Полная версия
Telli Haseki Hümaşah Sultan
Derya’nın yalnız kaşları annesine benziyor, gözlerinin şekli ve bakışları annesini hatırlatıyordu.
Nuruhayat yanındakilere, “Beni yalnız bırakınız da çocuğumla beraber biraz uyuyayım,” dedi.
Genç saraylı odasında yalnız kalınca kendi kendine konuşmaya başladı.
“Şimdi vicdanımla başbaşayım. İtiraf ederim ki Hamza’yı bu kadar çok sevdiğimi zannetmiyordum. Bu ayrılık, kalbimi, gözümün önünde bir ayna gibi açtı. Kalbimde bazen ona karşı duyduğum kin ve nefretin sevgiden doğduğunu anladım. Hamza ne esrarengiz bir gençmiş, Yarabbim! Onu birdenbire sevseydim, belki de şimdiye kadar kendisinden nefret edecektim. Soğuyacaktım. Fakat böyle olmadı. Ben Hamza’yı yavaş yavaş sevdim. Onun sevgisi önce beynimi sardı. Sonra, günler ve aylar geçtikçe, bu sevgi bir kurt gibi, beynimden kalbime inecek yolu buldu ve son günlerde kalbimde yerleşti. Mehmet Paşa’nın sarayında genç erkeklerle düşüp kalkmaktan zevk almıyordum. Günler haftalara döndüğü zaman Hamza’yı görmek, onun kalpten kopan yalansız ve tatlı sözlerini dinlemek benim için en aziz görev olmuştu. Onun yavaş yavaş sevilen gizli bir cazibesi vardı. Ben, günler geçtikçe, bu cazibeye tutulduğumun farkına varıyordum. Hamza bir gün bana sormuştu: Nuruhayat! Bir çocuğumuz olursa, onu şefkatli bir anne gibi severek büyütecek misin? Hamza’nın bunu niçin sorduğunu biliyordum. O beni sarayda, yalnız Mehmet Paşa’nın gözdesi diye değil, kötü ahlaklı ve sırnaşık birkaç delikanlının sevgilisi olarak tanımıştı. Hamza’nın hakkı da vardı. Sadrazamın sarayında, özellikle de onun beni tanıdığı ilk günlerde, gönül eğlendirmek için neler yapmamıştım. O, beni bu çapkınlarla kol kola, hatta bir gece de Padişahın bülbül bahçesinde âşıklarımdan biriyle göğüs göğse gördüğünü söylemişti. Onun bu asil uyarı ve tavsiyelerine karşı inkârdan başka kuvvetli bir silahım olmadığı için, suçlamalarını şiddetle reddediyordum. Nihayet, bir gece Altıntop Kameriyesi altında âşığımla başbaşa otururken, Hamza’yı birdenbire karşımda gördüm. O dakikada yer yarılsaydı utancımdan yere geçmeye razı olurdum. Sarsıldım… Sendeledim. Âşığım kolumdan tuttu. Beni, donmuş bir et yığınıymışım gibi sürükleyerek kaçırdı. Ah, Yarabbi! O ne müthiş, ne uğursuz geceydi! Hamza’yı orada yalnız bıraktım. Âşığımın koluna dayanarak yürüdüm. Şimdi bu feci sahneyi gözümün önüne getiriyorum. Tüylerim ürperiyor. Kendimden tiksiniyorum. O gece, onu Altıntop Kameriyesi’nin içinde yalnız bırakıp da, beni hiç sevmediğini çok iyi anladığım âşığımın koynunda nasıl sabaha kadar yattığımı düşünüyorum! İnsan günün birinde vicdanıyla karşılaştığı zaman ne büyük bir azap ve acı hissediyor, Allahım! Hamza benim için her fedakârlığı göze aldı. Beni Sadrazamın zulüm ve esaretinden kurtarmak için ufacık bir yelkenli ile vatanından uzaklaştı. Fakat acaba ben, onun bu fedakârlığına rağmen, Hamza’yı mutlu edebilecek miyim? Kulağımda bir ses çınlıyor. Nuruhayat! Kocana sadakat gösterdiğin müddetçe mutlu olacaksın! Kocanın senden istediği şeyi ona ver ki sen de aynı şeyi ondan isteyebilesin! İşte ben bu sesten korkuyorum. Çünkü bu ses vicdanımın sesidir. Yarın, yolumu şaşırıp bu çamurun içine düşersem, yine bu ses kulağımda, Alçak kadın! Ben sana, bir gün bu bataklığa düşüp kirleneceğini söylemedim mi, diye bağırırsa, o zaman yüzümü çamurla örtmekten başka ne yapabilirim?”
Odanın içinde ince, kısık bir ses işitildi.
“Üvveee… Üvveee…”
Derya uyanmıştı. Nuruhayat gözlerini ovuşturarak, “Demin kendi kendime konuşurken uyuyuvermişim,” dedi, “Ne çabuk sabah olmuş!”
Mehmet Paşa’nın Ölümünden Sonra
Kösem Sultan, Telli Haseki’nin son başarısı üzerine sarayda bir süre hiçbir şeye karışmamaya karar vermişti.
Cinci Hoca ise cinleriyle Telli Haseki’yi de korkutmayı başardığı günden beri, “Artık benim için tehlike kalmadı. Varsın Haseki ile arası açık olanlar başlarının çaresine baksın,” diyerek tekrar burnunu kaldırmış ve eskisi gibi memleket halkını kasıp kavurmaya başlamıştı.
Kösem Sultan, esasen batıl inançlara çok kıymet veren ve özellikle Hocanın büyülerine herkesten fazla inanan bir kadındı.
Hoca tespih çekmeye başladığı zaman, Valide Sultan da koynundan necef tespihini çıkarır ve büyük bir huşu ile Hocanın yanına oturarak tespih çekmeye başlardı.
Kösem Sultan’ın bazen tespihe çok daldığı ve saatlerden sonra gözünü açtığı zaman Hocayı yanında bulmadığı da görülmemiş şey değildi.
Cinci Hoca saraydaki yerini ve konumunu güçlendirmeyi başarınca, Kösem Sultan kendi kendine, “Hoca ile iyi geçinmeliyim… Çünkü sarayda Telli Haseki’den sonra ondan başka hükmü geçen kimse kalmadı. Zavallı kızlarımın bile birer halayıktan farkı yoktur,” demiş ve Cinci Hoca’ya eskisi gibi saygı göstermeye, iltifat etmeye başlamıştı.
*Veziriazam Mehmet Paşa’nın bir gece, aniden ve esrarengiz bir şekilde ölümü herkesi hayret ve merak içinde bırakmıştı.
İstanbul halkı mahalle kahvelerinde bu hadise etrafında hayli dedikodu yapmıştı.
“Mehmet Paşa’nın cesedini gözümle görmüş olmasaydım, ölümüne inanmayacaktım.
“Niçin, o da Allahın kulu değil mi? Elbette bir gün ölüp gidecekti.”
“Fakat samur yastıkta ve kuş tüyü yataklarda yatan Veziri böyle hindi boğazlar gibi nasıl ve niçin boğdular acaba?”
“İsabet oldu, arkadaş! Bu riyakâr herif sadrazamlık sandalyesini işgal ettiği günden beri yalnız belini düşünen ve yetmişinden sonra acaba bir çocuk daha yapabilir miyim diye her gece amber yutan bir dalkavuktu.”
“Onun yerine geçen Salih Paşa da sanki ondan iyi bir mal mı?”
“Hiç olmazsa, Salih Paşa eskisinden biraz daha kurnaz bir adamdır. Padişahı onun kadar kötü işlere sürüklemez.”
“Haydi canım, Padişah divanenin biridir.”
“Ben de akıllıdır demedim ya!”
“Bugün kırmızı gördüğünü yarın yeşil diye iddia eden bir adama yaranılır mı?”
“O halde Salih Paşa’nın da ömrü az olacak.”
*Telli Haseki, Bolu Kadısı’ndan dolayı küsüştüğü Mehmet Paşa’nın vücudunu ortadan kaldırdıktan sonra, Sultan İbrahim’i ikna ederek Sadrazamın sarayını da yağma ettirmişti.
Telli Haseki, Mehmet Paşa’nın herkesten rüşvet aldığını, parasız kimseye memuriyet vermediğini biliyordu.
Uzun zamandan beri sadrazamlık sandalyesini işgal eden bir vezirin sarayında neler bulunmazdı?
Sultan İbrahim, “Koca godoşun evinde bulunan değerli eşyanın hepsi kayda geçirilip saraya taşınacak,” demişti.
Telli Haseki bu emri alınca Mehmet Paşa’nın evini yağma ettirdi.
Mehmet Paşa’nın evinin bodrumunda, İngiliz elçisinden o günlerde almış olduğu bir denk samurla iki sandık mücevherat, yüz seksen kese nakit, iki araba acem halısı ve birçok değerli Hint kumaşları bulunarak saraya getirilmişti.
Padişah bunları görünce sevgili Hasekisinin alnından öptü.
“Bu ganimetlerin yarısını sana verdim. Koca godoş beni kandırarak neler neler biriktirmiş,” diye söylendi.
Sultan İbrahim Mehmet Paşa’nın mücevherlerini karıştırırken eline büyük ve çok kıymetli bir zümrüt geçti.
“Bakın şu taşa! Benim hazinemde benzeri yoktur. Hain köpek, sarayımdan bunun gibi nice eşya aşırmıştır. Yağma etsinler bu lanet olasının bütün malları. Evlatları ve dostlarına zırnık bile kalmasın.”
Mehmet Paşa’nın evi ve eşyası yağma edildikten sonra, Sultan İbrahim birkaç gün neşe içinde vakit geçirdi. Telli Haseki’sini yatak odasına kapattı ve yanına kimseyi kabul etmedi.
Hümaşah Sultan, son zaferinin yarattığı geçici bir gururla Hünkârı iyice yönetmeye başlamıştı.
Sultan İbrahim, Telli Haseki’nin gözlerine bayılıyor, “Bakışların ok gibi kalbime saplanıyor… Beni deli edeceksin!” diyordu.
Telli Haseki, Padişahın saflığından yararlanarak yeni Sadrazamı da avcunun içine almak için çareler aradı. Bir akşam Padişaha, “En ufak ve önemsiz işleri bile size danışmadan yapmıyorlar. Hâlbuki böyle basit işleri Sadrazam da divan hükümleriyle icra edebilir. İzin veriniz de bu gibi işler için Efendimizi rahatsız etmesinler,” demişti.
Sultan İbrahim karısının bu sözünden çok memnun oldu ve hatta duygulandı.
“Elmasım!” dedi, “Sen benim sekizinci ve sonuncu karımsın! Sen diğer hasekilerimin aksine, kesinlikle benim üzülmemi istemiyorsun. İşte seni bunun için çok seviyorum. Ferman buyurdum, bundan sonra lalam her şey için beni taciz etmesin. Yalnız, bostancıbaşıyı ilgilendiren bir iş olursa onu mutlaka ben görmeliyim.”
Telli Haseki, bu emri Padişahın yanından ayrılınca derhal Veziriazama bildirdi.
Salih Paşa, yaltaklanmayı Mehmet Paşa’dan daha çok seven, ikiyüzlü bir vezirdi.
Mehmet Paşa’nın arasıra gösterdiği cesareti, bir defa bile gösterecek kadar cesur değildi.
Özellikle de kendinden önceki vezirin feci sonuna şahit olduktan sonra, böyle çılgın bir hükümdara cesaret gösterip de hayatını tehlikeye atmak akıllı işi olamazdı.
Telli Haseki, Padişahın iradesini Sadrazama bildirdiği zaman, Salih Paşa bundan çok memnun oldu.
“Kulunuz sormadan hiçbir şey yapamam Sultanım,” dedi. “Fakat siz bana cesaret veriyorsunuz, kölenizi sessizce dinliyorsunuz. Bundan sonra Padişahımızdan sorulması gereken işler için size bilgi veririm. Siz ne ferman buyurursanız o şekilde hareket ederim.”
“Amber ve samur işleriyle yabancılara ait durumları Padişaha bildirirsin. Hünkârın neşeli zamanında sakın keyfini kaçıracak münasebetsiz bir şey söylemeyesin! Sonra sen de Mehmet Paşa’nın yanına gidersin!”
Telli Haseki, Sadrazamın yüzüne gülerek, “Kösem Sultan’ın gizli işlerinden de beni haberdar etmeyi unutmazsın, değil mi?” dedi ve Salih Paşa’yı kâh tehdit edip kâh iltifatlara boğarak yanından ayrıldı.
Hümaşah Sultan, devlet ve millet işlerine tamamıyla hâkim bir şahsiyet olmuştu.
Salih Paşa, Telli Haseki’den aldığı talimat üzerine, Padişahı ender olarak ziyaret ediyor ve huzura çıktığı zaman Hünkâra kıymetli bir hediye sunuyordu.
Sultan İbrahim, Sadrazamı görünce, önce eline bakar “O bohçanın içinde ne var? Yine ne getirdin bakalım?” diyerek arsız bir çocuk hamlesiyle Salih Paşa’nın üzerine atılırdı.
Salih Paşa, Mehmet Paşa kadar zengin bir vezir olmamakla birlikte Padişahın gözüne girmek için dışarıda en ufak bir rüşveti bile reddetmez ve bu yolla bir hafta zarfında biriktirdiği eşyanın en kıymetlisini Sultan İbrahim’e verirdi.
Bir gün Padişah, “Lalam Mehmet Paşa bu kadar eli açık değildi,” dedi, “Sen nice gani yürekli bir adamsın! Bu kıymetli eşyalar sana ailenden mi miras kaldı ki her gün bana vermekle tükenmiyor?”
Salih Paşa birdenbire şaşırdı. Cevap vermedi. Benzi sapsarı olmuş, dizleri titremeye başlamıştı.
Salih Paşa, o günden sonra, Padişahı sık sık ziyaret etmez olmuştu. Topladığı hediyelerin bir kısmını Telli Haseki’ye gönderiyordu. Sadrazamlığa geldiği yirmi beş günden beri, Padişahın yüzünü ancak beş altı defa görebilmişti.
Sarayda, Salih Paşa’yı, Telli Haseki’den başka koruyan kimse yoktu.
Mehmet Paşa, saray çevresinde kendisine çok taraftar toplamış ve sadrazamlığı zamanında saraydakilerin her birine ayrı iyiliklerde bulunmuştu.
Saray halkı Salih Paşa’dan memnun değildi. Herkes eski Vezirin hasretini çekiyordu.
Telli Haseki bu durumdan memnundu.
Salih Paşa’nın sarayda bir bostancı kadar bile güç sahibi, saygın bir şahsiyet olmamasından, elbette herkesten çok Telli Haseki memnun olacaktı. Çünkü Sultan İbrahim’in sevgili Hasekisi memlekete baştanbaşa hükmedebilmek için Salih Paşa’dan daha ahmak ve yaltaklanmaktan başka şey bilmeyen bir vezir bulamazdı.
Salih Paşa her açıdan Hümaşah Sultan’ın esiri ve yaptığı kötülükler için kullandığı bir alet olmuştu.
*Sultan İbrahim, o gün, Davutpaşa’da bir şeyhin evine okunmaya gitmişti.
Padişah saraydan çıkarken Telli Haseki’yi çağırdı.
“Bugün kendimi iyi hissetmiyorum,” dedi, “Ben dönene kadar zurnalar, çalparalar hazırlansın. Eğer neşeli dönersem, sazendeler yüzümden anlayıp hemen şarkı söylemeye başlasınlar.”
Sultan İbrahim, Davutpaşa’ya araba ile gitmişti.
Kendisine arasıra nefes eden ihtiyar şeyhin evinde otururken, pencereden, nasılsa sokaktan geçen bir arabayı görüp sinirlendi.
Padişahın sokağa çıktığı zaman İstanbul’un hiçbir tarafından tek bir arabanın geçmemesine ve o gün araba hayvanlarının derhal ahırlara sokulmasına dair çok sayıda emir ve ferman verilmişti.
Sultan İbrahim, boynuna geçirilen büyük tespihi çıkarıp yere attı.
“Benim emrim neden yerine getirilmez? Bu arabayı kasten mi buradan geçirdiler? Ben sokağa çıkacağımı Vezire sabahtan haber vermiştim. Niçin ilân edilmedi?” diyerek bağırmaya başladı.
Şeyh, korkusundan tespihini ortadan kaldırdı ve bir köşeye büzülüp oturdu.
Sultan İbrahim hiddetini yenemiyordu. Yanındaki adamlardan birine, “Tez Veziri çağırın,” dedi.
Saraya ve divana birbiri arkasına adamlar gönderildi.
Sadrazam Salih Paşa sarayda ikinci divanına hazırlanırken, birdenbire Padişah tarafından çağırıldığını görünce korktu. Derhal bir ata binip Davutpaşa’ya, Şeyhin evine koştu.
Sultan İbrahim, Sadrazamı görünce, “Ben arabaları yasak etmişken niçin benim sözüm tutulmaz?” diye sordu.
Padişahı ilk defa böyle öfkeli gören Salih Paşa korkudan titredi, perişan bir hale geldi. Ne diyeceğini şaşırdı.
“Kulunuz sabahleyin Bostancıbaşıya ve Defterdar Efendiye haber göndermiştim. Onlar kusur etmişler Padişahım! Benim suçum yoktur,” diyerek Hünkârın ayaklarına kapandı. Fakat Sultan İbrahim, Şeyhe ne kadar güçlü olduğunu göstermek istedi.
“Ben Padişah değil miyim?” dedi “Benim emrim hecesi hecesine neden uygulanmaz? Tez boğun bu lanet olasıca herifi!”
Padişahın öfkesinden herkes korktu. Emrindeki ağalar ve hademeler ne yapacaklarını şaşırmıştı. Sadrazamı boğmak için bir alet bulamadılar.
Salih Paşa, Padişahın şiddetinden korkarak canlı bir iskelet gibi olduğu yerde yıkılıp kalmıştı.
“Padişahım, bana kıymayınız, günahtır! Kulunuz bu işte tamamıyla masum ve günahsızım! İkinci divanıma bütün elçileri davet ettim. Boğazdaki yabancı gemilerin Osmanlı sularından çıkarılması için önemli bir görüşmemiz var. Bu emrinizi yarına kadar ertelemeniz memleket için hayırlı olur,” diye yalvardı.
Sultan İbrahim dinlemedi. Hiddetle yerinden kalktı.
“Ne duruyorsunuz bre melunlar!” dedi, “Çabuk bir urgan bulup getiriniz!”
Sultan İbrahim’in emrindeki ağalardan biri, Şeyhin evini araştırırken kuyunun urganını gördü ve hemen kesip odaya getirdi.
Üç dakika içinde zavallı Salih Paşa’nın işini bitirdiler.
Bu cinayetten sonra, Padişah evin bahçesine indi. Şeyhin sessizliği dikkatini çekmişti.
“Niçin Veziri affetmemi istemedin, Şeyh Efendi?” dedi, “Eğer sen öyle deseydin onu affederdim!”
Sultan İbrahim, o gün saraya döndüğü zaman hiddetliydi.
Telli Haseki, Padişahın yüzünü neşesiz görünce, sazendeleri derhal dağıttı.
O gün de, her zamanki gibi, ne yaptığını bilmeyen ve yalnız cinayetlerde övünen çılgın hükümdar, Telli Haseki’sine, “Bugün arzuma karşı gelen Sadrazamı Şeyhin evinde boğdurdum. Kutsal mührü Kaptan Musa Paşa’ya vereceğim,” diyerek odasına çıktı.
Bu kara haber, bir an içinde Hümaşah Sultan’ı hayret ve dehşet içinde bırakmıştı. Sultan İbrahim de yatak odasında soyunurken kendi kendine söyleniyordu.
“Musa Paşa da çok asabi bir adamdır. Keşke Sadrazamı boğdurmasaydım. Şu Şeyh de ayrı âlem. Allâmeden olduğu halde bana, Padişahım, bundan ötürü bir vezir öldürülemez, günahtır, demedi. Bunun sebebi acaba ne ola? Yoksa Salih Paşa, Şeyhi de gücendirmiş miydi?”
Telli Haseki, Padişahın bu sözlerinden, Sadrazamın, Şeyhin husumetine kurban gittiğini anlayınca, hemen Padişahın huzurundan çıkarak odasına geldi.
“Alacağın olsun Şeyh Efendi,” diyerek kendisine en sadık hademelerden birini çağırdı.
“Şimdi Davutpaşa’daki Şeyhin evine gidip bu ikiyüzlü herife haddini bildiresin ve Salih Paşa’nın hesabını sorasın,” dedi.
Hademe gece karanlığında yola çıktı. Fakat Şeyhin evine gitmeye cesaret edemedi.
“Bugün Hünkârın ziyaret ettiği bir adama ben nasıl kötülük edebilirim,” düşüncesiyle birkaç saat sonra geri dönü.
“Sultanım,” dedi, “Şeyh Efendi evinde yoktu. Komşusuna sordum. Bugün evinde kan döküldüğü için odasında yalnız yatmaktan korktu. Nereye gittiğini bilmiyoruz, dediler.”
Telli Haseki, Salih Paşa’nın ölümünden ötürü çok üzülmüştü.
Yeni Vezir, kendisine onun kadar bağlı kalabilecek miydi?
Musa Paşa’nın ahlak ve mizacından Padişah bile endişe ediyordu.
Salih Paşa’yla sarayda ve dışarıda her işi serbestçe görebileceği sırada, bu olayın olması Hümaşah Sultan’ı şaşırtmıştı.
Sultan İbrahim odasında otururken, bir saat içinde sarayda şu dedikodu dilden dile dolaşmaya başladı:
“Valide Sultan’a gün doğdu. Musa Paşa onun kölesidir.”
Telli Haseki bu dedikoduyu duyunca beyninden vurulmuşa döndü.
Musa Paşa sadrazamlık sandalyesine oturunca ilk yapacağı iş rüşvetin önüne geçmek olacaktı.
Çünkü Musa Paşa bir gün arkadaşlarıyla dertleşirken, “Kardeşim en namuslu ve rüşvet yemez devlet memurlarından olduğu halde, saraydan kendisini sıkıştırıyorlar, her ay beş bin kuruş göndereceksin, diyorlarmış. Dün kardeşime haber gönderdim, saraylıların göğüslerini donatmak için göndereceğin paralar birtakım fakir insanların kesesinden çıkacaksa benim buna rızam yoktur. Fazla baskı görürsen, hemen tası tarağı toplayıp İstanbul’a dön, dedim!” demişti. Ve bu söz Telli Haseki’nin kulağına gelmişti.
Telli Haseki, Musa Paşa’nın bu tok sözlerini hatırlayınca, tekrar Padişahın odasına koştu.
Musa Paşa’dan devlet mührünü geri almak için ufak bir kötüleme ve şikâyetten daha kolay ne olabilirdi?
Hümaşah Sultan, “Şevketlim,” dedi, “Musa Paşa çok tehlikeli bir adamdır. Geçenlerde birçok kimselerin huzurunda sizin aleyhinizde atıp tutmuş…”
*Bu sırada Musa Paşa da saraya gelmişti. Kızlarağası huzura girdi.
“Veziriazam divanda emrinizi bekliyor. Ne buyrulur, Padişahım?”
Yine Kadın Parmağı
Sultan İbrahim, Musa Paşa’yı saraya davet ettiği için yüzüne karşı bir şey söylemedi ancak mührü üç gün boyunca bekleyen adama bir türlü vermedi. Musa Paşa da mührü almayınca dördüncü gün sabah saraya gelmedi. Telli Haseki böylece muradına ermişti.
Musa Paşa üç gün içinde Padişahtan aşağılama ve hakaretten başka bir şey görmedi.
Sultan İbrahim, Musa Paşa’yı atlattıktan sonra durumu Telli Haseki ile görüşürken, “Gözümün nuru,” dedi, “Musa’ya mührü vermedik amma herif bize hayli kırıldı galiba. Gemi tayfalarını ayaklandırıp da başımıza bir iş çıkarmasa bari.”
“Endişe etmeyiniz, Padişahım! Musa Paşa göründüğü kadar cesur bir adam değildir. Efendimiz kime güvenirseniz mührü ona verirsiniz! Musa Paşa’nın çok düzenbaz ve dedikoducu bir adam olduğunu söylüyorlar. Sadrazam olmaması devlet ve milletten çok sizin için hayırlıdır!”
Sultan İbrahim, Sipahioğlu Defterdar Ahmet Paşa’yı vezirliğe uygun görüyordu.
Padişah, her şeyden çok kendini düşünen sevgili Hasekisini alnından öptükten sonra, “Ahmet Paşa nasıl olur?” dedi. “O adamın bana sadakatinden eminim.”
Ahmet Paşa, memleket sınırları içinde ikiyüzlülüğüyle şöhret bulmuş olmasına rağmen esnaf tarafından sevilmiş devlet adamlarındandı.
Saray adamlarının, zaman zaman çarşılarda, pazarlarda esnafın dükkânını basarak karşılığını vermeden amber ve samur almalarını men etmişti.
Sultan İbrahim, Ahmet Paşa’nın bu hâlinden önceden şikâyetçi olanları haklı bulmuşken, kendisini sadrazamlığa getirince, “Namuslu memurlar hazinemin zararına hareketten böylece çekinirler. Tam keyfimce bir devlet adamıdır,” diyerek omzunu okşadı ve ilk gününden mührü kendisine vermekte bir an bile tereddüt etmedi.
Zaten, Ahmet Paşa aleyhinde, Padişaha o günlerde hiç kimse bir şey söylemeye cesaret edememişti.
Ahmet Paşa uzun süre halk içinde yaşamıştı. Esnaftan ve yahut ağalardan kimin aleyhinde konuşup dedikodu yapabileceğini yakından biliyordu.
Telli Haseki tekrar faaliyete geçmişti.
Hümaşah Sultan, yeni Veziri de acaba Salih Paşa gibi kolaylıkla elde edebilecek miydi?
Ahmet Paşa zekâ ve kavrayışına herkesten fazla güvenen, ilmi sohbetlere karışan ve kendi fikirlerini kabul ettirmeye çalışan, gururlu bir adamdı.
Sadrazam Ahmet Paşa, bir gün divanda önemli bir meseleyi görüşüyordu.
Divan Kâtibi Amberizade Hüseyin Efendi, divanda hal edilen ve saptanan meselenin hükümlerini yazarken, Sadrazam, Hüseyin Efendi’yi yanına çağırdı.
“Bana bak, hokkabaz kıyafetli herif,” dedi, “Sen divanın eski kurtlarındansın! Benim sana güvenim yok. Divitini beline sok da hemen buradan uzaklaş!”
Divan Kâtibi Hüseyin Efendi hayretle Sadrazamın yüzüne baktı.
“Kulunuz, divanın en eski emektarlarındanım. Beni kovuyor musunuz?”
“Evet.”
Sadrazam Ahmet Paşa, Divan Kâtibi Hüseyin Efendi’nin işine son verince, işlerin gecikmemesi ve Sultan İbrahim’in de bu görev değişikliğini hoş görmesi için derhal eski divan kâtiplerinden Saraçzade’yi saraya davet etti.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.