bannerbanner
Antik mısır
Antik mısır

Полная версия

Antik mısır

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 4

Saf olarak görülmeyen birkaç hayvan türü de vardı. Örneğin domuzlar bu türdendi, onlarla domuz çobanları hariç kimsenin bir işi olmazdı. Elbisesinin etekleri yanından geçen domuza değen bir adam, koştura koştura nehre iner ve kiri temizlemek için hiç düşünmeden tüm kıyafetleriyle birlikte suya atlardı.

Yılanlar ve benzer hayvanlar da genelde kötü yaratıklar olarak görülüyor ve yok ediliyorlardı. Ruhun yeraltı diyarında karşılaşacağı en büyük düşman, dini yazıtlarda devasa bir yılan olarak tasvir edilen Apep ismindeki sürüngendi. Yine de birkaç türün kutsal kabul edildiği ve bu türe karşı derin bir saygı beslendiği de oluyordu, bunlardan biri uraeus4 yahut basilisk yılanlarıydı. Resmi, Mısır’daki tapınakların neredeyse tümünün kapılarının üstüne oyuluyordu. Altından yapılma tasviri ise Mısır tacının başlıca süsü olarak kullanılıyordu.

Kuş türlerinin birçoğu da kutsal sayılıyordu. En başta şahin, sonrasındaysa beyaz tüylü, uzun siyah kuyruklu, leylek bacaklı kelaynak geliyordu. Şahin Horus’la, kelaynak ise Thoth’la ilişkilendirilmişti. Bu kuşlardan herhangi biri kasten ya da kazara öldürülürse, öldüren kişi ölümle cezalandırılıyordu.

Velhasıl Antik Mısırlılar, Tanrı ve onun varlığını çevreleyen tüm canlılara dair kesin ve düzenli bir inanca sahipti. İnançlarına göre kendilerini, dünya üzerinde yaptıkları iyi veya kötü işlere göre, ahirette mükâfatlar yahut cezalar bekliyordu. Ahiret inançları, tüm düşüncelerini ve eylemlerini etkiliyordu. Tanrılara başvurmadan hiçbir işe girişmezlerdi. Tüm işlerini tanrıların gözetlediğini düşünerek yaparlardı. Dolayısıyla çok ahlâklı bir yaşam sürüyorlardı, öğretileri ise asil ve saf bir nitelik taşıyordu.

Bu insanlar, cennete gidecek olanın yalnızca ruh olduğuna inanmıyorlardı: Bedenin de yükseleceğini ve çok daha kusursuz bir diyarda varlığını sürdüreceğini düşünüyorlardı. Bu nedenle ölümden sonra bedene büyük bir önem veriliyordu; böylece ruh geri dönüp onu talep ettiğinde beden hazır olabilecekti. Cansız beden, mumyalama konusunda özel bir eğitim görmüş kişilere teslim edilirdi. Bu kişiler güzel kokuları ve gizemli ilaçları kullanarak cansız bedenleri çürümeye karşı dayanaklı bir hale getiriyordu. Bu insanların maharetleri, bugün müzelerimizde bulunan birçok mumyada açıkça görülebilir. Bu mumyalar, dinlenmeye çekildikleri günden binlerce yıl sonrasında bile, sanki canlı gibi görünüyor.

Eğer mumyalanan bir firavunun ya da yüce bir soylunun bedeniyse mumya, yan taraflarında ölünün yeraltı diyarındaki yolculuğunu tasvir eden oymaların yer aldığı, granitten yapılma ihtişamlı lahitlere yatırılırdı. Onu bekleyen yolda ruha yardımcı olması maksadıyla mezarın çevresine ölünün koruyucu tanrılarının heykelleri yerleştirilir, duvarlar kutsal metinlerle kaplanır ve parlak renklere boyanırdı. Bu denli pahalı cenazelerin altından kalkamayacak kimseler, üzerine kutsal metinlerle birlikte ölünün resminin de çizildiği ahşap tabutlarla yetinirlerdi. Müzelerde çok sık rastladığımız tabutlar genelde bu türden tabutlardır. Lakin tabut ister granit ister ahşap olsun, hatta isterse ölünün etrafını çevreleyen şey yalnızca dostane çöl kumları olsun; bunlar çok da büyük bir önem arz etmiyordu. Beden orada, sakin ve dingin bir huzur içinde, tekrar birleşmek üzere yolculuğundan ve mücadelelerinden dönecek ruhu bekliyordu. Bu birleşme gerçekleştiğinde saflık ve hakikat özüyle dolacak, “Muhteşem Huzur Tarlaları” diye adlandırılan topraklara gideceklerdi.

3. BÖLÜM

Her Şeyin Başlangıcı

Cağlar önce, sayabileceğinizden çok ama çok uzun yıllar önce ne toprak ne deniz ne de gökyüzü vardı. Tüm mekâna yayılan su dolu kütleden başka hiçbir şey yoktu ve bu durum zamanın başlangıcından beri böyleydi. Bu kütlenin içinde bir tanrı, yani o kütleyle birlikte her zaman var olagelmiş Ruh yaşıyordu. Ne bir biçime ne bir bedene ne de gerçek bir varoluşa sahipti. Sıvı kütlenin kendisinin içinde de bir yaşam, bir hareket ya da bir gün bu kütleden güzel dünyamızın ve yıldızlarla dolu gökyüzümüzün doğacağını işaret eden bir belirti yoktu.

Bir gün öyle bir şey oldu ki suyun içinde yaşayan Ruh, adını dile getirmek için hareket etti, bu hareket ona bir tanrı formu bahşetti; Ruh, devasa ve müthiş bir bedene sahip oldu. Diğer tanrılar, insanlar ve kadınlar, hayvanlar ve bitkiler, kısacası yaratılan her şey ondan doğacaktı. Adı Khepera’ydı, tüm şeylerin ışığı ve yaşamı oldu. Oracıkta tek başına, vakur bir halde derin derin düşünmeye başladı.

Khepera’nın üstünde dikilebileceği bir yer o sırada yoktu, bu yüzden uzun uzun düşündükten sonra, sıvı kütlenin içindeki maddeleri ayırmaya karar verip toprağı ve denizi yarattı. Sonrasında kendisine yardım edecek başka tanrılar yaratmanın uygun olacağını düşündü. Kelamının gücüyle iki yardımcı yarattı; biri ışığın kaynağı, diğeriyse dünyanın üstünde büyük, mavi bir perde gibi asılı gökyüzü oldu.

Bir ışık tanrısı var olmasına rağmen, ışığı karanlıktan ayıracak herhangi bir şey yoktu. Bir gün yeni tanrılar Khepera’ya devasa bir ateş topu getirdiler, Khepera bu ateş topunu alıp onu bir göz niyetine çehresine yerleştirdi. Bu göz o kadar parlaktı ki tüm dünyaya ışık saçıyordu, gökyüzündeki günlük seyahati sırasında dünyada gerçekleşen her şeyi görebiliyordu. Bu göz güneşin ta kendisiydi. Yalnızca tüm ışığın ve ısının, yani dünya üzerindeki tüm yaşamın kaynağı değildi; aynı zamanda her şeyi görebiliyordu, ondan hiçbir şey saklanamazdı, sonraki çağlarda insanlar onu bir tanrı, hatta tüm tanrıların en büyüğü olarak gördüler.

Bir gün Ra, ki bu o gözün adıydı, neler gördüğünü Yüce Ruh’a bildirmek için gökyüzündeki seyahatinden geri dönmüştü ki Khepera’nın başka bir göz daha bulduğunu gördü. Doğru, bu göz Ra kadar güçlü değildi, fakat Ra yine de sinirlenmişti. Işıkveren olarak elinde tuttuğu ulu mertebeyi kaybedebileceğini düşünmüştü, en iyi ihtimalle bu hükümranlığı bir başkasıyla paylaşmak zorunda kalacaktı. Kıskançlıkla dolarak Yaratıcı’ya öfkelendi. Bunun üzerine Khepera, belki de Ra’yı cezalandırmak için, yeni gözünün Ra’nın gökyüzünde olmadığı vakitlerde yalnızca ışık saçmayacağını, ayrıca zamanın da onun yoluyla ölçüleceğini duyurdu. Böylece diğer göz, yani ay, tüm insanlarca bir ayın uzunluğunu hesaplamak için kullanılageldi.

O zamana dek Khepera’ya işinde yardımcı olacaklardan başka hiçbir varlık yaratılmamıştı. Ama artık Khepera, dünyayı kendisine tapacak yaratıklarla doldurmaya karar verdi. Önce altı tanrı daha yarattı, her birinin kendine has görevleri vardı ve sonraki günlerde insanlıktan hak ettikleri saygıyı göreceklerdi. Ardından gözyaşlarından erkeği ve kadını yarattı, onları dünyaya koydu. İnsanlar yaşamdan zevk alabilsinler diye ağaçları, bitkileri, çimenleri ve büyüyen her tür yeşilliği yarattı. Sonrasında sürüngenlere, kuşlara ve tüm hayvanlara can verdi. İnsanların ihtiyaçlarını bu şekilde karşılayan Yaratıcı, dinlenmeye çekildi. İşte her şey böyle başladı.

4. BÖLÜM

Ölümden Sonraki Yaşam

I- Mısırlıların Cenneti

Nil Vadisi’nin ilk sakinlerine göre dünya, bizim bildiğimize kıyasla çok daha farklıydı: Kuzeyde çok büyük yüksekliklere ulaşan yüce dağlarla çevrili, uzun ve dar bir vadiden oluşuyordu.

Dünyanın üzerinde gökkubbe bulunuyordu, bazıları bunu bir yüz olarak görüyordu. Güneş ve Ay bu yüzün gözleriydi, uzun dalgalı saçlarıysa kubbeyi destekleyen sütunları oluşturuyordu. Buna karşın birçok insan da gökyüzünün demirden bir kubbe olduğunu düşünüyordu; bu “semavi metal” kuzeyde, güneyde, batıda ve doğuda etraflarını çevreleyen dağların yüksek zirveleriyle havada tutuluyordu. Dağların yamaçlarının üzerindeki geniş tabakalarda göksel Nil akıyor, doğuyla batıyı engin bir yarı çember şeklinde bağlıyordu. Bu akıntıda Güneş Tanrısı Ra’nın Milyonlarca Yıllık Kayık adı verilen kayığı süzülüyordu, Ra bu kayıkta olduğu sürece dünya ışıkla doluyordu. Ra, akşam olunca Manu’ya, yani Nil’in dağ sırasının ardındaki derin bir boşluğa döküldüğü batıdaki dağa vardığında gözden kayboluyor, sonraki sabaha kadar tekrardan görünmüyordu. Sabah olunca doğudaki dağ Bakhu yakınlarında seyahatini tekrar gerçekleştirmek için ortaya çıkıyor, yeryüzüne cömert lütuflarda bulunuyordu.

Nehir günbatımında kaybolunca Güneş Tanrısı yoluna kayığıyla devam etmiyordu, yine de kayığın ruhu tüm yolculuklarda onun yanında oluyordu. Ra dünyayı örten çatının üstüne geçiyordu. Tanrıların, tanrıçaların ve cennete girme şerefine erişen insanların yuvası buradaydı. İnsanların girmek için çabaladığı cennet burasıydı, buraya Huzur Tarlaları deniyordu. Burada yüce Ra, güç ve ihtişam sembolleri olan aslan başları ve boğa toynaklarıyla süslü muhteşem tahtında oturup adalet dağıtıyor, dünyadaki ve gökyüzündeki tüm şeyleri yönetiyordu. Tahtının etrafında oturan ya da dikilen yardımcı tanrılar, efendilerinden gelecek bir işaret ya da söz üzerine emirleri uygulamak için hazır bekliyorlardı.

Başka yüce tanrılar da vardı, bunların birçoğunun gücü neredeyse bizzat Ra’nın gücüne denkti, hepsi azizlerden seçilmiş topluluklarıyla birlikte duruyorlardı. Ayrıca ihtişam konusunda bu güçlü ilahlardan çok uzak, ancak geride bıraktıkları kişilerden de aynı ölçüde uzak olan, ölümün gölgeli vadisini geçmeyi başaran, dostane tanrıların yardımı ve dünyadaki iyi işlerinin fazileti sayesinde öte taraftan gelip kutsanmışların topraklarına kabul edilen insanlar vardı.

Aalu adı verilen bu yer, ilk toplulukların kafasında kurduğu gibi bir cennet değildi: Burada ışıltılı saraylar, altından sokaklar, paha biçilemez mücevherlerle süslenmiş şaşaalı binalar yoktu. Mısırlılar buradaki yaşamı dünyadaki hayatlarının bir devamı olarak görüyorlardı, fakat tabii ki burada acı ve keder yoktu. Dolayısıyla onların cenneti, suyu doğrudan göksel nehirden gelen sayısız kanalların suladığı verimli toprakları içeriyordu. Dolu dolu beyaz buğday ve kırmızı arpa yetişiyor, üzüm asmaları ve incir ağaçları meyve veriyordu. Cennet sakinleri dinlenmek istediğindeyse görkemli çınarlar engin gölgelikler sağlıyordu.

Bu yaşamı bütünüyle boş bir yaşam olarak görmüyorlardı. Tıpkı daha önce yaptıkları gibi saban sürmeleri, ekmeleri, biçmeleri ve harman dövmeleri gerekiyordu. Fakat daha önce yaşadıklarıyla gelecekte yaşayacakları yaşam arasında büyük bir fark vardı. Orada iş daha hafifti, daha önce kendilerine kaygı veren durumlardan uzaklardı. Nil’in gece gündüz savurduğu tehditler, yani olağanüstü taşkınlar hakkında kaygılanmalarına gerek yoktu, ayrıca toprakları güneşin yakıcı ışınlarıyla da kavrulmayacaktı. Cennete girecek kişiyi daha önceden rahatsız eden bu ve buna benzer felaketlere karşı tanrılar önceden uygun önlemleri alıyor, her şeyi derli toplu bir hale sokuyorlardı, bu sayede kaygı nedir bilinmiyordu.

Dünyada doğanların her biri cennet mutluluğuna erişemiyordu. Bazıları buna layık değildi, zayıfların çoğu karanlık vadiyi geçerken tökezliyordu. Yalnızca dünyadaki asil eylemlerinin faziletleri, tanrıya gösterdikleri saygı ve izzet, son olarak da ölümden sonraki yolculuğa özenle hazırlanma sayesinde güçlenen kişiler, nihayetinde Huzur Tarlaları’na varmayı ümit edebilirdi.

II- Mısırlıların Cehennemi

Göksel Nil Nehri’nin Manu Dağı’na varınca derin bir boşluk içinde kaybolduğunu ve tekrar Bak-hu Dağı’na doğru yükseldiğini okudunuz. Bu iki zirve arasında Güneş Tanrısı Ra’nın kayığı gözden kayboluyordu, çünkü orada Tuat adı verilen bir bölgeden geçiyordu. Burası ölümün ele geçirdiği erkeklerin ve kadınların ruhlarının gittiği yerdi.

Tuat’ın başlıca kısmı Amentet adı verilen derin bir vadiydi. Burası yarı çember şeklindeydi, yanları kayalık ve sarptı. Tabanında Manu Uçurumu’ndan aşağı süzülen göksel nehir akıyordu. Bu bölgede ebedi gece hüküm sürüyordu. Kara ve çamurlu sulardan öylesine pis bir buhar yükseliyordu ki, bu buharı soluyan hiçbir insan yaşamına devam edemezdi. Nehir boydan boya türlü türlü dehşetle doluydu, burası en yiğit kalpleri bile korkuya boğabilirdi. Ruh, cennete girebilmek için önce bu korkunç yolu geçmek zorundaydı.

Tuat on iki bölgeye bölünmüştü, bölgelerin her biri gecenin bir saatine denk geliyordu. Her birinin girişi devasa duvarlar ve kapılarla korunuyordu, önlerinde korkunç yılanlar kol geziyordu. Devasa uzunluktaki yılanlar ve sürüngenler, nehri çevreleyen kayalıkların üzerinde büklüm büklüm bir halde, yol için gerekli özeni göstermemiş yolcuları kapmak için bekliyorlardı. Bazen tepedeki uçurumlardan sarkıyorlar, gafil avladıkları seyyahları yakalayıp bedenleriyle güçlü bir şekilde sararak eziyorlardı. Yine nehrin tam ucunda geziniyorlar, geçenleri yutmak için ateş püskürüyorlardı.

Şüphesiz ki ruh tek başınayken tüm bu tehlikeleri hiç yara almadan atlatmayı umamazdı. Bu yüzden ölenler her gece Amentet’in girişinde toplanıyor, Ra’nın kayığı kasvet diyarına vardığında da kayığa alınmak için akın ediyorlardı. Çoğu kayığa tırmanmayı başarıyordu, ancak gereğince hazırlanmayan çok daha fazlası, korkunç sürüngenlerce yutuluyor ya da derinliklerini devasa timsahların mesken tuttuğu zifiri sulara düşüp yem oluyordu.

Milyonlarca Yıllık Kayık’a binmeyi başaran şanslı kişiler artık Ra’nın koruması altına girmiş oluyorlardı. Yine de bu bile onları endişeden kurtaramıyordu, hâlâ nehirle kıyıları dolduran ve kayığı devirip içindekileri yok etmek isteyen düşmanlara karşı mücadele etmek zorundalardı. Çoğu zaman bu mücadele şiddetli ve uzun oluyordu; fakat Ra’nın desteği, öğrendiği dualar ve büyülü sözler sayesinde güçlenen ruh, her türlü düşmanı alt edebiliyordu.

Ruh, Tuat’ın ilk beş bölgesinde bu şekilde yol alıyordu. Bu bölgelerin her birinde Ra, en yüce tanrı olarak görülüyordu. Ardından kayık, gecenin ortasında, en muhteşem bölge olan altıncı bölgeye varıyordu. Burası Ölülerin Yargıcı Osiris’in salonuydu. Ruh burayı yalnızca dünyada gerçekleştirdiği iyi amellerin fazileti sayesinde geçebilirdi. Burada Ra’nın yüceliği bile ona yardım edemezdi. Güneş Tanrısı başka yerlerde çok yüce ve karşı konulamaz olmasına rağmen, Osiris’in hükümdarlığında söz hakkı yoktu. Salona varıldığında dışarıda kalmalıydı, ruh bu kez tek başına dayanmalıydı.

Görkemli salonun uzak ucunda, dokuz geniş basamakla çıkılan muhteşem altın tahtın üstünde, haşmetli yargıç oturuyordu. Elinde saltanat asası, başında Aşağı ve Yukarı Mısır’ın çifte tacı vardı. Bir yanında eşi İsis, bir yanında kız kardeşi Neftis duruyordu. Kişinin kalbinin tartıldığı kantardan sorumlu tanrı Anubis ise önünde diz çöküyordu. Tanrıların kâtibi Thoth, tartımın sonucunu kaydetmek için hazır bekliyordu. Fildişinden ve altından yapılma tahtlarda oturan kırk iki tanrı da salonda bulunuyordu. Tartının hemen ardında, Osiris’in tahtına giden basamakların tam altında, derin bir çukur vardı. Bu çukurun ardında korkunç bir canavar sırıtıyordu, içeri atılan herkesi bir solukta yutmak için hazırdı.

Gerçekten de ruh, bu fena salona girdiğinde korkudan yok olup gidebilirdi, fakat düşünmek için pek zamanı olmuyordu. İçeri girer girmez kırk iki tanrı birden onu sorgulamaya başlıyordu, bu sorulara memnun edici cevaplar vermesi gerekiyordu, aksi takdirde sonsuz karanlığa yollanırdı. “Hırsızlık yaptın mı?” diye sorardı bir tanrı. “Komşuna yalan söyledin mi?” diye sorardı bir diğeri. “Kardeşlerinden birinin canını aldın mı?” diye sorardı üçüncüsü. “Tanrıları onurlandırdın mı?” “Komşunu, kendini sevdiğin kadar sevdin mi?” İşte sorgulama bu şekilde devam ederdi. Kutsal yazıtlardan öğrendiği bilgiler sayesinde ruh, bu soruların her birini nasıl cevaplayacağını bilir, böylece tanrıları memnun ederdi.

Ne var ki bu çetin sınavın çok daha zorlu bir bölümü vardı. Sorgulama sona erince Osiris’in oğlu Horus ve yeraltı diyarındaki ruhların özel muhafızı, öne çıkarak merhumun ruhunu alıp onu Ölülerin Yargıcı’nın huzuruna çıkarırlardı. Terazinin bir kefesine kişinin kalbi, öteki kefesineyse doğruluğun sembolü, yani bir kuş tüyü konulurdu. İşte o an ruh, terazinin salınımını büyük bir dehşetle, titreyerek izler; gözü canavarın bu süreci sırıtarak izlediği isimsiz çukura değince, korkudan bütün bedeni zangırdardı. Burada hiçbir dalavere işe yaramazdı. Kişinin tartıldığı kefenin karşısında sonsuz ve değişmez gerçek vardı. Eğer kalbinin olduğu kefe daha ağır gelirse, hatta diğer taraftaki tüyle tam tamına denk bile düşse, Osiris bu kişiden razı olurdu. Ama kalbi daha hafif gelenlere eyvahlar olsun! Gözyaşları ve ağıtlar bu kişiye hiçbir yarar sağlamazdı. Tanrıların hizmetkârları bu kişileri yakalar, canavarın avını beklediği o belalı çukura atarlardı.

Osiris’in kabul ettiği muvaffak ruh, yargı salonundan çıkarılır, Tuat’ın yedinci bölgesinde tekrardan Ra’nın kayığına binerdi. Bu noktadan sonra yolculuğu çok daha kolay bir hal alırdı, zira iyi biri olduğunun bilgisi sayesinde güçlenen ruh, yolda karşısına çıkacak düşmanları rahatça alt edebilirdi. Yine de şafaktan hemen önceki saat en karanlığıydı, yolcu burada son bir tehlikeyi daha atlatmak zorundaydı. Tuat’ın on ikinci bölgesinde Ra’nın saltanat kayığının karşısına devasa bir yılan çıkardı, bu yılan öylesine büyüktü ki bedeni nehrin aktığı kanalı tamamıyla doldururdu. Kayık, bu yılanın çevresinden geçemeyeceğine ya da onun üstünden atlayamayacağına göre, doğrudan onun içinden geçmeliydi. Yolculuğun öncesi de karanlıktı, doğru, ancak buradaki zifiri karanlığa kıyasla o karanlık hiçbir şeydi. Burada, yepyeni bir dünyanın eşiğindeyken bile ruh, Ra’nın koruyucu gücü olmasa yitip gidebilirdi.

Nihayetinde cılız bir ışık huzmesi görülürdü, bu ışık hızla parlak bir hal alırdı. Sonrasında son büyük kapı da aniden açılır, Milyonlarca Yıllık Kayık yukarıdaki tanrıların ve ruhların zafer şarkıları eşliğinde gün ışığına çıkardı. Güneş Tanrısı aydınlığını dünyaya bahşederken, kayığındaki ruh topluluğu hep bir ağızdan methiyeler düzmeye başlardı. Bu methiye ilahileri, Huzur Tarlaları’na kabul edildikleri sırada gökkubbenin her bir yanında şiddetle yankılanırdı.

5. BÖLÜM

Ra ve İsis’in Hikâyesi

Tarihin başlangıcından önceki o eski günlerde Mısır’da, İsis adlı çok bilge bir kadının yaşadığı söylenir. İsis her türlü sanatta ve büyüde çok yetenekliydi, bilgeliği ve ilmi tanrılarınkine eşitti. Kendi türündeki kişilere olan bu üstünlüğü, onun daha fazla güç ve şeref sahibi olmasını sağladı. Kendi kendine şöyle dedi: “Neden tüm dünyanın hanımı olmayayım ki? Cennetteki bir tanrıça haline gelebilirim. Eğer Ra’nın gizli ismini öğrenebilirsem, bunu sahiden de başarabilirim.”

Tanrıların en yücesi Ra yaratıldığında, babası ona gizli bir isim vermişti. Bu isim o denli dehşetliydi ki hiçbir insan onu aramaya cüret edememişti, ayrıca öylesine büyük bir güç taşıyordu ki diğer tanrıların hepsi bu adı öğrenmeyi ve ona sahip olmayı arzuluyordu. Bu ismi büyülerle ve efsunlarla bulmaları mümkün değildi, zira isim bizzat Güneş Tanrısı’nın bedeninde saklıydı. İsis, insanların cüret edemediğine, tanrıların ise başaramadığına ulaşmak için kararlıydı.

Ra, her sabah karanlığın topraklarından çıkıyor, Milyonlarca Yıllık Kayık isimli saltanat kayığında gökyüzünü dolaşıyordu. İsis, bu yolculuk esnasında onun ağzından su döküldüğünü fark etmişti. Böylece bu suyun birazını ve suyun üzerine düştüğü toprağı alıp birleştirdi, bu çamura kutsal bir yılan şekli verdi. Bu yılan, bir tanrının salyasından yapıldığı için, İsis’in dile getirdiği büyüler aracılığıyla hayat buldu. Ardından İsis, bu yılanı Ra’nın yoluna dikkatle yerleştirdi; öyle ki Ra bu yılanı göremeyecek, ancak yine de onun üstünden geçmek zorunda kalacaktı. Öyle de oldu. Bir sonraki yolculuğunda Ra, yılanın saklı olduğu yerden geçerken sürüngen tarafından ısırıldı. Acısı büyüktü, şiddetle haykırdı. Yanındaki tanrılar “Ne oldu?” diye sordular. “Neden büyük bir acı içindeymişsin gibi haykırıyorsun?” Fakat Ra hangi kelimelerle cevap vereceğini seçemedi. Her zerresi titriyor, dişleri zangırdıyordu, yüzü soluklaşmıştı ve bedeni zehir karşısında yenik düşüyordu.

Nihayetinde Güneş Tanrısı, beraberindekileri yanına çağırdı. “Buraya gelin, ey tanrılar,” diye haykırdı. “Gelin de başıma gelene bir bakın. Ölümcül bir yaratık beni ısırdı. Onu göremedim, ama onu bizzat yaratmadığımı biliyorum, benim canlılarımdan biri değil. Daha önce bu kadar fena bir acı hissetmemiştim. Ben Tanrı’yım, Tanrı’nın oğluyum! Topraklarımı ve insanlarımı izlemek için seyahat ediyordum ki, bu yaratık yoluma çıktı ve başıma bu belayı sardı. Çabuk diğer tanrılara koşun, bu acıyı dindirebilecek büyü ve efsunları bilenleri buraya getirin.”

Çok geçmeden tanrılardan, bilhassa da efsunlu sözcükler konusunda maharetli tanrılardan oluşan bir grup, Ra’nın kayığı etrafında toplandı. İsis adındaki kadın da onlarla birlikte gelmişti. Ra’nın dostları tılsımlarını kullandılar, büyülü sözlerini söylediler ama nafile. Zehir onun içini yakmaya devam ediyordu. O sırada İsis öne çıktı. “Yüce Ra, bu da nedir? Hiç şüphesiz sizi bir yılan sokmuş, canlılarınızdan biri kendisini yaratan ellere baş kaldırma cüretini göstermiş. Size yalvarıyorum, bana adınızı söyleyin, bana gizli adınızı söyleyin ki, onun gücüyle bu zehri bedeninizden atayım ve sizi tekrar sağlığınıza kavuşturayım.”

“Ben gökyüzünün ve toprağın yaratıcısıyım,” diye cevap verdi Ra. “Ben olmasam, şu an var olan hiçbir şey var olmazdı. İşte! Ben gözlerimi açtığımda ışıklar saçılır, gözlerimi kapattığımda karanlık hüküm sürer. Nil Nehri, tek sözümle Mısır topraklarını sele boğar. Saatleri, günleri ve yıllık festivalleri yaratan benim. Ben geçmişte, şu an ve her zaman olacak olanım.”

“Hiç şüphesiz bana kim olduğunuzu söylediniz,” dedi İsis. “Ancak hâlâ gizli isminizi paylaşmadınız. Eğer derman bulmak istiyorsanız, bu sırrı bana söylemelisiniz; o gizli kelamın gücü ve bilgeliğim sayesinde başınıza gelen bu kötülüğü alt edebilirim.”

Bu sırada zehir, Ra’nın tüm bedenini sarıyor, onu hepten güçten düşürüyordu. Unutmayın ki o yılan büyülü bir yılandı, ayrıca Ra’nın eliyle yaratılmamıştı. İşte bu sebeplerden dolayı, tanrıların en yücesi olmasına rağmen Ra, yılanın zehrinin etkilerini yok edemiyordu. Ateş tüm bedenini sararken bir an sıcaktan yanıyor, sonraki an âdeta buz kesiyordu. Artık dayanamaz hale gelmişti, kayığına uzandı.

İsis’i yanına çağırdı. “Rıza gösteriyorum,” dedi etrafındakilere. “İsis’in bedenimi incelemesine rıza gösteriyorum, ismimi ona teslim ediyorum.” Böylece Ra ile İsis, toplanan tanrılar gizli adı duyamasınlar diye oradan ayrıldılar ve Ra, kadının büyük bir arzuyla bilmek istediği ismi aşikâr kıldı.

İsis, arzusuna kavuşur kavuşmaz büyülerini dile getirmeye başladı, bu kez o antik bilgeliğini yararlı bir iş için kullanacaktı. Şiddetle haykırdı: “Dışarı çık ey zehir, Ra’nın bedenini terk et. Bırak Ra yaşasın! İzin ver, Ra yaşasın! Ey zehir, Ra’nın bedenini terk et.” Bu sözler Ra üzerinde etki göstermeye başladı. Artık biraz sonra ölecekmiş gibi görünmüyordu. Gücü hızla yerine gelmişti, çok geçmeden tüm sağlığına kavuştu, Milyonlarca Yıllık Kayık’taki yolculuğuna devam etmek için hazırdı. Zekâsı sayesinde ne bir insanın ne de bir tanrının bildiği şeyi öğrenen İsis ise arzuladıklarını elde etmişti, bundan böyle “Tanrıların Hanımı” olarak bilinecekti.

Gizli ismin ne olduğunu mu merak ediyorsunuz? Ah! Bunu size söyleyemem. Tüm bilge insanların binlerce yıldır aradığı şey bu. Bazıları bunu öğrenmeyi başardı, ancak tuhaftır ki hiçbiri bir başkasına söylemedi. Bilen kişi, arayıştaki kimselerin yolculuğuna yardımcı olabilir, ama en fazla bu kadarını yapabilir. Üstelik insanlar, bu isim kulaklarına fısıldandığında onu genellikle duymazdan geliyorlar. Geçip gitmesine, rüzgârın kanatlarıyla birlikte taşınmasına izin veriyorlar ve bu fırsat ellerine bir daha geçmiyor. Bu gizli ismi öğrenenler için ise her şey kâfi, daha fazlasına ihtiyaç duymuyorlar. Ne de olsa bu isim, gökyüzünün veya toprağın bahşedebileceği en büyük hediye.

İSİS VE OSİRİS’İN HİKÂYESİ

6. BÖLÜM

Osiris’in Hükümdarlığı

I- Tanrı’nın Doğumu

Bir zamanlar Nil Nehri’nin çok yukarısında, su kıyısındaki verimli toprak parçasında büyük Thebes şehri yükseliyordu. Harabeleri bugün bile büyük bir alanı kaplıyor; öyle ki burası, görkeminin doruk noktasındayken, dünyanın en muhteşem şehriydi. Yine de hikâyemizin geçtiği zamanlarda hâlâ büyümekte olan bir yerdi, henüz o muhteşem tapınakları inşa edilmemişti. İnsanları ibadet ediyordu, bu doğru, ancak taptıkları tanrı, Cennetin Tanrısı değildi. Amon’u tanımıyor Ra’nın yüceliğini ise anlayamıyorlardı. İnandıkları tanrılar ahşaptan ve taştan yapılma putlar ya da güneş ve Nil Nehri’ydi.

Bu sahte tanrılar için bir tapınak inşa etmişlerdi, tapınağın yükseldiği yer sonraları çok büyük ve asil bir tapınma merkezi olacaktı. Bu tapınak gölgeli ağaç koruluklarının ortasında duruyor, geçitlerinin altından tertemiz bir su akıyordu; akan su öylesine tatlı, öylesine ışıltılıydı ki, insanlar bu suyun orada onurlandırılan tanrılarca kutsandığını öne sürüyorlardı.

Sıcak bir yaz sabahı, sakalardan biri bu kaynak suyuna doğru yürüyordu. Bu saka genç bir adamdı, ama keçi postundan yapılma su kesesinin ağırlığı altında sürekli eğilmekten beli bükülmüştü.

На страницу:
2 из 4