
Полная версия
Eskimo masalları
Kadın, kocasının dediğini yapmaya koyuldu. Qujâvârssuk’un annesine ise şöyle dedi:
“Gücü yeten herkese buraya gelip dinlemesini söyle!”
Bunun üzerine kadın hevesle evine doğru yola çıktı, herkese gelip sihre şahit olmalarını söyledi. İnsanlar toplanınca Tugto’nun karısı lambayı söndürüp yardımcı ruhları çağırmaya başladı. Sonra birden şöyle dedi:
“Batıda iki alev gözüktü!”
Kadın şimdi geçitte dikiliyordu. Ruhlar kadının yanına geldi. Bunlar bir ayı ile morstu3. Ayı, kadını yatağın altına üfledi ama sonra nefesini içine çekerek onu yatağın altından çıkarıp kapı eşiğine bıraktı. Bu böylece uzun bir süre devam etti. Artık dışarı çıkmaya hazırdı. Dinleyenlere dedi ki:
“Bu gece boyunca kimse esneyip gözünü kırpamaz.” Ardından dışarı çıktı.
Kadın dışarı çıkar çıkmaz ayı onu dişlerinin arasına alıp buzun üzerine fırlattı. Kadın tam buzun üzerine düşmüştü ki mors, uzun azı dişlerini kadına saplayıp onu karşı tarafa fırlattı. Fakat ayı, ardından koşturarak havada uçan kadının altında durdu. Kadın buzun üzerine her düştüğünde mors yine dişlerini kadına batırıyordu. Kadın öyle hızlı bir şekilde ilerliyordu ki sanki en dıştaki adalar birden denizin dibine gitmiş gibiydi. Şimdi neredeyse gözden kaybolmuşlardı. Yeniden karayı görene dek mors ve ayı, kadının peşinden ayrılmamışlardı. Sonra kadın tekrar karaya çıkmayı başardı.
Nihayet kayalıkları görebilmişti. Ama sanki üzerlerini bulutlar sarmıştı. Sonunda rüzgâr azaldı ve buz bir anda kırılmaya başladı. Kadın dört bir yanına bakınca bir buzdağını fark etti. Buraya doğru sürüklendi. Ayağını basar basmaz buzdağı paramparça oldu. Artık kurtulmasının yolu kalmamıştı. Ama tam o anda yanındaki birinin şöyle dediğini işitti:
“Gel, kayığımla götüreyim seni.” Kadın etrafına bakınca daracık bir kayık gördü. Adam ikinci kez konuştu:
“Gel haydi, kayığımla götüreyim seni. Yoksa Qujâvârssuk’un sana verdiği güzel yiyecekleri asla tadamazsın.”
Deniz çok dalgalıydı ama kadın yine de adamın teklifini kabul edecekti. Yükselen bir dalga yardımıyla kayığa atlayıverdi. Fakat kadın binince kayık neredeyse devrilecekti. Sonra kayığın diğer tarafına gitmeye çalıştığında da aynı şey oldu. Adam şöyle dedi:
“Kayığın ortasına geçip düzgünce dur.”
Kadın, kendisine söyleneni yaptı. Adamsa kürek çekmeye çalışıyordu zira denizin coşkun haline rağmen kadını oradan götürmek niyetindeydi. Sonra yavaş yavaş kürek çekmeye başladı. Biraz ilerleyince karayı gördü ama yaklaşınca kıyıya çıkabilecekleri hiçbir yer olmadığını fark etti. Dalgalara kapıldıkları sırada adam, “Kıyıya atlamaya çalış,” dedi.
Bu sözün üzerine kadın hemen kıyıya atladı. Artık karaya çıkmıştı, etrafına bakınca kayığın büyük bir dalgayla beraber gözden kaybolduğunu gördü. Başını çevirip gitti. Yürürken şiddetli bir susuzluk hissetti. Karların içinden suların sızdığı bir yere vardı. Tam yere kapanıp sudan içeceği sırada bir ses şöyle dedi:
“O sudan içme. Eğer içersen, Qujâvârssuk’un verdiği o güzel yiyecekleri tadamazsın.”
Bu sözler üzerine yoluna devam etti. Az sonra bir eve geldi. Evin tepesinde kocaman bir köpek yatıyordu. Yanından geçerken köpek onu ısıracak gibi bakıyordu. Fakat sonunda kadın, hayvanın yanından geçmeyi başardı.
Evin girişinde büyük bir nehir akıyordu. Kadının adım atabileceği tek yer, bıçak sırtı kadar dardı. Giriş ise öyle genişti ki duvarlara tutunamıyordu.
Küçük parmaklarını kanat gibi kullanarak dikkatlice ilerledi. Ancak iç kapıya geldiğinde basamak öyle yüksekti ki çıkması epey zaman aldı. Evin içinde yatağına yüzüstü yatmış yaşlı bir kadın gördü. İçeri girer girmez, yaşlı kadın tarafından hakaretlere uğradı. Bu kötü sözlere cevap vermek istediğinde yaşlı kadın yatağından fırlayıp ona saldırdı. İki kadın şiddetli bir kavgaya tutuştu. Dövüşleri uzun bir süre devam etti. Sonra yaşlı kadın yoruldu. Öyle ki yerinden kalkmaya dermanı kalmamıştı. Tugto’nun karısı, ihtiyar kadının saçlarını açtığını gördü. Çok kirliydi saçları. Bunun üzerine ihtiyar kadını bir güzel temizledi. Ardından saçlarını topuz yaptı. O sıralarda hiç konuşmayan yaşlı kadın birden dedi ki:
“Sen çok tatlı bir kadınsın. Buralara kadar geldin. Bana yardım ettin. Uzun zamandır, hatta Sârdloq’lu Atakana gelip beni yıkadığından beri böyle güzelce temizlenmemiştim. Ama bu iyiliğine karşılık sana verebileceğim hiçbir şeyim yok. Şu lambayı kaldırıver.”
Tugto’nun karısı lambayı kaldırınca kanat çırpışına benzer bir ses duyuldu. Başını çevirip bakınca evin girişinden içeri giren kuşları gördü. Kuşların içeri uçması uzun bir süre aldı. Ama sonra kadın dedi ki:
“Bu kadarı yeter.” Sonra Tugto’nun karısı lambayı yerine koydu. Bunun üzerine yaşlı kadın şöyle dedi:
“Biraz da diğer tarafa tutsana.”
Kadın lambayı öteki tarafa doğru tuttu. Bu defa, uzun saçlı birkaç adam girişe doğru koşuyordu. Yakından bakınca bunların siyah fok sürüsü olduğunu gördü. Bu şekilde pek çok fok balığı gelince yaşlı kadın yine konuştu:
“Bu kadarı yeter.” Tugto’nun karısı lambayı yine yerine koydu. Bunun üzerine yaşlı kadın ona doğru bakıp dedi ki:
“Evine gidince onlara de ki artık pis testilerini boşaltırken denize bakmasınlar. Çünkü böyle yaptıkları zaman, bütün o sular benim üzerime boşalıyor.”
Kadın nihayet tekrar dışarı çıktığında girişteki kocaman köpek, ona arkadaşça kuyruk sallıyordu.
Tugto’nun karısı eve vardığında gece olmuştu. İçeride kimsenin gözüne uyku girmemişti. Lambayı yaktı, yüzü korkunç sıyrıklarla doluydu. Onlara şöyle dedi:
“Buzun hemen kırılacağını sanmayın. Yaralarım iyileşmeden buz kalkmayacak.”
Uzun bir süre sonra kadının yaraları iyileşmeye başladı. Bazen pencereden alaylı bir ses duyuluyordu:
“Bir gün şu buzlar dağılıp suya akacak değil mi? Öyle olacak demiştin ya hani!”
Ama sonunda kadının yaraları iyileşti. Bir gün güneyden siyah bir bulut yükseldi. Akşam olunca, rüzgârın gürültüsü iyice arttı. Fırtına sabaha kadar devam etti. Etraf aydınlanıp insanlar dışarı çıktığında deniz sakin ve masmaviydi. Suyun üzerinde kuşlar uçuşuyordu ve her yerde siyah foklar vardı. Kayıklar hemen hazırlandı. Herkes kayıklara binmek üzereyken Tugto’nun karısı dedi ki:
“Henüz av zamanı değil. Beş gün geçmeden kimse fok avlayamaz.”
Fakat daha beş gün geçmeden delikanlılardan biri ava çıktı. Çok uğraştı ama hiçbir şey yakalayamadı. Beş gün geçince büyücü kadın dedi ki:
“Artık ava çıkabilirsiniz.”
Artık erkekler avlanmak için denize çıkabilecekti. İyice güçten düşene kadar kürek çektiler. Bu adamların hepsi yakaladıkları her şeyi Tugto’nun evine bırakmak zorunda kalmıştı. İkinci ava kadar kendileri için et ayırmalarına izin yoktu.
Ertesi gün fok balığı avına çıktılar. Zıpkınla bir sürü balık avladılar ama bunlar da Tugto ve karısına verildi. Sonraki ava kadar balıklardan da kendilerine pay alamayacaklardı.
Artık buz ortadan kalkınca daha önce sözünü ettiğimiz yaşlı adam, yaptığı Tupilak’ı canlandırıp ona şöyle emir verdi:
“Şimdi dışarı çık ve Qujâvârssuk’u yiyip bitir.”
Tupilak, peşinden kürek çekmeye koyuldu ama Qujâvârssuk çoktan kıyıya ulaşmış, kayığını karaya taşımak üzereydi. O gün yine iki fok balığı yakalamıştı. Tupilak’ın korkusu yoktu fakat ertesi gün erkenden çıkıp onu yemesi daha kolay olacaktı. Bu yüzden daha şafak sökmeden genç adamın evinin önünde beklemeye başladı. Qujâvârssuk uyandı, yatağından kalkıp kayığına gitti ve ava hazırlanmaya başladı. Uzun kürkünü giyip aşağı indikten sonra kayığını suya bıraktı. Bir bacağını kaldırarak kayığa bindi. Tupilak bunu görmüştü. Fakat ikinci bacağını kaldırıp kayığa binen genç adam aniden gözden kaybolmuştu. Tupilak, bütün gün onu aradı durdu ama nafile. Sonunda karaya doğru yüzmeye başladı ancak Qujâvârssuk çoktan eve varmış, kayığını kıyıya çekmişti bile. Her zamanki gibi iki fok avlamıştı. Tupilak ise oracıkta genç adama bakakalmıştı.
Akşam olunca Qujâvârssuk dinlenmeye gitti. Uyudu uyandı, sonra kalkıp dışarı çıkmak için hazırlandı. Bu sırada Tupilak, genç adamın suya açılacağı ânı beklemekteydi. Fakat Qujâvârssuk av kürkünü giyip kürek çekmeye hazırlandığında Tupilak şöyle düşündü:
“Bakalım yine ortadan kaybolacak mı?”
Tam kayığına binerken Qujâvârssuk yine gözden kayboldu. O günün sonunda Qujâvârssuk, âdeti olduğu üzere iki fok balığı yakalayıp eve geldi.
Bu arada Tupilak fena halde acıkmıştı. Ne var ki bir tupilak yalnızca insan yiyebilir. Bu yüzden canavar içinden şunu geçirdi:
“Bir dahaki sefere karaya çıkıp yiyeceğim onu.”
Sonra karaya doğru yüzdü. Kıyı düz olduğu için hızlıca hareket edebiliyordu. Hemen karaya çıktı. Ama başını yere vurmuştu. Acısı, kemiklerine vuruyordu. Etrafına bakınca sahilin dik bir kayalığa dönüştüğünü gördü. Kayalığın tepesinde ise Qujâvârssuk duruyordu. Canavar bir kez daha karaya yüzmeye çalıştı fakat bu defa canı daha çok yandı. Şaşkına dönmüş bir halde boş yere Qujâvârssuk’un evini aradı durdu. Zira ortalıkta ev falan yoktu. Hâlâ oracıkta yatmış yukarı bakarken kocaman bir kayanın üzerine doğru yuvarlanmakta olduğunu gördü. Suya dalmayı denedi ama kaya vücuduna isabet ederek bir kaburgasını kırmıştı. Sonra başını sudan çıkarıp karaya doğru bakınca Qujâvârssuk’u ve evini açık bir şekilde gördü.
Bunun üzerine Tupilak şöyle düşündü:
“Başka bir yol denemeliyim. Belki de yeraltından gitmem daha iyi olacaktır.”
Yeraltından gitmeyi denediğinde işi çok kolaylaşmıştı. Geriye bir tek evin altından yukarı çıkması kalmıştı. Fakat evin zemini çok sertti, içinden geçmesi zordu. Bu yüzden, evin arkasından geçmeyi denedi. Burada zemin yumuşaktı. Yukarı çıkıp girişe gitti. Burada büyük bir siyah kuş vardı, tünediği yerde bir şeyler yiyordu. Tupilak şöyle düşündü:
“Ne şanslı hayvan, oturup yemek yiyebiliyor.”
Sonra evin arka tarafındaki duvarları aşmaya çalıştı. Bunu yaparken çimenlere tutunarak ilerliyordu. Fakat oraya vardığında kuşun yediğinden başka yiyecek olmadığını gördü. Kuşun hiç aldırmadığını görünce biraz daha yaklaştı. Ama kuş birden başını kaldırıp canavarın yüzgecini ısırdı. Tupilak’ın çok canı yanmıştı, öyle ki suya atlayana kadar acıdan kıvranarak çırpındı durdu.
Bütün bu olaylar yüzünden öyle öfkeyle dolmuştu ki hemen onu yapmış olan adamın yanına yüzdü. Niyeti, onu yiyip bitirmekti. Oraya vardığında adamın yüzünü güneşe çevirip kayığında oturmakta olduğunu gördü. Tupilak’a söylediği sözleri tekrarlıyordu kendi kendine. Tupilak, uzun süre orada adamın kayığının altında bekleyip onu izledi, sonra aklından şunlar geçti:
“Madem bu kadar üzülecektim, beni ne diye yaptı?”
Sonra su yüzeyine çıkıp kayığa saldırdı. Adamı parçalayıp yedi. Suyun rengi adamın kanıyla kızıla boyanmıştı. Böylece karnını doyurduktan sonra Tupilak kendini çok iyi ve güçlü hissetmeye başlamıştı, neşesi de yerine gelmişti. Sonunda şöyle düşünmeye başladı:
“Şüphesiz diğer tupilaklar, beni yapan adamı öldürmüş olmamı utanç verici bulacaklar.”
Bu düşünce canını öyle sıkmıştı ki açık denize doğru yüzdü ve bir daha da görünmedi. İnsanlar, utancından böyle yaptığını söylerler.
Günlerden bir gün biri Qujâvârssuk’a şöyle dedi:
“Amerdloq’ta açlıktan ölen bir adamın adı verildi sana.”
Amerdloq halkının kalkan balığından başka bir şey yakalayamadığı söylenir.
Qujâvârssuk, Amerdloq’a gidip yaşlı bir adamın yanında kaldı. Orada yaşadığı sırada yine her gün iki fok balığı yakalamaya devam etti. Amerdloq halkı onun yeteneğinden bahsediyordu:
“Ülkemizde hiç bu kadar çok siyah fok olmamıştı. Ne zaman ava çıksa iki fok balığı yakalıyor.”
Nihayet büyük avcılardan biri Qujâvârssuk’la beraber ava çıktı. Zıpkınlarını hazırladılar. Karadan biraz uzaklaşınca Qujâvârssuk durdu. Diğer avcı ondan biraz uzaklaşmıştı, başını çevirince Qujâvârssuk’un çoktan bir foka zıpkınını sapladığını gördü. Sonra onun yanına doğru kürek çekti ancak Qujâvârssuk balığı öldürmüştü bile. Bunun üzerine delikanlının yanından bir süre ayrıldı. Geri döndüğünde Qujâvârssuk bir fok daha yakalamıştı. Qujâvârssuk eve doğru kürek çekti. Diğer adam ise bütün gün denizde kaldı ama tek bir fok balığı dahi göremedi.
Qujâvârssuk böylece büyük bir avcı olmaya devam etti. Bir gün annesi artık evlenmesi gerektiğini söyledi. Bu söze bir karşılık vermediği için annesi Qujâvârssuk’la evlenecek bir kız aramaya başladı. Yalnız oğlunun evleneceği kızın obur olmamasını istiyordu, böylece Qujâvârssuk’un avladığı et israf olmayacaktı. Evlenmemiş kızların hepsini çağırdı. Bir gün pek güzel olmayan bir kız geldi. Kadın bu kızı çok beğenmişti çünkü kız, akıllıca yemek yiyordu. Bu nedenle, oğlunu onunla evlendirmeye karar verdi. Bir gün oğluna şöyle dedi:
“Bu kızla evleneceksin.”
Oğlu, âdeti olduğu üzere annesine itaat etti.
Qujâvârssuk evlendikten sonra Amerdloq’taki güçlü adam her gün pencereden sesleniyordu:
“Qujâvârssuk! Balinayı avlayıp mesane derisini hangimiz ele geçireceğiz, bakalım!”
Qujâvârssuk cevap vermeyince yaşlı adam konuşmaya katıldı: “Balinalar için sadece benekli deri kullanırız. Şimdi balinaların hepsi nehrin ağzında.”
Sonra dinlenmeye gittiler.
Qujâvârssuk uyudu, sonra kalkıp kuzeye doğru gitti. Biraz ilerleyip küçük bir haliç ağzına vardı. Etrafına bakınca nefes almak için sudan başını çıkarmış benekli bir fok balığı gördü. Balık yine suya girince genç adam onun olduğu tarafa doğru kürek çekti, zıpkının ucunu ve ipini taktı. Balık bir kez daha nefes almaya çıktığında hemen onun olduğu yere kürek çekip zıpkınıyla vurdu. Sonra avıyla birlikte vakit kaybetmeden eve döndü.
Yaşlı adam deriyi hazırlayıp evin arkasına astı. Fakat orada asılı duran deriden bir ses geliyordu. Oysa evde kimsecikler yoktu. Yaşlı adam bu işten hiç hoşlanmamıştı.

Sarqiserasak ile karşılaşmış avcılar. Sarqiserasak, yarım bir kayığa binip karşısına çıkan herkesi küreğiyle korkutan bir canavardır.
Kış mevsimi yaklaşınca yaşlı adam Qujâvârssuk’a şöyle dedi:
“Çok yakında balinalar sahile gelecek.”
Bir gece Qujâvârssuk evden çıktığında batı yönünden derin nefes sesleri geldiğini işitti. Sesler giderek yaklaşıyordu. Ömründe ilk defa böylesine yüksek sesle nefes alan birini duymuştu. Hemen içeri girip duyduklarını usulca karısına anlattı. Bunun üzerine uyuyor sandığı yaşlı adam seslendi:
“Sen ne anlatıyorsun orada?”
“Ağır nefes sesleri duydum ama ne olduğunu anlayamadım. Güneşin olduğu yerden gelmiyor bu sesler,” dedi Qujâvârssuk.
Yaşlı adam çizmelerini giyip dışarı çıktı. Sonra geri döndü:
“Bir balinanın nefesi bu.”
Sabah henüz gün ışımadan koşuşturma sesleri duyuldu. Sonra biri gelip pencereden seslendi:
“Qujâvârssuk! Balinaların nefesini ilk duyan bendim.”
Bunu söyleyen kişi, genç adamı geçmeye çalışan güçlü adamdı. Qujâvârssuk, âdeti olduğu üzere hiçbir şey söylemedi ama onun yerine yaşlı adam cevap verdi:
“Qujâvârssuk gece duydu sesi, henüz gün ağarmamıştı.” Adamın gülüp gittiğini gördüler.
Güçlü adam balinanın yanına gitmek için çoktan umiakını4 suya indirmişti. Sonra Qujâvârssuk da evinden çıktı. Qujâvârssuk kayığını suya indirdiğinde, öteki çoktan uzaklaşmıştı. Bu arada içi su dolduğundan dolayı Qujâvârssuk kayığı tekrar kıyıya çekip suyu boşalttı. O zaman birkaç kürekçi bulmak geldi aklına. Bulduğu adamlarla birlikte suya açıldı. Amerdloq’lu güçlü adamın çok ilerlemiş olduğunu görebiliyorlardı. Onun olduğu yere varmadan önce Qujâvârssuk kürekçilerine durmalarını söyleyip sessiz olmalarını istedi. Ne var ki kürekçiler ilerlemek istiyor, balinanın oraya kadar gelmiş olamayacağını düşünüyorlardı. Bunun üzerine Qujâvârssuk “Su yüzüne çıkınca balinayı göreceksiniz,” diye cevap verdi.
Umiak yeni durmuştu ki Qujâvârssuk’un tüm bedenini bir titreme aldı. Başını çevirince çok yakınında bir balina olduğunu gördü. Kürekçiler, balinanın yanına gitmek için yalvarıyorlardı. Fakat hayatında ilk kez böyle bir hayvan gören Qujâvârssuk “Şuna bir bakalım,” dedi.
Kürekçilerin sessiz kalması gerekiyordu. Amerdloq’lu güçlü adam balinanın nefesini işitince etrafına baktı ve hayvanın Qujâvârssuk’un yakınında kocaman bir kaya gibi uzanmış olduğunu gördü. Bulunduğu yerden Qujâvârssuk’a seslendi:
“Zıpkınla vur onu!”
Qujâvârssuk hiç cevap vermedi ama kürekçileri hayvanı yakalamaya eskisinden de hevesliydi. Balina yeterince nefes aldıktan sonra yine suya daldı. Qujâvârssuk’un kürekçileri artık harekete geçmek istiyordu. Zira hayvan tekrar sudan çıkmayabilirdi. Ama Qujâvârssuk kıpırdamıyordu.
Balina epeyce suyun altında kaldı. Tekrar yukarı çıktığında daha da yaklaşmıştı. Qujâvârssuk uzunca bir süre hayvana baktı. Sonunda kürekçilerin sabrı taşmıştı. Balina bir kez daha suya dalacağı zaman Qujâvârssuk dedi ki:
“Şimdi yanına gidelim.”
Balinaya doğru kürek çekip hayvanı zıpkınladılar. Balina acı içinde çırpınıp suya batarken mesane derisini attı. Bekleneceği üzere bu deri de hemen suya batmıştı.
İleridekiler ona şöyle seslendiler:
“Bir balina vuruldu mu, daima denize açılır. Şimdi tekrar yukarı çıkacağı yere doğru kürek çekin.”
Fakat Qujâvârssuk cevap vermedi ve olduğu yerden ayrılmadı.
Üçüncü defa seslendiklerinde cevap verdi:
“Benim vurduğum hayvanlar her zaman daha da yakına gelir, evime doğru hareket ederler.”
Qujâvârssuk’un bu sözlerini işiten adamlar gülüp alay etmeye başladılar. Sonra kıyıya çarpan suların sesini işittiler. Balina, küçücük bir balık gibi oracıkta yatmış son kez çırpınıyordu. Hemen hayvanın yanına giderek çekme halatını hazırladılar.
Güçlü adam onlara doğru kürek çekti. Oraya vardığında kimsenin etten yemediğini gördü. Şaşırmıştı:
“Yeni yakaladığımız balina öylece duruyor, neden hiçbiriniz yemiyorsunuz?”
Bu soruya Qujâvârssuk şöyle cevap verdi:
“İlk lokmayı annem alana kadar kimse bu etten yiyemez.”
Ne var ki güçlü adam balinadan yemeye çalıştı. Tam etten biraz almıştı ki ağzından köpükler fışkırdı. Hemen o lokmayı tükürdü çünkü ağzının içi mahvolmuştu. Yakaladıkları balinayı eve getirdiler. Qujâvârssuk’un annesi etten biraz yedikten sonra diğer herkes karnını doyurdu. Bu eti yedikten sonra kimsenin ağzında bir rahatsızlık oluşmadı. Fakat güçlü adamın uzun bir süre bir şey yemeden beklemesi gerekmişti çünkü ağzı hâlâ iyileşmemişti.
Amerdloq’lu adam uzun zaman balina yakalayamadı. Hatta, Qujâvârssuk bir balina daha yakalayana kadar beklemesi gerekmişti.
Qujâvârssuk, Amerdloq’ta kaldı. Sonra bahar gelince kendi memleketine döndü, orada yaşadı ve öldü.
İşte hepsi bu kadar.
Kúnigseq
Bir zamanlar Kúnigseq adında bir büyücü yaşardı. Bir gün ona yardım eden ruhları çağırıp ölüler dünyasına geçmek üzereyken, yerin tuzlu suyla yıkanmasını emretti. Böylece yardımcı ruhları kaçırabilecek kötü kokular giderilmiş olacaktı.
Sonra ona yardım edecek ruhları çağırmaya koyuldu, bedenini hiç oynatmadan yeraltından geçecekti.
Sonunda yeraltına ulaştı. Yol üzerinde her yanı otla kaplı bir resife denk geldi. Çok kaygan olan bu resifi geçmek imkânsızdı. Bu yüzden Kúnigseq, yere uzanan yardımcı ruhun üzerine çıkarak burayı geçmeyi başardı.
İlerledi ve tüylerle kaplı büyük bir yamaca geldi. Derler ki ölüler dünyasında zemin düzdür, tepeler ise ufaktır. Bu dünyada güneş vardır ve gökyüzü de tıpkı bizim dünyamızdakine benzer.
Birden bir kişinin şöyle bağırdığını duydu: “Kúnigseq geliyor.”
Küçük bir nehrin kenarında tekir balığı arayan çocukları gördü.
İnsanların yaşadığı evlere varmadan önce çilek toplamaya gitmiş olan annesiyle karşılaştı. Annesi onu öpmek istedi ancak Kúnigseq’in yardımcı ruhu kadını kenara iterek “Buraya sadece ziyaret amaçlı geldi,” dedi.
Sonra annesi biraz çilek verdi. Kúnigseq tam bunları yiyecekken ruh şöyle dedi:
“Bu çilekleri yersen, dünyaya geri dönemezsin.”
Bu olayın ardından uzun zaman önce ölmüş olan ağabeyini gördü. O zaman annesi dedi ki:
“Ne diye dünyaya geri dönmeyi istiyorsun ki? Ailen burada. Şu sahile bak, ne kadar çok kurutulmuş et olduğunu göreceksin. Burada bir sürü fok balığı yakalıyoruz. Yaşamak için güzel bir yer. Kar yok, deniz de çarşaf gibi.”
Gerçekten de deniz dümdüzdü, hiç esinti yoktu. Karaya doğru giden iki kayık vardı. Arada bir kuş oklarını atıyorlardı. Kahkahaları uzaklardan bile işitilmekteydi.
“Ölünce tekrar geleceğim,” dedi Kúnigseq.
Bazı kayıklar küçük bir adada bırakılmıştı. Bunlar suya açılmış ama bir daha geri dönememiş olan kişilerdi.
Ölüler dünyasındaki insanların Kúnigseq’e şöyle dediği söylenir:
“Dünyaya döndüğünde bize biraz buz gönderiver. Burada soğuk suya hasretiz.”
Bundan sonra Kúnigseq dünyaya geri döndü ama kısa süre sonra oğlu hastalanıp öldü. O zaman Kúnigseq’in yaşamaya hevesi kalmadı. Zaten ölüler dünyasının nasıl bir yer olduğunu da biliyordu. Bu yüzden kayığına atlayıp kürek çekmeye başladı ve bir martı yakaladı. Hemen sonra bir de kuzgun avladı. Bu ikisini mideye indirip öldü. Kúnigseq’i denize attılar.
Bir Ayiyi Evlat Edinen Kadin
Evvel zaman içinde, kıyıya çok yakın bir yerde yaşlı bir kadın yaşardı. Tepelerdeki evlerde yaşayan kişiler ava çıktıklarında ona et ve balık yağı getirirlerdi.
Ava çıktıklarında bazen ayı yakaladıkları da olurdu. Bu yüzden sık sık ayı eti yerlerdi. Bir gün yine kocaman bir ayı avlamışlardı. Yaşlı kadın pay olarak aldığı ayı pirzolasını evine götürdü. Eve geldikten biraz sonra, ayıyı avlamış olan adamın karısı pencereye gelip şöyle dedi:
“Sevgili teyzeciğim, bir ayı yavrusu ister miydin?”
İhtiyar kadın gidip ayı yavrusunu aldı. Ateşi yakıp yavruyu karşısına oturttu, çünkü hayvancağız soğuktan donmak üzereydi. Sonra birden ayı yavrusunun biraz hareket etmeye başladığını gördü. İyice ısınsın diye uğraştı. Ardından yaşlı kadın biraz balık yağı ısıttı çünkü ayıların balık yağı yediğini işitmişti. Bu yüzden ayı yavrusuna donyağı yedirip erittiği balık yağından içirerek hayvanı besledi. Yavru ayı geceleri, yaşlı kadının yanında uyuyordu.
Geceleri kadının yanında uyuyan ayı, büyük bir hızla büyüdü. Kadın onunla insan diliyle konuştukça hayvan da onunla anlaşır olmuştu. Mesela, bakıcı annesinden yemek istediği zaman burnunu çekerdi.
Yaşlı kadının hiçbir eksiği yoktu artık. Yakında yaşayanlar, ayı için yemek getirip duruyordu. Bazen çocuklar ayı yavrusuyla oynamaya geliyordu. Bunun üzerine yaşlı kadın şöyle diyordu:
“Ayıcık, çocuklarla oynarken pençelerini kapa.”
Sabah olunca çocuklar pencereye gelip seslenirdi:
“Ayıcık, haydi çık dışarı da bizimle oyna. Birazdan oyuna başlıyoruz.”
Birlikte oynamaya çıktıklarında ayıcık, çocukların oyuncak zıpkınlarını un ufak ederdi. Yalnız, çocuklardan birini şakacıktan ittirmek istediğinde daima pençelerini kapatırdı. Fakat sonunda ayıcık öyle büyüyüp kuvvetlendi ki her oynamaya çıktıklarında çocukları ağlatıyordu. Çok büyüyüp güçlendiği için artık yetişkinler onunla oynamaya başlamıştı. Bununla birlikte, komşuları yaşlı kadına yardım etmeye devam ediyor, böylece ayının daha da büyümesini sağlıyorlardı. Fakat bir zaman sonra ayının gücü öyle artmıştı ki yetişkin ve kuvvetli adamlar bile ayıyla oynamaya cesaret edemez olmuştu. Birbirlerine şöyle diyorlardı:
“Ava giderken onu da yanımıza alalım. Fok balığı bulmamıza yardım edebilir.”
Böylece bir gün şafak sökerken yaşlı kadının penceresine gelip seslendiler:
“Ayıcık, haydi gel de avımızdan pay al. Bizimle ava çık, ayıcık.”
Fakat ayı dışarı çıkmadan evvel burnunu çekmişti, bu acıktığını gösteriyordu. Yemek yedikten sonra adamlarla beraber dışarı çıktı.
Yol üzerinde adamlardan biri şöyle dedi:
“Ayıcık, rüzgâr yönünde yürü. Yoksa hayvanlar kokunu alıp korkar.”
Bir gün yine avlanmak üzere dışarı çıkmışlardı ve eve dönüyorlardı. Yol üzerinde yaşlı kadına uğradılar:
“Kuzeyli avcılar az daha öldürecekti ayıyı. Canını zor kurtardık. Bu yüzden, onu uzaktan tanımalarını sağlayacak bir işaret yapmalısın. Boynuna, ipten geniş bir yakalık örüp takabilirsin mesela.”
Böylece ayının yaşlı bakıcı annesi, ona bir işaret hazırladı. İple ördüğü bir yakalıktı bu ve zıpkın ipi kadar genişti.
Bundan sonra ayı, her defasında fok balığı avlamayı başardı. En güçlü avcılardan bile kuvvetliydi. En berbat havalarda bile evde kalmıyor, ava çıkıyordu.
Yalnız sıradan bir ayı büyüklüğünde olduğu için öteki ayılarla karıştırılabilirdi. Diğer köylerdeki herkes bunu biliyordu. Bu yüzden bazen onu yakalayacak oluyorlar ancak yakalığını görünce serbest bırakıyorlardı.
Angmagssali’nin uzağındaki insanlar yakalanması yasak bu ayının haberini işitmişti. İçlerinden biri şöyle dedi:
“Eğer onu görecek olursam, hemen öldürürüm.”
Fakat diğerleri şöyle cevap verdiler:
“Sakın ha! Ayıyı öldürürsen bakıcı annesi yaşayamaz. Ayının yardımına ihtiyacı var. Karşına çıkacak olursa, sakın ona zarar verme. İşaretini görünce bırak gitsin.”