“Peki, senden sonra en güçlü kim?”
“Benden sonra en güçlü olan ise ayı,” diye cevap verdi Kintaro.
“Peki ya ayıdan sonra?” diye sordu annesi.
“Ayıdan sonra hangisinin en güçlü olduğunu söylemek zor. Geyik, maymun ve tavşan aynı güçte gibi gözüküyorlar,” dedi Kintaro.
Kintaro ve annesi, bir anda dışarıdan gelen bir sesle irkildi.
“Beni dinle küçük çocuk! Bir daha güreşeceğiniz zaman, bu yaşlı adamı da yanınızda götürün. O da yarışa katılmak istiyor!”
Bu, Kintaro’yu nehirden beri takip etmiş olan oduncuydu. Takunyalarını çıkarıp eve girdi. Yama-uba ve oğlu çok şaşırmıştı. Davetsiz misafire merakla baktılar. Daha önce onu hiç görmemişlerdi.
“Kimsiniz siz?” diye bağırdılar.
Oduncu güldü:
“Kim olduğum şu an için önemli değil. Ama en güçlü kolların sahibi kim, görmek istiyorum. Ben mi, bu çocuk mu?”
Ömrü boyunca ormanda yaşamış olan Kintaro, yaşlı adama yanıt verdi:
“İsterseniz deneriz, ama kim kazanırsa kazansın öfkelenmeyeceksiniz.”
Bunun üzerine Kintaro ve oduncu, sağ kollarını uzatıp birbirlerinin elini kavradı. Kintaro ve yaşlı adam, uzun süre bilek güreşine tutuştu. Her güreşçi, karşısındakinin kolunu bükmeye çalışıyordu; fakat yaşlı adam çok güçlüydü ve ikili eşit kuvvetteydi. Sonunda yaşlı adam, berabere kaldıklarını söyleyerek çekildi.
“Hakikaten çok güçlü bir çocuksun. Sağ kolumun gücüne sahip olmakla övünebilecek adamların sayısı bir elin parmaklarını geçmez!” dedi oduncu. “Seni birkaç saat önce nehrin kenarında gördüm. Akıntıyı geçmek için o koca ağaçtan köprü yaptın. Gördüklerime inanamadım. Seni evine kadar takip ettim. Biraz önce tecrübe ettiğim üzere, kol gücün gördüklerimin gerçek olduğunu kanıtlıyor. Büyüdüğünde şüphesiz, Japonya’daki en kuvvetli adam olacaksın. Bu uzak dağlarda herkesten saklı yaşıyor olman çok yazık.”
Sonra Kintaro’nun annesine döndü:
“Ve sen, çocuğunu başkente götürmek aklına gelmedi mi hiç? Orada bir samuray gibi kılıç taşımayı öğrenebilir.”
“Oğlumla bu kadar ilgilendiğiniz için çok teşekkürler,” dedi annesi, “fakat gördüğünüz gibi oğlum yabani ve eğitimsizdir. Korkarım, söylediklerinizi yapmak çok güç. Bebekken bile çok kuvvetliydi. O yüzden oğlumu ülkenin bu ıssız köşesine sakladım, zira yanına yaklaşan herkesin canını yakıyordu. Bir gün oğlumu iki kılıçlı bir samuray olarak görmeyi hep istemişimdir; ama başkentte bizi takdim edecek sözü dinlenir kimseyi tanımıyoruz. Korkarım ki umudum asla gerçekleşmeyecek.”