
Полная версия
KALENIN BAKIR KALBI

Buket Çetin
KALENIN BAKIR KALBI
ROBOTUM ZEYTİN
SINAV BİTTİ ELLER HAVAYA
GİZEMLİ E-POSTA
“İnsanın yaptığı iş kalbinde atar!”
diyen babam Hüseyin Çetin’e…
Kalenin Bakır Kalbi’ni sizlerle buluşturan Altın Çocuk Kitapları’na, Erden Heper’e, Batu Bozkurt’a; hazırlık sürecinde en iyisi için emek veren başta Hülya Şat olmak üzere Ayşegül Uçan’a; resimleyen Gülşah Irmak’a ve kapak tasarımı için Seda Kayrancıoğlu’na, sayfa düzenin de Lale Göktürk’e; kitabı daha çok okura ulaştırmaya çalışan Mustafa Özkan’a, Hüseyin Saygı ve Çağrı Kurnaz’a; fuarlarda desteğini esirgemeyen Çağatay Mestav’a; yazılarımın, hayallerimin ve tüm heyecanlarımın destekçisi eşim Gökhan Bayram’a teşekkürlerimle…

Pamuk Kayboldu?
O gün diğer günlerden farklı bir gündü. Farklı olmasına sebep olan iki şey vardı. Birisi Pamuk, diğeri de Tahsin amcanın sürpriziydi. Tahsin amca ve Pamuk kim mi? Sürpriz ne mi? Biraz sabırlı olun, hepsini anlatacağım.
Aslında sabah uyandığımızda her şey aynı başlamıştı. Yaz gelmişti ve gökyüzünde güneş ışıl ışıl parlıyordu. Dedemle hazırlanıp dükkânın yolunu tutmuştuk. Kalenin dik yokuşlarında yürürken gözlerim Pamuk’u arıyordu. Pamuk, yani benim kedim. Öyle yapardı; o dik Koyunpazarı yokuşundan çıkarken Pamuk bir yerlerden gelirdi. Etrafımda dolanır, miyavlardı. Karnı acıkmış olur, dört gözle ona vereceğim mamayı beklerdi.

Yokuşu çıkarken etrafa dikkatlice baktım; yoktu! Belki de yine dükkânın civarında beni bekliyordu. Bazen öyle olurdu.
Yokuşun sonuna doğru varınca bizim sokağa yani sol tarafa saptık. Sapar sapmaz da o sesler gelmeye başladı. “Tak tak tak…” Bu sesler ne miydi? Hepsini anlatacağım. Biraz sabırlı olmalısınız.
Dedem sokaktaki arkadaşlarına, “Günaydın.” diye seslendi. Her biri yaptığı işi bırakıp dedeme cevap verdi.
Kahveci Mahmut amca, “Kemal usta günaydın.”
Baharatçı Bayram amca, “Oooo hoş geldin Kemal usta, günaydın.”
Bakırcı Sülo abi, “Canım ustam hoş gelmiş, günaydın.”
Örgücü Sevinç abla, “Ooo kimler gelmiş, Kemal abi günaydın.” dedi. Diğer bakırcı ustaları, sokaktaki çocuklar… Onlar sırayla dedemi selamlarken ben de keyifle gülümserdim. İçimden bir oyun düşünürdüm. Dedem kalenin komutanı, ben de onun torunuydum. İkimizin de üzerinde eski zaman kıyafetleri vardı. Dedemin üzerinde kocaman zırhı, ayaklarında demirden çizmeleri, belinde kılıcı ve sırtında kırmızı bir pelerini olurdu. Benim de tıpkı dedem gibi zırhım ve pelerinim… Biz kale mahallesinde dükkânımıza giderken herkes selama dururdu. Hatta Pamuk bile…
Aklımdan geçen oyun böyle olsa da gerçekler farklıydı. Sadece sokaktaki büyükler değil, sokağa gelip giden, kale Mahallesi’nde oturan çocuklar da dedemi çok severdi. Onu görünce neşelenir, konuşmak isterlerdi. Her sabah, daha sokağın başında görünür görünmez hepsi bizi selamlardı. Yani ben, kale komutanı olarak düşünsem de, onlar dedemi çok sevdikleri için böyle davranırlardı. Pamuk için de… Yani Pamuk da dedem komutan olduğu için değil, bizi, beni çok sevdiği için yolumuzu bekler, karşılardı. Ama o gün…
O gün de diğer günler gibi dedem herkesle selamlaştıktan sonra dükkânın önüne geldi. “Tak tak tak…” sesleri yine duyulmaya başlamıştı. Benimse gözlerim durmadan Pamuk’u arıyordu. Dükkânımız, girdiğimiz sokaktan sola sapınca ikinci dükkândı. Bizim dükkânın önünden devam edince yol sola doğru kıvrılırdı. Pamuk’u göremeyince koşarak o yana baktım. Yoktu!
Dedem her zamanki sabah hazırlıklarını yapmaya başladı. Önce dükkânın demir kapısını sonra da iç taraftaki camlı kapıyı açtı. Eski radyonun düğmesini çevirdi. Bir kadın şarkı söylemeye başladı. İçeriden bir kova suyla maşrapa getirdi. Dükkânın hem içini hem önünü suladı, süpürdü. Toz bezini aldı; vitrini, dükkânın içindeki rafları, bakır şekerlik, sürahi, tabak, güğüm… Tüm bakırların, her yerin tozunu aldı. O bütün bunları yaparken ben yine Pamuk’u aradım. Hiçbir yerde yoktu ve her taraftan, “tak tak tak…” sesleri duyuluyordu.
Dedem işlerini bitirince dükkâna girdi. Hasır taburelerden birini ortaya çekti. Üstüne bakır siniyi koydu. Küçük buzdolabından peynir, zeytin, domates, biber, salatalık çıkardı. Pastaneden aldığımız simitleri de yanına koydu sonra da Kahveci Mahmut amcaya seslendi.
“Bana demli bir çay, Işıl’a da meyve suyu!” Sonra bana döndü. “Neli içersin meyve suyunu? Hadi Mahmut amcana git de söyle!” dedi.
Kaldırımın kenarına oturmuş etrafa bakınıyordum. “Ben içmeyeceğim hiçbir şey.” deyip omuzlarımı silktim.
“Ne o, canın mı sıkıldı senin?” diye sordu.
“Pamuk yok, her yana baktım!” dedim.
Dedem gülümseyerek, “Canım kedi bu, gitmiştir bir yerlere. Çıkar gelir birazdan. Gel buraya kahvaltı yapacağız.” dedi.
Ben başımı iki elimin arasına koyup etrafa bakmaya devam ettim. En sonunda ayağa kalktım. Böyle olmazdı. Pamuk’u bulmalıydım. Koşarak sokaktaki dükkânlara sordum.
“Pamuk’u gördünüz mü?” diye. Hepsi de görmediklerini söyledi. Öff Pamuk nereye gittin? Hızla diğer sokakları da kontrol ettim. Pamuk’un gidebileceği her yere baktım. Hiçbir yerde yoktu. Kalenin iç tarafına girdim. Orada da yoktu. Sokağın en sonunda bir konak vardı. Konağı restoran olarak kullanıyorlardı. Kocaman bahçesi, içinde de çeşit çeşit antika eşyalar vardı. Pamuk bazen buraya gelirdi. Bahçesinde gölge bir yer bulur, çiçeklerin arasında uyurdu.
Konağın içine girdim. Orada çalışan garsona Pamuk’u sordum.
“Sabah buradaydı.” dedi. Heyecanla yüzüne baktım. “Sonra kalenin yukarısına, arka mahallenin o taraflara doğru gitti. Ama merak etme, sen git dedenin dükkânında bekle. Nasıl olsa gelir.” dedi.
Benim gözüm yolda arka mahallenin içine gidecek gibi bakarken, “Oralara sakın tek başına gitme. Önce dedene söyle.” dedi. Çaresiz arkama baka baka dükkâna döndüm.
Dedem, “Nereye kayboldun öyle Işıl? Merak ettim seni.” dedi.
“Pamuğu aramaya çıktım. Hiçbir yerde yok.” dedim.
Kahvaltısını yapmamış beni bekliyordu. Kaldırımın kenarına oturup düşünmeye başladım. Neredeydi bu Pamuk?
Dedem, “Gel hadi!” deyip duruyordu. Bir taraftan sokakta, “tak tak tak…” sesleri.
Sülo abi gülümseyerek geldi. “Ne o, küçük cadının canı mı sıkkın?” diye sordu. Yüzüm asık olduğunda ya da kızgın olduğumda bana hep böyle söylerdi. Sülo abi biraz tombul, göbekli ve hep gülen biriydi. Kemal dedem gibi bakırcı ustasıydı, ama dedem için büyük usta derdi.
Beni çok severdi. Dedem gibi neşeli olduğumu söylerdi. Ben neşelenince sokaktakiler de neşelenir, mutlu olurmuş. Ama yüzüm asılınca ya da kızgınken küçük bir cadıya benziyormuşum. Mutsuz olduğumda ise işi gücü bırakıp beni mutlu etmek isterlermiş. Ben mutlu olmadan hiçbiri rahat etmezmiş. Sokaktan yükselen, “tak tak tak…” sesleri gibi bu sokağın en neşeli seslerinden birisin, derdi.

Sülo abi doğru söylüyordu. Kendimi bildim bileli bir dedemin, bir de bu sokağın bir tanesiydim. Beni önemserlerdi. Hatta sokağa gelen diğer çocuklar beni hep kıskanırdı. “Seni çok seviyorlar, sen ne istersen yapıyorlar, bize de durmadan kızıyorlar…” derlerdi. Aslında onlara da pek kızmazlardı, ama beni el üstünde tuttukları doğruydu.
Bir seferinde İbo darbukasıyla geldi. Zeynep de melodikasını getirdi. İbo benden bir yaş büyüktü. On yaşındaydı. Zeynep, İbo’nun kardeşi, benimle yaşıt, dokuz yaşındaydı. Zeynep melodika çalarken, İbo da darbukasına vurup şarkı söyleyerek eşlik ederdi. Benim ise çalacak bir müzik aletim bile yoktu. Aklıma arkamda duran bakırcı dükkânları geldi. Hepsi de kaldırıma tezgâh açmış, sıra sıra bakırları dizmişlerdi. Bir koşu dedemin dükkânına gidip bakır zımbalarından birini aldım. İbo ve Zeynep ritim tutup şarkı söylerken, ben de elimdeki zımbayla bakırlara vurmaya başladım. Biz şarkı söyleyip ritim tutarken etraftakiler de alkışlarla bize eşlik ediyorlardı. Şarkının en güzel yerinde İbo durdu.
“A be hepiniz Işıl’ı seviyorsunuz. Biz vursak böyle bakırlara kızar, kovalarsınız.” dedi.
Sülo abi, onun gönlünü almak için, “Deme öyle İbocuğum. Işıl bakırcı torunu, bak bakırlara nasıl zarar vermeden vuruyor.” dese de İbo haklı olduğunun farkındaydı. Sokaktaki esnafın evden bana getirdiği fındık fıstıktan, çeşit çeşit meyvelerden, çikolatalardan gerçeği anlarlardı. Neden böyle davrandıklarını da!
Ben de biliyordum bana neden böyle davrandıklarını, neden beni böyle sevdiklerini! Tabii ki dedemi sevmeleri önemliydi, ama asıl neden bu değildi. Asıl neden… Şey, nasıl söylesem? Annemle babamdı! Neden mi onlar yüzünden? İşte onu anlatamam. Anlatamıyorum çünkü! Anlatmak istediğimde ağlamak geliyordu içimden.
Sülo abiye, “Ben cadı değilim. Benim adım Işıl.” dedim.
Küt, kahverengi saçlarımı elleriyle karıştırıp okşadı. Gülümseyerek, “Hah işte ben de onu diyorum. Işıl ışıl ateş saçan küçük bir cadısın.” dedi. Beni güldürmeye çalışıyordu. Yanıma, kaldırıma oturdu. “Söyle bakalım ne oldu?” diye sordu.
Küskünce, “Pamuk yok.” dedim.
“Ben sabah gelince gördüm Pamuk’u. Çocukların peşine takılıp gitti. Gelir birazdan. Seni bırakır mı sanıyorsun?” dedi. Sahi bırakmazdı değil mi? O benim bir tanecik Pamuk’umdu.
Mahmut amca, dedeme yeni bir çay, bana da meyve suyu getirdi. Dedem, “Hadi kahvaltıya.” dedi. Sülo abi de kendine bir çay söyledi. Ben de sokağı tekrar kontrol ettikten sonra içeri girdim. Bakır sininin etrafındaki taburelerden birine oturdum. Dedemin hazırladığı kahvaltı çok güzel görünüyordu. Simitler hâlâ sıcak, mis gibi kokuyordu. Elime alıp bölerken çıtır çıtır sesler geldi. Bir parça ısırdığımda ise susamın tadı ağzıma yayıldı. Bir yandan da kulaklarımda “tak tak tak…” sesleri, bir yandan ağzımda mis gibi simitin tadı…
Sülo abi, “Küçük cadımızın yüzü gülmeye başladı.” dedi.
“Pamuk buralarda dedin ya Sülo abi. Onun için.” dedim gülümseyerek.
Dedem elindeki çay bardağını siniye bırakıp gülümsedi. “Ah benim bakır gözlüm. Şuna bak Sülo abisi! Gülünce gözlerinden ışıl ışıl bakır ışıkları saçılıyor. Doğduğunda da böyleydi.” dedi. Dedem yine aynı hikâyeyi anlatmaya başlayınca ben de sordum.
“Sen mi koydun dede benim adımı?” Hep böyle olurdu. Ben gülünce dedem gözlerimin ışık saçtığını söylerdi. Sonra da bebekliğimi anlatmaya başlardı. Ben de arkasından sorardım. Şimdi yine anlatıyordu.
“Ben koydum tabii. Baktım böyle ışıl ışıl bakıyorsun. Işık saçan bakırlar gibi… Dedim adı Işıl olsun. Annenle babanın da pek hoşuna gitti. Onlar da hemen kabul ettiler.” Annemle babamı duyunca içim yine bir tuhaf olmuştu. Onlar… Nasıl desem? Ben suskunca etrafa bakınmaya başladım. Dedem de, Sülo abi de hemen anladı. Onlar benim aklımdan geçenleri hep böyle anlarlardı. Dedem ben üzülmeyim diye, “Bugün yeni sıvanmış bakırlar gelecek.” dedi.
Yeni sıvanmış bakırlar… Yani şekle sokulmuş; ama işlenmemiş, süslenmemiş bakır demek. Tahsin amca sıvanmış bakırları dedeme, sokaktaki diğer bakırcılara getirirdi. Onlar da bakırları bir güzel işler; desen desen, çiçek çiçek süslerlerdi. Öyle güzel olurdu ki… Tahsin amcanın geleceğini duyunca, “Yaşasın!” diye havalara uçtum. Tahsin amcanın gelmesi kocaman çikolatalı, muzlu pastanın geleceği anlamına geliyordu. İbo’yla Zeynep de gelecekti; dedem yeni sıvanmış bakırlara, biz de yaş pastaya sevinecektik. Peki ya Pamuk? O neredeydi? O da bizimle sevinecek miydi? Gözlerim sokağı tararken hem Pamuk’u hem Tahsin amcayı düşündüm.
Öyle oldu. O gün öğlene doğru Tahsin amca elinde bir sürü poşetle geldi. Pamuk ise hâlâ ortalarda yoktu. Poşetlerin içinde sıvanmış bakırlar vardı. Güğüm, sini, tabak, şekerlik… çeşit çeşit kaplar… Tahsin amca hepsini sırayla çıkarıp dedeme gösterdi. Dedem de heyecanla onlara bakıyordu.
“Şu bakır şekerliğe mineli desen yapacağım. Bak Tahsin, şu bakır tencere gibi kabı gördün mü? Hah, bak bunun etrafına iri iri çiçekler koyarım. Aralarına da dallar ve yapraklar… Bir de mineleyip renklendirirsem görme gitsin; kapanın elinde kalır…”
Onlar böyle konuşup dururken İbo’yla Zeynep de geldi. Tahsin amcanın geleceğini onlara da haber vermiştim. “Öğlene doğru gelecek. Sakın unutmayın!” demiştim. Dedemle Tahsin amca öyle heyecanlı konuşuyorlardı ki, biz de merakla onlara baktık. Aklımız çikolatalı, muzlu yaş pastadaydı. Hem onların heyecanla konuşmasını dinliyor hem de birazdan ortaya çıkacak pastayı bekliyorduk. Kesin dedem kaşla göz arasında onu saklamıştı. Hep böyle olurdu. Sonra da hiç ummadığımız bir anda ortaya çıkarırdı.
Keşke bir anda Pamuk da ortaya çıksaydı, ama yoktu. Nereye gitmiş olabilirdi ki? İbo’yla Zeynep’e de sordum. “Sabah yanımızdaydı, ama sonra gitti.” dediler. İkisi de nereye gittiğini bilmiyordu. Hiç böyle yapmazdı. Beni her gün görürdü. Neden bugün yanıma gelmedi? Ben böyle düşünürken Tahsin amca başımı okşayarak, “Küçük cadımızın nesi var ki böyle düşünüyor?” diye sordu.
“Pamuk yok Tahsin amca. Bugün hiç görünmedi. Her sabah yanıma gelirdi.” dedim. Tahsin amca önünde duran poşetlerden birini gösterip, “Sana bir sürprizim var.” dedi. Sevinçle ellerimi çırptım.
“Yaş pasta mı?” diye sordum.
“Öyle değil.” dedi. Masmavi gözünü kırparak, “Bu sefer başka!” Merakla yüzüne baktım. İbo ile Zeynep de kapıda durmuş olan biteni izliyordu.
Tahsin amca, “Sizlere de sürprizim var. Buraya gelin!” dedi. İkisi de gülümseyerek içeri girdi. Şimdi üçümüz de merakla Tahsin amcanın sürprizini bekliyorduk. İşte tam bu sırada olanlar oldu. Dedem elinde kocaman yaş pasta tabağıyla geldi. Üzerinde de mumlar vardı. Biz pastayı görünce sevinçle zıplamaya başladık.
İbo, “Kimin doğum günü?” diye sordu.
Dedem, “Kimsenin değil, bugün Tahsin amcanın size yapacağı sürprizi kutluyoruz.” dedi.

Dedem, “Hadi üfleyin mumlara!” dedi. Üçümüz de sevinçle mumlara üfledik. Üfler üflemez de alkışlamaya başladık.
İşte o gün böyle farklı bir gündü. Hep birlikte sevinç içinde mumlara üfleyip sürprizin ne olduğunu bekledik. Benim beklediğim başka bir şey vardı! Canım Pamuk’um, kim bilir nerelerdeydi?
Tahsin amca sürprizinin ne olduğunu birazdan açıklayacaktı. Ama Pamuk? O ortaya çıkacak mıydı? Beni bulup etrafımda dolanacak benimle oyunlar oynayacak mıydı?

Sürpriz Neydi?
İbo’nun kısacık kesilmiş siyah saçları, Zeynep’in de benimkiler gibi küt, sarı saçları vardı. Zeynep’in gözleri yemyeşildi. İbo siyah saçlı, siyah gözlü Zeynep de sarı saçlı, yeşil gözlüydü. Birbirlerine hiç benzemiyorlardı. İbo annesine, Zeynep de babasına benziyordu.
İbo siyah, Zeynep yeşil, ben de bal rengi gözlerimizle baktık. Acaba Tahsin amcanın sürprizi neydi? O maviş gözleriyle, dedem de kocaman bıyıklarıyla bize gülümseyerek baktı. En sonunda Tahsin amca, “Eveeet, hazırsanız başlıyorum!” dedi.
Üçümüz sevinçle ellerimizi çırptık. “Hazırııııız!” Tahsin amca poşetlerin birinden üç tane bakır levha çıkardı. Yani, yeni sıvanmış ve işlenip süslenmemiş olanlardan… Üçünün de büyüklüğü aynıydı; birer tabak kadar yuvarlak levhalardı.
“Bunları size getirdim.” dedi. Üçümüz de merakla söyleyeceklerini bekliyorduk. Mavi gözlerinde ışıl ışıl sırlar dolaşıyordu. “Çok eski zamanlarda bu topraklarda, birbirini çok seven iki çocuk varmış! Birisi zengin Ankara beyinin oğlu, diğeri ise yoksul bir ailenin çocuğuydu…” dedi. Tahsin amcanın gözleri merak ve heyecanla bize baktı. Acaba ne anlatacaktı?
“Bu iki çocuk birbirini öyle çok seviyormuş ki, her gün birlikte oyunlar oynayıp güzel vakit geçirirlermiş. Yoksul çocuğun uzun kulaklı bir keçisi varmış. İkisi, bütün oyunlarına bu uzun kulaklı, karakeçiyi de alırmış. Gel gör ki zengin bey, oğlunun arkadaşlık ettiği yoksul çocuğu duyunca küplere binmiş, çok kızmış. ‘Bir daha onunla görüşmeyeceksin, arkadaşlık etmeyeceksin.’ demiş. Ama çocuk bu, üstelik arkadaşını da çok seviyormuş; gizli gizli buluşup oyunlar oynamaya devam ediyormuş. Zengin bey bunu duyunca yoksul çocuğu tuttuğu gibi yerin yüzlerce kat altında bir mağaraya hapsetmiş. Çocuk üzüntüler içinde mağara toprağıyla oynamış, oynamış, oynamış… Bir gün, yerin altındaki o toprağın içinde ışıl ışıl bakır filizleri bulmuş!” dedi. Önce bana sonra dedeme gülümseyerek baktı.

Dedem, “Benim torunumun ışıl ışıl gözleri gibi mi?” diyerek göz kırptı.
Tahsin amca mavi gözleriyle gülümseyip başımı okşadı. “Aynı Işıl’ın gözleri gibi!” dedi. Sonra yine aynı heyecanla anlatmaya devam etti. “Yoksul çocuk bulduğu bakır filizleriyle oynamaya başlamış. Oynadıkça oynamış, oynadıkça… Şekilden şekile sokmuş. Taşlarla dövmüş, süslemiş… O bakır filizlerini işleyedursun, gelelim zengin bey oğluna… Arkadaşından ayrılan zengin çocuk olanlara çok üzülmüş. Yoksul çocuğun karakeçisini her gün görmeye gitmiş. Oyunlar oynamış. Aradan yıllar geçmiş, zengin bey yaşlanınca yerine oğlu bey olmuş; şehri o yönetmeye başlamış. Yönetici de olsa karakeçiyi yanından hiç ayırmamış. Çocukken ayrıldığı can arkadaşı gibi karakeçi her gün onunlaymış. Onunla dertleşirmiş, onunla yemek yermiş, onunla eğlenirmiş.”
Tahsin amca anlatırken Zeynep’le İbo da merakla ona bakıyordu. En sonunda Zeynep, “A be Tahsin amca ne olmuş söyleyiversene! Bu elindeki bakır levhalarla ne ilgisi var bu anlattıklarının?” diye soruverdi.
Tahsin amca önce bir “cık cık”ladı. Sonra yana doğru bakıp tekrar gülümsedi. “E bekleyiver sen de Zeynep. Dur bak, anlatıyorum işte!” diyerek devam etti:
“Mağaranın derinliklerindeki yoksul çocuk, geçen yıllar içinde büyümüş. Üstelik zamanla mağaradan nasıl çıkacağını da bulmuş. Şehrin beyine yakalanmamak için de, oralarda bulunan bir köyde yaşamaya başlamış. Yıllar geçerken bakırdan neler neler yapmış… İçindeki ayrılığı, özlemi, sevgiyi hep yaptığı bakırlara akıtmış. Öyle güzel tabaklar, çanaklar, sürahiler, güğümler yapmış ki… Yaşadığı yerde herkes ondan söz eder olmuş. Adı da bakırcı ustasına çıkmış. Bu bakırcı ustasının bir de namı varmış; ona Karakeçili Bakırcı dermişler. Çünkü bizim bakırcı, yaptığı her bir bakıra, mutlaka uzun kulaklı, kara keçiyle oyunlarını, ayrılığını, sevgisini işler dururmuş. Bakırlarını da pazarda satar, geçimini sağlarmış. Artık büyüdüğü için de beyin onu tanımayacağını düşünürmüş; ama bilmezmiş ki, o bey yaşlanmış, onun yerine artık oğlu geçmiş.”
Tahsin amca hikâyenin burasında durdu. Gülümseyip Zeynep’e göz kırptıktan sonra, “Şimdi geliyoruz hikâyenin sonuna!” dedi. “Babasının yerine bakan bey, bir gün pazarda dolaşırken bizim bakırcı ustasını görmüş. Yanında da yine karakeçisi varmış. Bakırcının önünde durup yaptığı işlere bakmış. Bütün bakırlarda oyun oynayan iki çocuk, ayrılık, sevgi, bir de karakeçi! Yüreği hızlı hızlı atmaya başlamış. Bakırcı da beyi görünce korkmuş. Önce sanmış ki babası; ama daha dikkatli bakmış, bakmış… Bakmış ki o da ne? Bir de beyin yanında meleyip duran keçi! Keçiyi görünce gözlerinden yaşlar akmış. Keçinin yanındaki arkadaşını hemen tanımış. İkisi de hiçbir şey demeden koşarak birbirine sarılmış.”
Tahsin amca titreyen sesini durdurdu. Sanki ağlayacak gibiyken derin bir nefes alıp verdi. “Uzun lafın kısası!” dedi. Önündeki üç levhayı bize gösterip, “Derler ki, bakır sevgi işidir. Sevenlerin arasında köprüdür, gözle görünmez incecik bir bağdır. İnceciktir, ama kessen kesilmez; koparsan koparılmaz. Yıllar geçer, seller akar; sevgiyle işlenmiş o incecik bağ, kaya gibi, taş gibi sağlamca durur.” dedi. Biz üç meraklı göz, hayranca Tahsin amcaya baktık. O, kaşlarını havaya kaldırıp, “Şimdi bu levhalar sizin!” dedi. Her birimizin eline bir levha tutuşturdu. “Sevgiyle işlemeyi bilirseniz, yani zorunlu değil elbet! O zaman sevdiklerinize, özlediklerinize ulaşırsınız. Aranızda sevgiyle işlenmiş incecik, ama taşlar kadar sağlam bir köprü kurulur!” dedi.
Üçümüz de levhaları elimize alıp hayranca baktık. O an İbo’yla Zeynep’in aklından neler geçiyordu bilmem, ama benim aklımda bir Pamuk, bir de annemle babam vardı! Pamuk’u bulacak mıydım? Peki ya annem ve babam?
Annem ve babam deyince yine içimde bir şeyler oldu. Hep böyle olurdu. Sanki bakırcı dedemin ağır çekiçleri gibi göğsüme “tak tak” vururdu. Öyle canım acırdı ki, ağlamak isterdim. Kimse bilmezdi ama… Kimseye söylemezdim. İçimdeki o ağır çekici, göğsüme nasıl vurduğunu, boğazıma nasıl takıldığını… Annemi, babamı da kimseye söylemezdim.

Mavi Yeşil Patenler
Tahsin amcanın dedemle ve sokaktaki diğer bakırcılarla işi bitince gitti. Dedem yeni gelen sıvanmış bakırlardan birini aldı. Küçük taburesinin olduğu, bakırları işleyip süslediği köşeye geçti. Biz yani İbo, Zeynep ve ben pastalarımızı büyük bir iştahla yerken bir yandan da yanımızda duran levhalara bakıyorduk.
İçimden levhayı işlemeyi düşündüm. Acaba ben de dedem gibi onu süsleyebilir miydim? Onun usta elleri gibi yapabilir miydim? Peki, üzerine nasıl bir süs, nasıl bir resim koyardım? Karakeçili bakırcı gibi sevdiklerimi işlesem bir gün onları bulur muydum? Annemi, babamı, Pamuk’u?
Pamuk aklıma gelince yine sokağa baktım. Hiç böyle yapmazdı acaba nerelerdeydi? Başına bir iş mi gelmişti?
İbo pastası bitince, “Hadi kalenin içine gidelim.” dedi. Zeynep’le ikimiz ona neden der gibi bakınca, “Bugün cumartesi ya, kesin turistler vardır.” diye karşılık verdi. Turistler İbo ve Zeynep için bayram demekti. Sadece onlar için değil, kale Mahallesi’nde yaşayan çoğu çocuk için öyleydi. Turistlere müzik yapar, para kazanırlardı.
Zeynep’le İbo dükkândan çıkarken ben de dedemden izin istedim.
“İşiniz bitince hemen geri gelin, levhaları yapacaksınız?” diyerek izin verdi. Üçümüz öyle bir koştuk ki, rüzgâr gibi; İbo’ların evine bir çırpıda geldik. Sokakları geçerken hep Pamuk’a baktım ama hiçbir yerde yoktu.
Evlerine gidince İbo darbukasını, Zeynep de melodikasını aldı. Yine koşarak kalenin içlerine doğru gittik. İbo doğru tahmin etmişti. Kalenin her yanında turistler vardı. Sadece yabancılar değil, Ankara Kalesi’ni görmeye gelen yerliler de vardı. Turistlerin en çok olduğu yerde durduk. İbo yere oturup başladı darbukasını çalmaya. Bir yandan çalıyor, bir yandan da söylüyordu.
“Kaleye çok yol,Gönlüme bir yol çıkar.A be kuru ot mu sandın.Gönlüm taze çiçek kokar…”İbo çalıp söylerken Zeynep de melodikasını çalmaya başladı. Ben de bir köşeye çekildim, onları izliyordum. İzlerken öyle neşeli oluyordu ki, bazen dayanamayıp ellerimi çırpıyordum.
Gelip geçenler İbo’nun, Zeynep’in etrafına toplanıyordu. Uzaklardan seslerini duyanlar yanlarına gelip izliyordu. Sonra diğer çocuklar da geldi; Bilal, Uğur, Aysel… Onlar da kalenin çocuklarıydı. İbo’yla Zeynep’e katıldılar. Kimisi şarkı söylüyor, kimisi oynuyordu.
Onları izleyen turistler keyifle bakıyordu. Hatta içlerinden oyunlarına katılanlar bile oluyordu. Çocukların en çok hoşuna gidense İbo’nun önüne bıraktıkları paralardı. Paralar önüne atıldıkça mutlu oluyor, çaldıkça çalıyor; bağırdıkça bağırıyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.