
Полная версия
Charles Darwin
Buenos Aires’e giderken kayalık beyaz kuvarstan bir dağ olan inişli çıkışlı Sierra de la Ventana önlerinde uzanıyordu. 20 Eylül 1833’te Buenos Aires’e varıldı, hiç zaman kaybetmeden Parana’nın yaklaşık beş yüz kilometre kuzeyindeki Santa Fe’ye yapılacak bir keşif gezisi ayarlandı. 3 Ekim’de Santa Fe’ye ayak basıldı ve bölge civarında çok sayıda nesli tükenmiş büyük memeli kalıntısı bulundu. Diğer fosillere benzer bir durumda olan ata ait bir fosilin bulunması kâşifimizi çok şaşırttı, çünkü Güney Amerika’da nesli tükenen bu kocaman hayvanların yanında, Güney Amerika’ya özgü at gibi bir canlının hayatta kalmış olması çok şaşırtıcıydı. Üstelik bu at cinsi, sömürgeci İspanyollar tarafından kıtaya getirilen diğer at sürüleriyle yaşama şansını kaybetmiş, diğer hayvanlarla beraber tarihe karışmıştı. Memelilerin Amerika’daki dağılımıyla ilgili öğrendiği garip bilgiler sonucunda Darwin, anlamlı bazı çıkarımlarda bulundu. Nehir ağızlarındaki doğal yığıntılarda çok miktarda gömülü kemik kalıntısı bulunmasının ardından, gerçekler açığa kavuşmaya devam ediyordu ve sonunda Darwin, Pampa46 bölgesinin tamamının gömüt olduğu sonucuna vardı.
Ne yazık ki kötüye giden sağlık durumu kâşifi geri dönmeye mecbur bıraktı, 12 Ekim günü küçük bir gemiye binerek Buenos Aires’e dönüş yolculuğuna başladı. Dönüş yolculuğunda çamurlu Parana’nın, jaguarların kol gezdiği, hareketli ve değişken adalarını inceleme şansı eline geçmişti. Las Conchas’a varıldığında bir isyan patlak verdi ve Darwin bir süre gözetim altında tutuldu. General Rosas’ın ismi olumlu bir etki yarattı, rehberiyle atları geride bırakması şartıyla Darwin’in nöbetçileri geçmesine izin verildi, nihayetinde Buenos Aires’e sapasağlam vardı. İki haftalık bir gecikmeden sonra kararlaştırıldığı gibi bir kez daha Montevideo’ya gidildi. Buraya varıldığında Beagle’ın bir süre daha yola çıkamayacağı anlaşıldı, tez canlı araştırmacı yerinde duramayarak bu kez de Uruguay ve Rio Negro’ya olmak üzere bir keşif gezisine başladı. Mola verilen yerlerden biri, geniş arazileri olan bir toprak sahibininkiydi. Toprak sahibinin Buenos Aires’ten kaçan yüzbaşı arkadaşı, gezginin Buenos Airesli hanımlar hakkındaki düşüncelerini öğrenmek için çok hevesliydi ve içine sinen güvenceler sonrasında, tamamen yabancı birine gönüllü olarak yatağını verdi! Yolculuk boyunca şaşılacak kadar çok sayıda kocaman devedikenleri görüldü; kengerotları atların, pampaotlarıysa at binicilerinin boyu kadar uzundu. Yoldan bir metre dışarı doğru at sürebilmek sözkonusu bile değildi. Yeri gelmişken yazar, Gauchoların biniciliği ve bölgedeki kasaba halklarının durumunun canlı bir resmini çizmektedir.
Bu yolculuk sırasında, niata denilen küçük, sıradışı bir öküz cinsiyle de karşılaşıldı, fakat Journal’ın ikinci basımı yayımlanana kadar bu cinse dair ayrıntılı bilgi verilmedi. Sıradan bir öküzle karşılaştırıldığında kuraklığın, bu küçük öküz cinsinin aleyhine olması garipti. Alt çene kemiği, üst çeneye göre daha çıkıntılıydı ve dudakları birbirine değmediğinden bu hayvanlar otlayamıyorlardı. “Bu, bir cinsin günlük alışılagelmiş alışkanlıklarından yola çıkılarak, uzun bir zaman diliminde neslinin hangi şartlar altında tükendiğine dair bir saptama yapılabilmesinin ne kadar da zor olduğuna dair bir örnektir,” diye yazmıştı Darwin. Bu notu 1845 yılında ortaya çıktığında, yazar çoktan büyük incelemesine başlamıştır.
6 Aralık 1833 tarihinde Rio de la Plata’dan47 ayrıldılar ve Patagonya kıyılarında bulunan Port Desire’ye48 doğru yelken açıldı. San Blas koyundan on altı kilometre uzaklıktayken bir akşam, sayılamayacak kadar çok kelebek havada uçuşmaya başlayınca denizciler, “Gökten kelebek yağıyor,” diye haykırdılar. Kelebekler kendi iradeleriyle uçuyor gibi görünüyorlardı. Bir başka akşamsa en yakın kara parçasından yirmi yedi kilometre uzaklıktayken denizde yüzen canlı kınkanatlı böcekler görüldü. Ama tüm bunlar, büyük bir çekirgenin Beagle’ın güvertesine sıçrayışı yanında hiçbir şeydi, çünkü bu olay yaşandığı sırada rüzgâr Yeşil Burun Adaları49 tarafına doğru esiyordu, en yakın kara parçası ise neredeyse altı yüz kilometre uzaktaydı, hem de oraya ulaşmayı zorlu hale getiren alize rüzgârı da cabasıydı. Karadan çok uzaktayken örümceklerin hayret verici ortaya çıkışları da kayda geçirilmişti. Bir gün karadan neredeyse yüz kilometre uzaktayken güvertede ağ ören çok sayıda örümcek görüldü. Bu hayvanlar işlerini havada görürdü. Önce küçük bir iplik oluşturup sonra bir anda kendilerini hava boşluğuna bırakırlardı. Ardından yatay bir şekilde ağ örmeye başlarlardı.
Beagle gemisi 23 Aralık 1833’te Port Desire’ye demirledi, ne var ki Patagonya, hayvanbilimcinin dikkatini kuzey ülkeleri kadar çekmedi. Bir sonraki durak 9 Ocak 1834’te varılan, yüz altmış kilometre güneydeki Puerto San Julián’dı. Burada bulunan kanıtlar, Patagonya’nın yükseldiği görüşünü kuvvetle pekiştirdi, bununla beraber hayvan kalıntılarının temel özellikleri incelendiğinde, Türlerin Kökeni’nde meyvesini veren fikirlerden biri olan “var olan hayvanlar ile nesli tükenen hayvanların beden biçimleri arasında pek çok benzerlik” olduğu fikri de burada oluştu. Darwin, onca muhteşem türün neden yok olduğuna dair düşüncelere sürüklenmişti, bununla ilgili ve imalı açıklamalar yapmıştı: “Türlerin eninde sonunda birbirine üstün gelmesinin, iklim ve besin çeşitliliği, düşmanlarla karşılaşma veya diğer türlerin sayısının artması gibi sebeplerle açıklanabileceğini düşünmeden edemiyorum.” Diğer yandan bu fikir üzerinde çok fazla durmamaktadır. Görüşlerini şu gözlemle tamamlar: “Elimizdekileri göz önüne aldığımızda emin olarak söylenebilecek tek şey, bireyler için hayat nasıl bir yerde son buluyorsa türler için de bunun böyle olduğudur; yaşanır ve bir noktada biter.”
Journal’ın ikinci basımında filozof, kayda değer bir ilerleme kaydetmiştir. Değişen koşulların etkisi fikrini daha da geliştirmişti. Sonsuz çoğalmanın sorgulanması üzerinde ısrar edilirken, tüm türlerin geometrik artış gösterdiğine açıkça dikkat çekiliyordu. Bir önceki sonuç cümlesinin yerine şu cümlenin geldiğini görüyoruz: “Türlerin nesli tükenmeden önce, genellikle sayılarının azaldığı kabul edilebilir. Bir türün, diğer bir türe kıyasla daha ender rastlanır olmasına hayret etmemenin, üstüne üstlük bir de bu türün neslinin tükenmesinde olağandışı bir faktör veyahut bir mucize olduğunu ileri sürmenin, bir bireyin hastalığının kendisinin ölümünden önce var olduğunu (ama kimse hastalığın varlığına hayret etmez) ve hasta birey öldüğünde kendisinin bir vahşet sonucu öldüğünü düşünüp buna inanmaya benzediğini düşünüyorum.”
Bu dönem süresince genç doğabilimcinin zihnini besleyen tek şey, Güney Amerika’nın karasal bölgesindeki gözlemleri değildi. Aralık 1832 ve Ocak 1833’te, Tierra del Fuego’ya hesapta olmayan bir ziyaret gerçekleştirildi ve buradaki yerliler büyük bir dikkatle gözlemlendi. Yaşadıkları şartları gören Darwin, hayretler içinde kalmıştı: “Aynı türe mensup insanlar olarak bu dünyada birlikte yaşadığımıza inanmak çok zor.” Buna rağmen buradaki perişan yerlilerin, kıtaya gelen misyonerler tarafından yetiştirildiklerini öğrendiğinde Darwin, bu başarıyı muhteşem olarak nitelendirmiş ve South American Missionary Society’ye (Güney Amerika Misyonerler Birliği) bağış yapmıştır.
Hem 1833 hem de 1834 yılında Falkland Adaları’nda keşfe çıkıldı ve özellikle Macellan Boğazı dikkatle incelenerek birçok önemli jeolojik bulgu kayda geçirildi. Kıtanın güney kesimleri, Şili’ye doğru yola çıkmak için nihayet terk edildi ve 23 Temmuz 1834 tarihinde Valparaiso’ya varıldı. Tierra del Fuego’dan sonra burası, Darwin için çok keyif veren bir değişiklik oldu. Üstelik burada karşılaştığı eski okul arkadaşı ve dostu Bay Richard Corfield, Şili’de bulunduğu süre boyunca onu büyük bir misafirperverlikle ağırlamıştı. And Dağları’na, Santiago’ya, altın ve bakır madenlerine düzenlenen keşif gezilerinden nadir bulunan ve bilime katkısı olacak birçok nesne temin edildi, bunun yanı sıra güzel manzaralara tanık olundu. Tabii kalkışılan meşakkatli işler, Valparaiso’da Bay Corfield’ın mütemadiyen gösterdiği şefkat eşliğinde bir ay süren soğuk algınlığı biçiminde geri dönmüştü.
Büyük bir ada olan Chiloe kasım ayında ziyaret edildi, iklimi yaz mevsiminde dahi son derece rahatsız edici olan bu yer, bir hafta sağanak yağmur yağmaması bile mucize sayılan Hebridler’in bazı bölgelerini hatırlatmıştı. Şimdi neredeyse terk edilmiş eski İspanyol başkenti Castro’da, hâlâ yüzlerce kişi barınsa da ne yarım kilo şeker ne de basit bir bıçak temin edilebiliyordu. Hiç kimsede ne kol saati ne de duvar saati bulunuyordu ve kilisenin çanı, halk arasında zaman duyusunun en iyi olduğu düşünülen yaşlı bir adam tarafından tahmini zamanlarda çalınıyordu.
Aralık ayında Şili’nin epey güneyinde kalan kayalık Chonos Takımadaları’nda keşfe çıkıldı. Tierra del Fuego’dakine eşdeğer kabul edilebilecek bir fırtına yaşandı. “Kocaman beyaz bulutlar, koyu mavi gökyüzünde toplandı ve düzensiz kapkara sis katmanları boydan boya hızla çekilmeye başladı. Birbiri ardına uzanan dağ sırası, belirsiz birer gölgeden ibaretti. Batan güneşin sarı huzmeleri, ormanın üzerine vuruyordu, tıpkı şaraptaki alkolün etkisiyle bir insanın yüzünün alev alev yanmasına benziyordu. Dalgaların köpüğü yüzünden suyun yüzeyi bembeyazdı ve rüzgâr geminin üzerinden bir uğuldayıp bir duruluyordu. Kaygı verici olduğu kadar heybetli de bir manzaraydı.” Tres Montes yakınlarındayken 1835 yılına girilmişti ve Darwin şöyle yazmıştı: “Bu bölgelere özgü bir seremoniyle kutlandı. Beklentilerimizi boşa çıkarmadı. Kuzeybatıdan gelen şiddetli bir fırtına ve devamlı yağan yağmur yeni gelen yılın bir göstergesiydi. Tanrı’ya şükürler olsun ki burada sonumuzu görmedik, bir an Pasifik’in üzerinde yükselen ve cennetin varlığını gösteren berrak mavi gökyüzünü görmeyi umut etmiştik. Üzerimizde yükselen, gökyüzünün ötesindeki bir şeyi…”

H.M.S. Beagle
Şubat ayında Valdivia’ya varıldı, Beagle tayfası burada şiddetli bir depreme tanık oldu. Darwin kıyıya çıkmış ve dinlenmek için bir odunun üstüne uzanmıştı. Hissettiği hareketin üzerinde bıraktığı etki belirgindi: “Ayağa kalkmakta herhangi bir zorluk yaşamadım, fakat hareketlenme sonrası sersemlemiştim. Sanki hafif bir dalgayla karşılaşan bir gemideymişim gibi bir histi ya da daha çok vücut ağırlığının altında eğrilen ince bir buz tabakasının üzerinde kayan birinin hissettikleri gibiydi. Şiddetli bir deprem, eski kuruluşları birdenbire yok edebilir. Yekpare olan her şeyin bir simgesi olan yeryüzü, suyun üstünde yüzen bir tanecik gibi ayaklarımızın altında hareket etti. Yalnızca bir saniye, saatler boyu süren derinlemesine düşünme sonucu oluşması mümkün olmayacak garip bir güvensizlik hissini zihinlere taşıdı.” Aynı deprem, akabinde ziyaret edilen Concepcion şehrindeki evlerin her birini yerle bir etmişti ve ziyaretçiler çarpıcı bir manzarayla karşı karşıya kalmışlardı.
11 Mart 1835’te tekrar Valparaiso’ya dönüldü ve sadece iki günlük bir aranın ardından yorulmak bilmez kâşif, seyrek kullanılan Potillo geçidinden geçerek Cordillera’ya gitmek için yola koyuldu. Buralar jeolojik gözlemler yapmaya uygun, bereketli topraklardı. Dağlardaki çağlayanların gürlemesi, yerbilimciye güçlü ve etkili bir biçimde sesleniyordu. “Binlerce ama binlerce taş birbirine çarparak tok bir ses çıkarıyor ve aynı yöne doğru yuvarlanıyor. Geçen bir dakikanın geri alınamayışı gibi zamanı düşünmeye benziyor biraz. Bu taşlar ki okyanus onların sonsuzluğu; hiddetli müziğin her bir notası, onları yazgılarına doğru iten bir basamak.” Bu paragrafı okuyup da Erasmus Darwin’in ortaya koyduğu muazzam şairane anlatımın bir yansımasını sezinlememek mümkün müdür?
27 Mart’ta Mendoza’ya varıldı ve 29’unda, kuzey (ya da Uspallata) geçidi kullanılarak yapılacak dönüş yolculuğuna başlandı. 10 Nisan’da tekrar Santiago’ya gelindi ve gezginin yaptığı yolculuktan hoşlanan Bay Caldcleugh, onu büyük bir konukseverlikle karşıladı. “Başka hiçbir şey bu ziyaretten daha hoşnut etmemiştir beni,” der kendileri. Akabinde Şili ve Peru’nun kuzeyine birçok keşif gezisi düzenlendi. Kamu işlerinin vaziyetinden dolayı Peru’da pek bir şey görülemedi ve Beagle Pasifik’in karşı kıyısına yapacağı dönüş yolculuğuna eylül ayında, beklenilenden daha erken başladığında kimse buna pek üzülmedi.
İki bin yanardağ kraterine, yapraksız çalılık arazilere, berbat görünen yabani otlara, alışılmamış hayvanlara (öyle ki bir insan yakınına taş fırlatsa dahi kıllarını kıpırdatmıyorlardı) ev sahipliği yapan Galapagos Adaları, doğabilimciye son derece ilginç gelmişti. Burada yaptığı incelemeler ve gözlemleri sonraki sayısız çalışmasına kaynaklık etmiştir. Cüsseli vücutlarını ağır hareketlerle taşıyan karakaplumbağaları, tufandan önceki devirlere ait tuhaf hayvanlara benziyordu. Son derece biçimsiz ve kocaman deniz iguanası (Amblyrhynchus) mükemmel bir umursamazlıkla yüzüyor, denizin altında bir saate yakın durabiliyordu. James Adası’nda deniz iguanasıyla aynı sınıfa mensup o kadar çok kara iguanası yaşıyordu ki yuvalandıkları oyukların olmadığı tek bir nokta dahi bulmak mümkün değil gibiydi; yürüyen bir kişi devamlı bu yuvaların tepelerine basmak durumunda kalıyordu. Sürüngenlerin, otobur memelilerin yerini aldığı adalar grubunun sakinleri gerçekten gariplerdi. Son bahsettiğimiz türle ilgili olarak Darwin, günümüze kadar uzanan özel bir yaratılış fikri üzerinde durduğu bir görüş de belirtmişti: “Bu türün, takımadaların kalbinde yaratıldığı ve zaman içerisinde çok da uzak olmayan bir çevreye yayıldıkları görülüyor.”
Darwin’in, Galapagos faunasının eşsiz olduğu görüşüne inancı, Journal’ın birinci ve ikinci basımı arasında geçen yıllarda daha da artmıştı. “Bu adaların ne kadar küçük olduğu göz önüne alındığında, buraya özgü canlıların sayısı ve yayıldıkları alan bizleri daha da hayrete düşürüyor. Bölgede yer alan her bir yükseltinin tepesinde bir krater olduğu görülüyor; lavların aldığı yolun arkasında bıraktığı izlerin hâlâ belirgin olması, jeolojik açıdan yakın zamanlı bir dönemde burada kara tarafından bölünmemiş denizin yayıldığına inanmamıza neden oluyor. Bunun sonucunda da zaman ve mekân içinde, dünya üzerinde var olan ilk canlılar gerçeğine (en çok merak konusu olan şey) daha da fazla yaklaşıyor gibiyiz,” diyor Darwin. Hemen sonrasındaysa “Bu küçük, kurak ve kayalık adalarda faaliyette olan yaratıcı güç (bu şekilde tanımlanabilirse şayet) gerçekten de hayrete düşürecek cinsten; böylesine dar bir alanda birbirine bu kadar benzeyen, fakat birbirinden bir o kadar da farklılık gösteren edimlerde bulunmuş olması çok daha hayret verici,” diye devam eder.
20 Ekim 1835’te başlayan ve 15 Kasım’da noktalanan 5.150 kilometrelik uzun Tahiti yolculuğu, yerini keyifli bir konaklamaya bırakmıştı. Darwin, adanın ve adada yaşayanların albenisi karşısında her gezginin olabileceği kadar hoşnuttu. Özellikle İngiliz menşeli ürünlerin kalitesi üzerine ifadeleri, Darwin’in doğuştan gelen vatanseverliğini göstermesi açısından bahsedilmeye değerdir. Darwin, Tahiti’de yetişen ananasların lezzetinin muhteşem olduğunu, hatta İngiltere’de yetişenlerden çok daha iyi olduğunu kabul eder ve bir meyveye veya herhangi bir şeye edilebilecek en büyük iltifatın da bu olabileceğine inanır. Kotzebue’nun50 yazdıklarının aksine, Hıristiyan misyonerlerin buradaki yerliler üzerindeki etkisi ve yerlilerin dürüstlüğü hakkında olumlu görüşleri oluşmuştu.
19 Aralık’ta Yeni Zelanda görüş alanına girmişti. Gezginimizin burada yaptığı gözlemler, bölgede uygar ve etkin bir hükümet kurulmadan hemen öncesinde yaşanan döneme ışık tutması açısından önemlidir. Darwin, dini bütün öğretmenin, Waimate şehrindeki etkisinden pek memnun kalmıştır. “Misyonerlerin verdiği ders, âdeta büyücünün asası gibi,” diye yazar. Bir İngiliz olarak yurttaşlarının böylesine bir etkisi olmasından memnun olmuştur. Karada yaşayan memeli hayvanların göze çarpan eksikliği, sonradan ülkeye getirilen Norveç farelerinin sayısındaki artış, çok geniş bir alana yayılan kuzukulakları, kuzukulağının tohumlarını tütün tohumu diye satan namussuz bir İngiliz ve dev kauri ağaçları sorgulayan bir kimsenin zihnini meşgul edecek önemli şeylerdi. Ne var ki Yeni Zelanda, halihazırda birçok farklı ülke ziyaret etmiş olan Darwin için o kadar da ilgi çekici değildi. Beagle, Sydney’ye gitmek üzere 30 Aralık’ta yelken açtı ve 12 Ocak 1836’da Port Jackson’a vardı. Blue Mountains’a (Mavi Dağlar) ve Bathurst şehrine yapılan ilginç gezide sömürgedeki yaşamın birçok yanını gözlemlemenin yanı sıra ornitorenk de denilen platipusları kendi faunalarında görme şansı elde edildi. Darwin’in fazlasıyla keyif aldığı Tazmanya Adası, şubat ayında ziyaret edildi. Nisan ayında, Darwin’in daha sonra resifler üzerine yazacağı kitap için (bununla beraber resiflerle ilgili temel bilgiler Journal’da da yer aldı) epey bir kaynak sağlayan Cocos Adaları’na geçildi. Mauritius, Cape Town, St. Helena, Ascension Adası, Bahia, Pernambuco, Cape Verde ve Azorlar eve dönüş yolculuğunda uğranan yerlerdi ve hayatının çalışmasını sırtına yüklenen doğabilimcinin karaya ayak bastığı Falmouth’a ise 2 Ekim 1836’da demirlendi.
Bu uzun yolculukta Kaptan Fitzroy’un, Darwin’e saygı duymaya başladığı, yazdığı uzun paragraflarda ve diğer birçok kaynakta görülebilir. Kaptan, üç farklı coğrafi noktaya Darwin’in adını vererek ona olan saygısını belirtmiştir: Tierra del Fuego’daki Darwin Tepesi, Darwin Boğazı ve Kuzey Avustralya’daki Darwin Limanı. Böylece doğabilimcinin hayatı boyunca bitmez tükenmez bir merakla ve şevkle yerlilerini incelediği iki kara parçasını (üstelik bu yerliler, sadece tarihi aydınlatmaya bir katkı sağlamakla kalmamış aynı zamanda insanlığın Darwin’in zihninde yer etmesine ve yeni bir dünya düşüncesinin ortaya çıkmasına yol açmıştır), gelecek nesiller için onun adıyla ilişkili hale getirmiş oldu. Fitzroy, Royal Geographical Society (Kraliyet Coğrafya Topluluğu) tarafından ona bahşedilen madalyayı alırken yaptığı konuşmada, dostu Darwin’den övgüyle söz etmiştir. Ayrıca çalışmalarının birinde Darwin’den, bilim uğruna gayretle çalışan bir gönüllü olarak bahsetmiş, doğabilimcinin bu gayretinin, deniz tutulmasına boyun eğmeden sonuna kadar direnmesinde gözlemlenebileceğini söylemiştir. Değerli koleksiyonlarını kamuyla paylaşması, onun bilime olan ilgisini ve bilimi topluma kazandırma uğraşını gözler önüne serer.
Journal’ın sonuç sayfaları hem anlamlı hem de öğreticidir. Her sayfada enteresan görüşlere rastlamak ve henüz çözülmemiş merak uyandıran sorunlarla karşılaşmak mümkündür. Gelecekte İnsanın Türeyişi51 kitabını yazacak olan yazarın, barbarları ve medeni insanları mukayese etmesi ve onlardan bu kadar etkilenmesi gelecekte yapılacak araştırmalar adına önemli değil midir? Darwin, bu konuyla ilgili şöyle yazar: “En saf, en vahşi haliyle gerçek bir yerli barbar arayışındayken, onunla ilk defa karşı karşıya gelindiğinde oluşan şaşkınlığı, muhtemelen başka hiç kimsenin yaratamayacağı söylenebilir. Bu sırada yüzlerce yıl öncesine doğru uzanır düşüncelerimiz ve ‘Atalarımız da acaba böyle mi görünüyorlardı?’ diye sorarız. Jestleri, mimikleri ve ilkel kol hareketleri evcil hayvanlardan bile daha anlaşılmaz olan bu insanlar, ne hayvanların içgüdülerine ne de mantıklı düşünebilme yetisine (ya da neden sonuç ilişkisini kurabilme yetisine) sahipler. Bir vahşi ile medeni insan arasındaki farkın resmini çizmenin veya kelimelerle açıklayabilmenin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Bu fark, vahşi bir hayvan ile evcil bir hayvan arasındaki farktır. Bir vahşiyi gözlemleme isteği; çölde dolaşan bir aslanı, ormanda avını parçalayan bir kaplanı, geniş ovada gezinen bir gergedanı veya Afrika nehirlerinden birinin kenarında çamurda yuvarlanan bir hipopotamı gözlemleme isteğiyle bir nevi aynıdır.”
Maceralarla geçen bu yolculuğun kayıtları üzerinde uzun uzadıya durmamızın sebebi, sadece bu seyahatin Darwin’in hayatının önemli bir kısmında yer etmesi değil, aynı zamanda onu hayatının çalışması olan evrimle ilgili sorunları incelemeye iten görüşlerinin ve fikirlerinin oluşmasına kaynaklık etmesidir. Bir ön hazırlık olmaksızın yalnızca olayların, onun uçuşa geçmeye hazır olan zihnini nasıl tetiklediği bir yere kadar gösterilmiş oldu. Ayrıca Darwin’in doğaya olan ilgisinin çok amaçlı olduğunu ve kavrama kabiliyetinin yanında ne kadar anlayışlı bir kalbe sahip olduğunu da gördük. Şimdi ise ham bir teoriyi vaktinden önce yayımlayarak yenilgiye uğrama ve bilimi ileriden ziyade geri götürme tehlikesine karşı bir yirmi yıl daha çalışmasıyla ne kadar sabırlı biri olduğunu göreceğiz. Sabırla süren bu uzun uğraşı, dehasının zaferi olacaktır.
Üçüncü Bölüm
Darwin eve döndüğü gibi hiç zaman kaybetmeden bilim alanında önde gelen isimlerle irtibat kurdu, seyahatinde elde ettiği çok değerli bilgiler sayesinde kendini çok avantajlı bir konumda buldu. 20 Kasım 1836 tarihinde Geological Society’ye (Londra Jeoloji Topluluğu) üye seçildi ve yazdığı ilk çalışmalarından birinin taslağını yıl sonuna doğru Lyell’a gönderdi. Lyell, 26 Aralık 1836 tarihinde ona şöyle yazmıştır: “Çalışmanızı büyük bir keyifle okudum. (…) Ne kadar müthiş bir konuyu ele almışsınız.” Genç adama, resmi herhangi bir bilimsel görev gelirse kabul etmemesini, kendi çalışma alanına odaklanmasını öğütlemişti. Ne var ki Darwin’in aklı çelinmişti, akabinde şubat ayında Geological Society’nin bir üyesi olmayı kabul etti ve Şubat 1838’deyse yazmanlık görevini üstlendi. Üç yıl boyunca vazifesini başarıyla yerine getirdi. 1837 yılında Lyell, Society üyelerine yaptığı başkanlık konuşmasında genç gezginin görüşlerinden ayrıntıyla bahsetmişti.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
İng. Commonwealth. 1649 yılında, I. Charles’ın idamıyla başlayan ve 1653 yılında Oliver Cromwell’in başa geçmesiyle son bulan dönem. (e.n.)
2
Bahsi geçen Erasmus Earle, Şubat 1887’de The National Review’da “A Lawyer’s Love Letters” (Bir Avukatın Aşk Mektupları) köşesinin yazarıdır.
3
Burada kitabın 1887’de yazıldığı göz önünde tutulmalıdır. (ç.n.)
4
Lat. Bitkibilimin İlkeleri (ç.n.)
5
İng. Bitkibilim Bahçesi (ç.n.)
6
İng. Doğanın Tapınağı. Erasmus Darwin’in yazdığı şiir kitabı. Zaman zaman felsefi notlarla bezeli bu kitap onun içindeki şairi gözler önüne serer. (ç.n.)
7
19. yy. (ç.n.)
8
Latince ens, “var olan” anlamına gelir. Yine Latince bir kelime olan entium ise “var olanların” anlamına gelir. Kelimeler birleştiğinde (ens entium) “var olanların üzerinde var olan” anlamı ortaya çıkar. Yani yüce bir varlık olan tanrı kastedilmektedir. (ç.n.)
9
İng. Doğanın Tapınağı veya Toplumun Kökeni (ç.n.)
10
İng. Zoonomi veya Organik Yaşamın Yasaları (ç.n.)
11
İng. Bitkibilim veya Tarım ve Bahçe İşleri Felsefesi (ç.n.)
12
İng. Bir Grup İngiliz (ç.n.)
13
Eliza Meteyard (1816-1879). Bu İngiliz yazar daha çok yazdığı makale, roman ve biyografileriyle tanınır. Babası da doktor olan Eliza bir zamanlar Shrewsbury’de yaşamıştı. Kadın eğitimi konusunda sesini duyuran bir kişiydi. (ç.n.)
14
Bay Woodall şöyle yazmıştı: “St. George Kilisesi’nin alçak kulesiyle aynı hizaya baktığınızda arka tarafta Tepe Ev’i görebilirsiniz. Hac yolculuklarını yapan kişiler Welsh Köprüsü’nü geçerek ana cadde üzerinden önce St. George kilisesine, sonra da sıra halinde dizilmiş evlerin bitimine kadar yürürler. At arabasıyla gidilen bir sonraki durak, yüksek kaldırımları ortadan ayıran Tepe Ev’in girişidir. St. George Kilisesi’nin yakınlarında bulunan, yeni evlerin yapıldığı kısa caddeye ‘Darwin Caddesi’ deniliyor. İngiltere’nin Shropshire yerleşiminden gelen en tanınmış ailesinin bu kasabada bulunduklarının tek resmi kanıtıdır bu kısa cadde. Üniteryen Şapeli’nde daha şahsi bir anıt da bulunuyor. Bu anıt bir plakadır ve üzerinde şöyle yazar: ‘12 Şubat 1809’da Shrewsbury’de doğan, Türlerin Kökeni’nin yazarı Charles Robert Darwin’in anısına. Gençlik döneminde bu kilisenin, ibadetini aksatmayan bir üyesiydi. 19 Nisan 1882’de öldü.’ Anladığımız kadarıyla Bayan Darwin mensubu olduğu ve içinde yetiştiği dini mezhebe pek bağlı biri değildi. Ama zaman zaman oğullarının vaftiz edildiği St. Chad’s Kilisesi’ne giderdi.”