
Полная версия
Hatalı tarih
“Demir Şansölye” Otto von Bismarck: Acımasız, Savaş Çığırtkanı, Muhafazakâr ve Dogmatik Bir İdeolog

Önceleri Prusya’nın başbakanı, devamında ise yeni kurulan Alman İmparatorluğu’nun şansölyesi unvanıyla 1862’den 1890’a kadar Almanya’nın kaderini belirleyen Prusya doğumlu Otto von Birmarck, Alman İmparatorluğu’nun kurucusu olarak kabul edilmektedir. 1898’deki ölümünden on yıllar sonra bile “en halis Alman” kabul edilip ulusal bir kahraman olarak büyük bir saygı görmüştür. Fakat 1930’larda ve 1940’larda Almanya’nın başına bela olan aşırı sağ siyasetin kendini meşrulaştırmak için Bismarck’ın imajını kullanması bu derin saygıyı yaralamıştır. Sonunda Bismarck, Nazi rejiminin başa gelmesi için yol döşemiş; acımasız, son derece muhafazakâr bir despot şeklinde şeytanileştirilmiştir.
Avrupa’da üst üste kazandığı Prusya zaferlerinden sonra, bir taraftan 1871’de Alman devletlerinin bütünleşmesini sağlarken, diğer taraftan da ustalıkla kurguladığı ittifak anlaşmalarıyla Avrupa’nın değişen güç dengesine çözüm getirmiştir. Ülkenin içişlerinde ise “Demir Şansölye” Almanya için ulusal bir para birimi ve kanun nizamı hazırlayıp, çıkardığı yasalarla Sosyal Demokrat Parti ve Katolik Kilise’nin gücünü keskin biçimde kırmıştır.
Her zaman şiddetli bir muhafazakâr ve liberalizm karşıtı olsa da, Bismarck gözlerini Avrupa’da savaşa dikmiş dogmatik bir ideolog değildi. Gerçekten de dış politikada mükemmel bir diplomasi izleyen Bismarck için dış ilişkiler görev süresince en çok değer verdiği alanlardan biri olmuştur. Almanya’nın ezeli düşmanı Fransa’yı yalnız bırakmak için sürekli ve incelikli bir şekilde değiştirdiği politik ittifaklarla olası bir savaşı engellemesini bilmiştir. İç politikadaki amacı ise ulusal bir bilinç yaratarak güçlü bir Alman Devleti oluşturmak olmuştur. Bu amaca ulaşmak için Katolikliğe ve sosyalizme saldırdığında bile, kişisel olarak Yahudi karşıtlığını reddetmiş ve radikal milliyetçiliği Alman İmparatorluğu’nun barış ve güvenliğine bir tehdit olarak görmüştür.
1890’daki istifasını ve 1898’deki ölümünü izleyen yıllarda, hem muhafazkârlar hem de liberaller tarafından mitleştirilen Bismarck, 1862’deki bir konuşmasına atfen “Kan ve Demir” politikasının acımasız yaratıcısı olarak görülmüştür: “1848 ve 1849’da anlaşılamayan şey şuydu: Meseleler konuşma ve çoğunluk kararlarıyla değil, demir ve kan ile halledilir.” Özellikle Alman İmparatoru II. Wilhelm’in popülaritesini yitirdiği 1920’li yıllarda, zayıf parlamenter sistemin tam zıddı mutlak liderliğiyle Bismarck, Almanya’nın “büyüklüğünün” temelini atan adam olarak büyük bir saygıyla anılmıştı. Hatta, tüm zamanların en popüler Alman devlet adamlarından biri haline gelmişti.
Robert Gerwarth’ın Bismarck Miti isimli kitapta aktardığı üzere, sonraki Alman liderleri ve politikacıları için yararlı ideolojik bir işlev gören Bismarck imajı, sonunda büyük bir suistimale kurban gidecekti.
Karmaşık Bir KarakterHitler karşıtı Alman muhalefetinin sözcüsü Ulrich von Hassell tarafından “asker botlarındaki güçlü politikacı” olarak tanıtılan Bismarck’la ilgili bu kaba ve basmakalıp yargı, aslında onun son derece karmaşık karakterini anlamaktan uzaktır. Bismarck’ın sert imajının oluşmasına kalın bıyıklı, haşin bakışlı bir Prusya subayı görünümü yol açmış gözükmektedir. Halkın arasına genellikle asker üniformasıyla çıkan Bismarck, aslında orduya sadece bir yıl hizmet etmiş ve oldukça belirsiz geçen bu yıl pek de hoşuna gitmemiştir. Ona yirmili yaşlarının başlarında “Vahşi Bismarck” lakabını kazandıran girişken ve oldukça sert mizacı, hayatının geri kalan yıllarında imparatorla geçinmeye çalışırken, yerini öfke nöbetlerine ve ağlama krizlerine bırakacaktı. Bugüne değin okunmaya devam eden halka açık konuşmaları, bir kendini beğenmişin atıp tutmasından değil, dikkatlice kaleme alınıp zevkle kurgulanmış alay ve ironiden oluşmaktadır.
İmparator II. Wilhelm, Bismarck’ın ününü ilk kez Almanya’nın denizaşırı yayılma politikalarını aklamak için kullanmıştır ama Bismarck çok pahalı bir uğraş olduğundan yabancı topraklarda koloni edinmeye en başından karşıydı. Aynı dönemde Wilhelm Almanya’daki sosyal düzeni eleştirenleri Demir Şansölye’nin mirasına saldıranlar olarak göstermiştir. I. Dünya Savaşı’nda ve onu izleyen yıllarda Bismarck’ın kurduğu Alman Devleti’nin aşağılanması, insanlara Almanya’nın Bismarck’ın ardından neler kaybettiğini hatırlatmıştır. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı ile beraber Weimar Cumhuriyeti’ne karşı kabaran huzursuzluk, Almanya’nın sorunlarını çözebilecek ve eski büyüklüğünü yeniden kazandıracak güçlü ve karizmatik bir “İkinci Bismarck” beklentisini artırmıştır.
Bu Bismarck hayranlığı ise ortaya çıkmakta olan sağ görüşlere tarihsel bir meşruiyet kazandırmıştır. Aslında Avusturyalı olsa da kendini Prusyalı gören ve Bismarck ile Büyük Frederick’in anısını kullanan Adolf Hitler, bu mirası sürdürecek tek yetkin kişinin kendisi olduğunu iddia etmiştir: “Eğer Bismarck ve yoldaşları bugün aramızda olsaydı, onlar da bizim saflarımızda yer alırlardı.” 1933’te Nazi rejimi bir kez kurulduktan sonra, Bismarck’a olan bu toplumsal saygı ortadan kaybolmuştur. Çünkü Naziler geçmişin büyük liderlerinin Adolf Hitler’i gölgelemesine izin vermek istememişlerdir. Robert Gerwarth’ın History Today kitabında söz ettiği gibi, Bismarck için düzenlenen kutlamalar tam da bu yüzden yasaklanmıştır.
Bismarck’ın mitleştirilmesi ve sonraki liderler tarafından sömürülmesi Almanya’ya çok pahalıya patlamıştır. Oysa ki, Almanya’ya yıkım getiren bir laf cambazı ve umursız bir maceracı olan Hitler’le, dikkatli bir politik figür ve ancak gerektiğinde maceraya atılan Bismarck arasındaki farklılıklar çok nettir. Almanya’nın kesin yenilgisinin an meselesi olduğu 1944’te hiçbir zaman Bismarck’ın büyük bir dostu sayılamayacak Ulrich von Hassell şu şekilde yakınmaktaydı:
En azından birimizin çıkıp Almanya’ya saygı duyulası bir isim verdiği gerçeğini çocukça göz ardı ederek, asker botlarındaki güçlü politikacı olarak gördüğümüz Bismarck’la ilgili dünyaya sunduğumuz yanlış resimden utanmalıyız. O, kendi tarzında, dünyada güven kazanmasını bilmişti, bugünse tam tersi yapılmaktadır. Gerçeği söylemek gerekirse, yüksek diplomasi ve başarılı bir ölçülülük onun gerçek yetenekleriydi.
Bismarck HayranlığıBismarck, istifası ve ölümünün ardından şansölyeliği sırasında olduğundan çok daha fazla hayranlık uyandırmıştır. Hareketli dış politikası ile Katoliklik ve sosyalizm karşıtı görüşleri nedeniyle Almanya’nın politik kültüründe güvensizliğe neden olan Bismarck, Katolik karşıtlığını 1880’lerde terk etmiştir. Sosyalistler ise gelişmeye devam etmişler ve 1914’e gelindiğinde Almanya’nın en büyük partisi durumuna gelmişlerdir. İstifası Alman basınında az bir üzüntüye neden olurken, Berlin’den ayrılışına oldukça neşeli kalabalıklar eşlik etmişti. Roman yazarı Theodor Fontane bir mektubunda bu durumdan şöyle bahsetmiştir: “Sonunda ondan kurtulmak ne büyük bir şans!”
1917 Ekim Devrimi’nde Kışlık Saray’ı Lenin Önderliğindeki Bolşevikler Basmışlardı

1917’de Şubat Devrimi’ni izleyen Ekim Devrimi’yle birlikte, Bolşevikler Rusya’da kontrolü ele geçirmişlerdir. 24’ü 25 Ekim’e bağlayan gece Petrograd’daki kilit binaları ele geçiren Bolşevik Kızıl Muhafızlar, bir sonraki gece de Rus Geçici Hükümeti’nin toplandığı Kışlık Saray’ı almışlardır. “Resmi” tarih yazımı, resimler, romanlar ve filmler sarayın basılmasını, sıkı şekilde korunan bu binaya girmek için şiddetle savaşılan bir halk kalkışmasının parçası olarak lanse etmiştir. Gerçekteyse devrim çok daha sessizdi.
Tarihçi Steve Phillips’in Lenin and the Russian Revolution (Lenin ve Rus Devrimi) kitabına göre, devrime eşlik eden olayların anlatımı “açık bir abartmaydı.” Büyük çoğunluğu, Ekim 1917’de yaşananları kahramanca ve yiğitçe bir mücadele gibi göstermek isteyen ve politik doğruculuk temelinde yorumlayan Bolşevik propagandacılar tarafından yaratılmıştı. Bu algı, devrimin üçüncü yıldönümünde resmi olarak düzenlenen sarayın yeniden basılması etkinliğinin yüz bin izleyiciye gösterilmesiyle pekiştirilmiştir. Kışlık Saray’ın Basılması ismini taşıyan bu etkinlikte büyük bir kuşatma ve şiddetli bir savaş resmedilmiştir. Daha sonra gelen filmler de benzer bir imajı tekrarlamıştır. Özellikle 1927’de Sergei Eisenstein’ın çektiği Ekim: Dünyayı Sarsan On Gün isimli belgesel tarzındaki filmde saray, Bolşevik lider Lenin önderliğinde harekete geçen binlerce Kızıl Muhafız tarafından basılmaktadır. Bu film o kadar gerçekçi gözükmüş olmalıdır ki, televizyon belgeselleri yıllarca bu özel sahneyi devrim sırasında çekilen kamera görüntüleri olarak vermiştir.
Resmi Sovyet saplantılarından uzakta ve devrimi çeşitli şekillerde ele alan Batılı tarihçilerin bir kısmı ise, geniş ölçekte gerçekleşen ve kahramanca bir mücadele olarak sunulan bu miti çürütmüşlerdir. Sanılanın aksine Ekim’de gerçekleşen olaylar çok da heyecanlı değildi. Bolşevikler içeriye dalıncaya kadar, Kışlık Saray çoktan terkedilmişti. Kapıları açık binanın memurlarının ve muhafızlarının çoğu kaçmış, içeride kalan az sayıdaki kişiyse kendini hanedanlık bölümündeki özel odalara kapatmıştı. Steve Phillips’in deyimiyle, “neredeyse devirmeye değmeyecek” Kerensky’nin Geçici Rus Hükümeti ise, o güne gelinirken şehirdeki desteğini yitirmiş ve tamamen güçten yoksun düşmüştü.
O anda Rusya’da bulunan İngiliz askeri ataşesi General Knox, sarayın alınmasını şöyle aktarmıştır:
Kışlık Saray’daki garnizonun tamamı başta iki bin kişi civarındaydı. Firarlar bu sayıyı çok aşağılara çekti. Üstelik kimsede savaşacak ruh yoktu ve asteğmenlerin bazıları yakalanmadan kaçabilmek için kadınlardan palto ödünç alıyorlardı. Gece 10’da bu asteğmenlerin çoğu görevini terk etmiş, Mühendislik Okulu asteğmenleri ve Kadınların Ölüm Müfrezeleri adı verilen kadın birliği dışında geride karşı koyacak çok az kimse kalmıştı. Eisenstein’in filmine de dayanak oluşturan Dünyayı Sarsan On
Gün isimli kitabın yazarı Amerika doğumlu gazeteci ve sosyalist John Reed bu olayların birebir tanığıdır. Kitabında Bolşevik isyancılar sabah ikide saraya daldığında, “hiçbir şiddet olayının yaşanmadığını, sadece Alman zengin sınıfının ödünün patladığını” belirtmektedir. İşte Çarlık Rejimi’nin sembolü Kışlık Saray’a yönelik muazzam ve kahramanca baskın bundan ibarettir.
17 Ekim’de gerçekleşen olaylarda Vladimir Lenin’in rolüyle ilgili olarak da yanlış anlatımlar bulunmaktadır. Genel inanışın aksine, Lenin ne Bolşevik birliklerini saraya yönlendirmiş ne de filmlerde, romanlarda, hatta bazen balelerde gösterildiği şekliyle “yumruk havada, ağzı kasılı ve sakallı çenesiyle” bir dizi konuşma gerçekleştirip isyancıları teşvik etmiştir. Aslında kendini devletten gizlemek için sakalını kesen Lenin, devrim sırasında İkinci Kongre’deki kısacık bir konuşmasının dışında, adeta bir strateji uzmanı gibi çalışmıştır. Robert Service’in Lenin kitabında belirttiği gibi “perde gerisindeki ilham kaynağı” olmuştur.
Petrograd’da Ekim Devrimi sırasında hayatını kaybettiği tahmin edilen altı kişinin hiçbiri hükümeti savunan insanlar değildi. Aşağı yukarı bin beş yüz kişinin öldüğü ve yüz binlerce insanın sokakları doldurduğu Şubat Devrimi’nin aksine, Ekim’de bir halk kalkışması söz konusu değildir. Kışlık Saray binlerce asker tarafından “basılmamış”, çok daha az sayıdaki bir grup disiplinsiz asker tarafından neredeyse hiçbir itirazla karşılaşılmadan “ziyaret” edilmiştir.
Lev TroçkiDevrim sırasında Petrograd’daki askeri güçlere Lenin değil, çoğunlukla Troçki öncülük etmiştir. Bolşeviklere Ekim Devrimi’nin hemen öncesinde katılan Troçki 8 Ekim’den itibaren Petrograd Sovyeti’nin başkanlığını üstlenip Askeri Devrimci Komite’yi kurmuştur. Bu komite, 24-25 Ekim gecesine kadar dayanacak olan Kışlık Saray hariç şehri, garnizonuyla beraber ayaklanmadan bir hafta önce ele geçirmiştir. 10 Kasım 1918’de, Stalin Pravda gazatesinde şöyle yazmıştır: “Ayaklanmanın planlanmasıyla ilgili tüm gerekli çalışmalar Petrograd Sovyeti başkanı Yoldaş Troçki’nin kesin emri altında yapılmıştı. Garnizonun Sovyet tarafına geçmesi ve Askeri Devrimci Komite’nin etkili tutumu konusunda, partinin öncelikle ve en çok borçlu olduğu kişinin Yoldaş Troçki olduğu kesinlikle açıktır.” Bu cümleler, biraz ironik olsa da, sonrasında Troçki’nin peşine düşüp onu öldürtecek olan Stalin’e aittir.
Frengi Hastalığını Avrupa’ya Kristof Kolomb Taşımıştı

Genellikle frengiyi Avrupa’yla tanıştıran insanın İtalyan gezgin Kristof Kolomb olduğu düşünülür. 1492’de Amerika’ya yapılan tarihi yolculuk sırasında Kolomb’un yanındaki gemicilerin o yıllarda bilinmeyen bu hastalığa yakalandığı ve bir sonraki yıl da bunu Amerika’dan Avrupa’ya taşıdıklarına inanılmaktadır. Fakat son araştırmalar, Avrupa’da frengi hastalığının, Kolomb’un Yeni Dünya’ya ayak basmasından çok öncelere dayandığını göstermektedir.
Kolomb’u suçlayan bu teorinin kısmen bir temeli vardır. Avrupa’nın bilinen ilk frengi salgını 1494-1495 yıllarında, yani Kolomb’un dönüşünden hemen sonra patlak vermiştir. Önce Napoli’de İtalya’yı işgal etmekle meşgul Fransız birliklerini vuran bu hastalıkla ilgili kaynaklar, Fransız askerleri ve Kolomb’un gemicileri arasında bir bağlantı olduğunu belirtmektedir. Tahminen beş milyon kişinin ölümüne sebep olan frengi, salgın halini alarak Avrupa’yı kırmış geçirmiştir. Antibiyotiklerin bulunmadığı dönemde oldukça korku salan bu hastalık; derisine, eklemlerine, midesine, kalbine ve beynine kalıcı hasar bıraktığı kurbanını birkaç ay içinde ölüme götürmekteydi.
2008’de New Scientist dergisinde yer alan ve frengi ile ilgili bakterilerin farklı türlerini inceleyen yeni kaynaklar da Kolomb etkisini desteklemiştir. Bulgular cinsel yolla bulaşan frenginin son dönemde geliştiğini, dolayısıyla Avrupalıların zührevi olmayan bir türüne yakalandığı bu hastalığın, sonrasında daha ölümcül ve cinsel yollarla bulaşan bir forma dönüştüğünü göstermektedir. En önemlisi, hastalığın cinsel yollarla bulaşmasını sağlayan özelliklerin, Kolomb ve mürettebatının ayak bastığı Güney Amerika’dakilerle benzer olduğu görülmüştür.
Kolomb’un Kurduğu Etkileşim1492’deki Amerika seyahatiyle beraber Eski ve Yeni Dünya arasında geniş ölçekli bir etkileşim döneminin başlamasına yabancı literatürde, tarihçi Alfred W. Crosby’nun tabiriyle “The Columbian Exchange” denilmektedir. Bir kıtadan diğerine yeni yiyecekler, tütün dahil yeni ekinler, yeni hayvanlar, fikirler ve çoğu zaman köle olarak yeni insanlar taşıyan bu dönem, aynı zamanda ölümcül hastalıkları da sürüklemiştir. Grip ve çiçek hastalığı gibi Avrupalı salgınlar Amerika’daki nüfusu kırmış geçirmiş, 1492 ve 1650 yılları arasında Amerikan yerlilerinin nüfusu, tahminen 50 milyondan 5 milyona düşmüştür. Böylece, Kolomb önceki Amerikalılar için soykırımla kıyaslanabilecek bir hızda nüfus azalmasını başlatmıştır.
Fakat yeni bulunan kaynaklar, frenginin Avrupa’da varlığının 1492’deki seyahatten çok öncelere dayandığını göstermektedir. Brian Connell gibi kemikbilimcilerin ortaçağın en büyük hastanelerinden birinin bulunduğu Doğu Londra’da yaptığı kazılarda keşfedilen 1200-1400 yılları arasından yaşamış insan iskeletlerinde açık bir şekilde frengi hastalığının izleri görülmüştür. İncelenen beş bin üç yüz seksen yedi iskeletten yirmiş beş tanesinde bu hastalığın neden olduğu feci kemik hasarları saptanmıştır. Uzmanların doğuştan bu hastalığa sahip olduğunu düşündükleri 10 yaşındaki bir çocuğun iskeletinde, frenginin ileriki safhalarına ait son derece acı verici ve vücudu çirkinleştirici etkiler görülmüştür: Frengi yaralarının kafatasında yol açtığı çukarlar veya köpek dişlerinin kırk beş derecelik yanlış açıyla çıkması gibi. Brian Connell bu durumu, “Semptomlar o kadar belirgindi ki, bulunduğunda şok etkisi yaratmıştı,” diye açıklamaktadır.
Pompei kalıntılarında yapılan son keşifler de Avrupa’da frenginin varlığını daha erken dönemlere götürmektedir. Örneğin, MS 79 yılında Vezüv Yanardağı’nın patlamasında ölen ikiz çocukların kemiklerinde hastalığın hemen hemen kesinlikle kalıtsal olduğu bulunmuştur. Bazı uzmanlar ise Hipokrat’ın Antik Yunan Dönemi’nde cinsel yolla bulaşan frenginin semptomlarını açıkladığını yazmaktadır. Benzer şekilde, on üçüncü yüzyılı on dördüncü yüzyıla bağlayan dönemde, İngiltere’nin Hull bölgesindeki Aziz Augustus takipçisi bir manastırda yaşamış rahiplerin kemiklerinde cinsel yolla bulaşan frengiye ait olduğu düşünülen semptomlara rastlanmıştır. Smithsonian Enstitüsü’nden antropolog Douglas Owsley ise frenginin her iki kıtada bulunduğunu, fakat ortaçağ Avrupa’sında cüzamla karıştırıldığını öne sürmektedir. Buna göre, cüzam sanılan frenginin on beşinci yüzyılın sonlarında yaygınlaşması ise sadece bir tesadüftür. Birtakım moleküler genetik uzmanları da Avrupa’da bir anda ortaya çıkan frenginin bu kıtada halihazırda bolca bulunan akraba bakterilerden kaynaklandığını iddia etmektedir.
Kolomb MitiKolomb bir zamanlar Amerika’nın “kâşifi” olarak nitelendirilmiş olsa da, yerliler aslında binlerce yıldır bu topraklarda yaşamaktaydı ve Vikingler kendisinden birkaç yüzyıl önce bu bölgeye yerleşmişlerdi. Unutulan bir başka gerçek ise, yaptığı dört yolculukta da Karayiplere ve Güney Amerika kıyılarına çıkan Kolomb’un hiç Kuzey Amerika’ya ayak basmadığıdır. Buna ek olarak, Küba’ya ilk gelişinde burayı Asya kıtasının bir parçası sandığından bölge sakinlerine “indios” ismini vermiş ve Batı dillerinde “Hintli” ile “Kızılderileri” kelimelerinin aynı olmasına sebep olmuştur. Seyahatlerinin ardından neredeyse üç yüz yıl boyunca pek bahsi geçmeyen Kolomb’un anısı, Amerikan Devrimi sonrasında, Amerikalıların İngiliz Monarşisi’ne bağlı olmayan tarihi figürler bulma arayışı sonucunda canlanmıştır. Bu dönemde onun hayatı çeşitli kurumlar aracılığıyla masallaştırılarak kitap ve şarkılarda yer almıştır. Örneğin, ABD’nin ulusal marşı olarak kabul edilen “Hail Colombia” 1798’de yazılmıştır. 1930’lu yıllarda Başkan Franklin D. Roosevelt, partisinin kısmen önemli destekçileri İtalyan asıllı Amerikalıları memnun etmek için, “Kolomb Günü” adı verilen bir resmi bayram ilan ederek bu miti canlandırmıştır. Roosevelt dünyayı ve doğayı fethe çıkmış Kolomb’un ruhunun her Amerikalının içinde yaşadığını şöyle öne sürmektedir: “Ulusun çıkarı adına doğayı fethetmiş kadın ve erkeklerden oluşan bir nesle çok da uzak değilsiniz!”
Avrupa’nın ilk bilinen frengi salgını Kolomb’un tarihi yolculuğunun hemen ardından patlak verse de, bu hastalığın Avrupa’ya taşınmasından o sorumlu değildir. Yeni kaynaklar sayesinde frenginin Avrupa’daki varlığının MÖ 1. yüzyıla kadar uzandığı düşünülmektedir. Dolayısıyla, “hatalı tarihin” bir başka örneği olarak Amerika’ya ulaşan ilk Avrupalı sanılıp saygınlık kazanan veya eski ve yeni kıtalar arasında birtakım hastalıkların yayılmasına neden olduğu düşünülen Kolomb sonunda temize çıkmıştır.
Yahudi Soykırımı’nda Temel Katliam Alanları Auschwitz ve Almanya’daki Toplama Kamplarıydı

Yahudi Soykırımı (Holokost) denince Batı Avrupa’daki pek çok insanın aklına Auschwitz ve Alman toplama kampları gelmektedir. Avrupa’daki Yahudi nüfusunun yok edildiği ana ölüm adresleri olarak görülen bu kamplarda toplu katliam, özellikle gaz odaları aracılığıyla endüstriyel bir boyut kazanmıştır. Şu anda yakından tanıdığımız ve bizi dehşete düşüren olayları anlatan anılar, fotoğraflar, kamera görüntüleri ve romanlar, 20. yüzyılın bu en çirkin vahşetlerinden birine tanıklık etmektedir.
Kamplar“Toplama kampı” terimi Nazi Almanyası tarafından her türlü kamp için kullanılsa da, toplama kampı ile imha kampı arasında açık bir fark bulunmaktaydı. İlki bir hapis olarak kurulmaktayken, diğerinin ardında yatan tek amaç çok büyük boyutlarda bir toplu katliamdı. Timothy Snyder’in çığır açan kitabı Blood Lands’de (Kan Toprakları) yazdığı gibi, “Savaş bitene kadar toplama kamplarında gerçekten de yüz binlerce insan öldürülmüştü, ama ne kadar öldürücü olurlarsa olsunlar bu kamplar toplu ölümler için planlanmamışlardı.”
Naziler’in İmha ve Toplama Kampları

Alman işgali altındaki Polonya’da Birkenau yakınlarında inşa edilen Auschwitz hem toplama kampı hem de bir imha kampı olarak hizmet görmüştür. 1944’e gelindiğinde Nazi Almanyası’nın temel imha noktası haline gelen bu kampta Şubat 1943’ten itibaren öldürülenlerin sayısı, Holokost sırasında ölen 5.7 milyon Yahudi’nin yaklaşık altıda birine denk gelmektedir. Gene de Auschwitz ve Almanya’daki toplama kampları, Nazilerin Avrupalı Yahudileri ve yaşamayı hak etmediğini düşündükleri diğer insanları yok etmek için korkunç bir şekilde ve gizlice planladıkları bu kamp sisteminin sadece bir yüzüydü. Synder’in vurguladığı gibi, “Avrupa’daki toplu ölümler genellikle Holokost’la, Holokost ise hızlı ve endüstriyel ölümlerle ilişkilendirilir. Fakat bu resim oldukça basit ve temizdir.” Gerçekte, Almanlar işgal ettikleri bölgelerde çoğu toplama kamplarının dışında uygulanan başka birtakım ilkel yöntemler de kullanmışlardır. Örneğin açlık, angarya, ani infaz ve toplu halde kurşuna dizme gibi.
AuschwitzSovyetler Birliği karşısında geri çekilmeye başlayan Almanya’nın Sovyet Yahudilerini toplu halde kurşuna dizmeye devam edememesi üzerine, Auschwitz 1944’te Holokost’un merkezi haline gelmiştir. Bununla beraber, Kızıl Ordu’nun gittikçe yaklaşması Polonya’daki Reinhard ölüm kamplarının kapatılmasını sağlamıştır.
Normalde Alman nüfusunun sadece yüzde birine denk gelen iki yüz bini Alman Yahudisi olmak üzere üç yüz bin kişiden oluşan Nazi kontrolündeki Yahudi nüfusu, Polonya’nın işgaliyle birlikte iki milyon civarına yükselmiştir. İşgal sonrasında Polonyalı siviller, Yahudi olup olmadıklarına bakılmadan, binlercesi bir arada Einsatzgruppen adı verilen ölüm mangaları tarafından kurşuna dizilmişlerdir. 1940’tan itibaren Yahudi nüfusun başka bir yere sevk edilene kadar kalacağı ve çalışma kampı olarak düzenlenen gettolar oluşturulmuştur. Yüz binden fazla Yahudinin sürüldüğü Varşova gettosunda yaklaşık altmış bin kadar insan açlık ve yoksulluk sonucu hayatını kaybetmiştir.
Baltık Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin batısının 1941’de işgal edilmesiyle beraber, toplamda beş milyona varan bir Yahudi nüfusu Alman Devleti’nin kontrolü altına girmiştir. Aynı yıl Hitler, Himmler ve Goering’e tüm Yahudilerin yok edilmesi emrini vermiştir ve 1941 yılına gelindiğinde ağırlıkla Doğu Polonya, Litvanya, Letonya, Estonya ve Sovyetler Birliği’nin batısındaki, Molotov-Ribbentrop Hattı’nın doğusuna denk gelen bölgelerde kurşuna dizmeler korkutucu boyutlara ulaşmıştır. (Bakınız, yukarıdaki harita) Sık sık yerel polis ve görevlilerinden yardım alan Einsatzgruppen, kurşuna dizmelerin büyük bir kısmını gerçekleştirdikten sonra, SS takviye güçleri devreye girmekte ve erkek, kadın, çocuk demeden tüm topluluğu ortadan kaldırmaktaydı. Eylül 1941’de, Kiev’deki işgalci Alman askerlerini öldüren bir bombalama olayının rövanşı olarak, tüm Yahudilere yeniden yerleştirileceklerine dair her zamanki yalan söylenerek şehrin bir noktasında toplanmaları emredilmişti. Bunun yerine, hepsi Babi Yar Vadisi’nin uçurumuna sürüldü ve her bir tanesi kendi ölümünü getirecek kurşun sesini duyana kadar dağ gibi yükselen cesetlerin üstünde yatmak zorunda bırakıldı. Toplam otuz altı saat süren bu olay otuz üç bin yedi yüz altmış bir insanın hayatına mal olmuştur. 1941 sonuna kadar ise benzer şekilde öldürülenlerin sayısı bir milyona yaklaşmıştır.
Sivilleri toplu bir halde kurşuna dizmeler 1942 yılı boyunca devam ederken, öncelikle Sovyet asker tutsakları üzerinde denenen gaz kamyonlarının kullanımı da Alman işgali altındaki topraklara yayılmıştır. Benzer öldürücü gaza dayalı faaliyetler aynı şekilde Molotov-Ribbentrop Hattı’nın batısına da yansımış ve Polonya’da Belzec, Sobibor ve Treblika imha kampları kurulmuştur. Görece az bilinen bu kamplar Gestapo Şefi Reinhard Heydrich’in ismiyle anılan Reinhard Operasyonu’nun tamamlanması için tamamen öldürme amacıyla inşa edilmişti. Dolayısıyla bunlar, birincil olarak köle emeği kullanımı ve hapishane merkezleri olan Belsen ve Dachau gibi diğer Alman toplama kamplarından ayrılmaktadır. Chelmno’yu da dahil edildiğinde, Reinhard imha kampları bir buçuk milyon civarında Yahudi’yi ortadan kaldırmıştır.

Ağustos 1939’da kararlaştırılan Molotov-Ribbentrop Hattı’nı gösteren harita