
Полная версия
Tanrı Dağları'nın Zirvesi Aytmatov
Yüksek Edebiyat Kurslarında okumanın yine başka bir olumlu tarafı vardı: Burada okuyan yazarlara doğru dürüst burs, yeterli boş vakit ve yurtta ayrı bir oda veriliyor, bu yazarların geçim problemleriyle dikkatlerinin dağılmaması, huzurla oturup yeni eserler yazmaları için uygun şartlar yaratılıyordu. Cengiz Aytmatov bu fırsattan da başarılı bir şekilde yararlanmış, yenilenmiş olan düşünme yetisini, hayallerini, zevkini harekete geçirerek bedii metinler yazma arzusuna kapılmış, o ilhamla hemen “Betme bet” (Yüz Yüze), ardından “Cemile” hikâyesini yazmıştı.
Rusça yazılan “Yüz Yüze”nin metni ilk önce 1957 yılında Sovyet Kırgızistanı gazetesinin sayılarında birbiri ardına uzun zaman yayımlandı. Moskova’da çıkan Literaturnaya Gazeta, Komsomolskaya Pravda ve İzvestiya isimli yeni bilgilerle oldukça zenginleştirilmiş olan gazetelerin bir sayısını bile kaçırmadan okuyan benim gibi bir insana yeni düşünceler için son derece zayıf olan Sovyet Kırgızistanı’nın o kadar da ilginç gelmemesi dolayısıyla ben bu gazeteyi sürekli takip etmiyordum. Bu sebeple bu gazetenin bir yerlerinde “Yüz Yüze”nin yayımlanmakta olduğu dikkatimden kaçmıştı. Bunun haberini ben troleybüste giderken aydın görünüşlü yaşlı başlı Rusların ağzından işittim. İki Rus kendi aralarında Cengiz Aytmatov’un “Yüz Yüze” isimli yeni eserinin Sovyet Kırgızistanı’nda basılmakta olduğundan bahsetmekteydi. “Hikâyenin başı oldukça ilginçmiş, kalanı da böyle ilginç çıkarsa edebiyat için bir yenilik olur.” dedi biri. “Kırgızlardan da gerçek bir yazar çıkacağa benziyor,” dedi diğeri. Daha sonra da her troleybüse bindiğimde bazı Rus yolcuların gazetenin her sayısında basılan “Yüz Yüze”den bahsettiklerini, bu hikâyede betimlenen hayat olaylarının o sıralardaki güncel siyasi olaylarla ilişkilendirildiğini duyuyordum.
Anladığım kadarıyla, Bişkek’in Rus okurlarının ilgisini “Yüz Yüze”de savaş dönemi köy hayatındaki zorlukların inandırıcı bir şekilde gösterilmesi çekmişti. Çünkü savaştan sonra yayımlanan edebî eserlerin hemen hemen hiçbirinde memleket içlerinde kalan sıradan halkın savaş sırasında mecbur tutulduğu ağır çalışma koşulları, yokluk, kaygı, üzüntü ve sıkıntı içindeki yaşamları konu edilmemişti. “Yüz Yüze”de ise o dönemdeki hayat gerçeklerinin birçok olağan şekli açık bir şekilde yansıtılmıştı.
“Yüz Yüze”nin Rusça tam metnini Literaturnıy Kırgızstan (Kırgızistan Edebiyatı) dergisinde, aynı yazar tarafından Kırgızcalaştırılmış olan varyantını işte bu 1957 yılında Ala Too dergisinde okudum. 1958 yılı başlarında “Yüz Yüze” o dönemde Moskova’da çıkmakta olan önemli edebiyat dergilerinden biri olan Oktyabır (Ekim) dergisinde yazarın Rusça yazdığı varyant ile değil de Kırgızcadan Rusçaya tercüme edilmiş bir eser olarak yayımlandı. Aslında hikâyeyi yazarın kendisi Rusça yazmıştı ancak hikâyenin Rusçası üslup açısından dergi yönetimince beğenilmemiş olmalıydı, hikâyenin dilinin yumuşatılması görevi V. Drozdov isimli bir yazara verilmişti. “Yüz Yüze”nin Literaturnıy Kırgızstan dergisinde yayımlanan varyantı ile Oktyabır dergisinde yayımlanan varyantını karşılaştırarak okudum, tercümanın hikâyeyi Rus diline akıcı, anlaşılır ve bedii güzellikler katarak tercüme ettiğini anladım.
Yine, “Yüz Yüze” Kırgız edebiyatının Moskova’da çıkan önemli edebiyat dergilerinden birinde ilk defa yayımlanan bir hikâye olmuştu.
“Yüz Yüze” hikâyesi, C. Aytmatov’un sanat açısından umulmadık derecede büyük bir sıçrama yaptığını gösteren güzel bir metindi ancak bu metin hem Kırgızcası hem de Rusçasıyla sıradan okurların ilgisini çekerken Kırgız yazarlarının, özellikle edebiyat eleştirmenlerinin umurunda olmamıştı. Gazete ve dergilerde bu hikâyeyi değerlendiren eleştiri yazıları ya da makaleler çıkmamıştı. Ben bu durumu bir adaletsizlik olarak görüp “Yüz Yüze” hakkında bir makale yazmaya başladım.
O dönemde üniversite dördüncü sınıfı bitirmek üzereydim. Benden bir sınıf üstte okuyan, öğrencilik döneminde dahi hikâyeleri ve eleştiri makaleleri ile göze çarpmayı başaran en yakın dostum Kambaralı Bobulov (1936-2003) dördüncü sınıfı bitirir bitirmez Ala Too dergisinin edebî eleştirmenlik bölümünde işe alınmış, bir yıldan beri hem okuyor hem de çalışıyordu. Dergi, eleştiri makalelerine hasret kaldığından Kambaralı bana üç dört makale yazdırmış, yayımlatmıştı. Bu makalelerden sonra ben edebiyat muhitinde tanınmıştım ve yine eleştiri amaçlı uzun bir metin yazarak memleketi şaşırtmak niyetindeydim.
“Yüz Yüze”de köyün çiftçi gencinin savaşa mecburi bir şekilde gönderilmesi, trende giderken kanlı meydanda boş yere ölme ihtimalinden korkması sebebiyle askerden kaçması betimleniyordu. Bu betimlemeyi okur okumaz aklıma savaş dönemini konu alan Sovyet edebiyat kitaplarında rastlanan asker kaçakları geldi. Kitabi asker kaçakları, eski hâkim sınıfların Sovyet hükûmetinin zenginliklerini ve hâkimiyetlerini ellerinden aldığı temsilcileri ya da onların çoluk çocukları olarak sosyalist görgü ve ahlak kurallarına sarılmayan, vatanseverlik duygularından yoksun, hatta kılık kıyafetlerinin tuhaflığı ile hemen dikkat çeken menfur insanlar olarak gösteriliyordu. “Yüz Yüze”deki asker kaçağı ise Sovyet yönetimi tarafından cezalandırılmayan, bu yönetimden nefret etmeyen, hâl ve hareketleri, eli yüzü hiç de fena olmayan sıradan bir köy delikanlısıydı.
Başka bir açıdan savaş dönemindeki hayat olaylarının süslenerek yansıtılması amacı güden roman ve hikâyelerde olumlu kahramanlar savaşa gönüllü oluyorlar, öne atılıyorlar ve askerlik şubesi başkanlıklarını kendilerini daha önce göndermeleri için sıkıştırıyorlardı. Ben ise çocukluk çağında kendi isteğiyle mutlu bir şekilde savaşa (hatta barış döneminde dahi üç yıllık askerlik hizmetine) giden hiç kimse görmemiştim.
Hayal meyal hatırlıyorum, savaş zamanında köyümüzün askere çağrılan erkekleri hemen ormana, dağlara taşlara saklanıp savaşa gitmemenin bir yolunu bulmaya gayret etmişlerdi; onlar ancak ana babalarına ya da yakın akrabalarına hükûmet tarafından büyük bir baskı yapıldıktan sonra bir çareleri kalmamış, büyük bir üzüntü içinde hükûmet memurlarına teslim olmuşlar, hüngür hüngür ağlayarak kanlı meydana gönderilmişlerdi. Bizim akrabalarımızın bir kısmı Özbekistan’a, hatta yakın köylere kaçıp asker olmaktan kurtulmuşlardı. Yine, 1944 yılında ben ikinci sınıfta okurken Ermat amcanın oğlu Nazilbek savaştan son derece zayıf, kupkuru bir hâlde köye döndü. “Nazilbek savaşın içinden kaçıp gelmiş.” şeklinde fısıltılar yayıldı köye. Bu dedikodunun doğru olduğu savaştan sonra anlaşıldı. Askerimiz Nazilbek Ermatov tastamam Kuban bozkırlarında yapılan bir çatışmadan hızla kaçmış ve bir şekilde bulduğu sivil giysilerle aç, çıplak yürüyerek yük vagonlarına tırmanmış, şehirlerde, kasabalarda dilencilik yapmış, tehlikeli bir durumla karşılaştığında dilsiz rolü oynamış, sözün kısası, öle kala üç aydan fazla bir sürede köyümüze kadar gelmişti. Sonra etraf sakinleştiğinde yaşıtları: “Hey, kötüye gidecek bir şeyin yok, o kadar uzun yolu nasıl tükettin, tamam da savaştan nasıl kaçtın?” diye sorduklarında Nazilbek şöyle cevap vermiş: “Savaşın ortasında bulunursan bir gün pat diye murdar ölüverirsin, can tatlıymış, ölmek istemedim, kaçtım!”
Savaş zamanındaki asker kaçaklığına ilişkin çocukluk çağımda işte şöyle bir dedikodu da duymuştum: Cazı nehrinin güney kıyısında tam kuzeydeki bizim köye tam karşı gelen Erkin Too isimli devlet kooperatifi savaş bitmek üzereyken elektrik istasyonu kurup çatılarını, sokaklarını gece boyunca aydınlattı; ektikleri buğdaylardan hayret edilecek kadar bol miktarda hasılat elde etti, beş altı çalışanının “Sosyalist Emek Kahramanı” unvanı aldığı gazetelerde yazıldı. Kolhozun kendisinin de idaresinin de ünü uzaklara yayıldı.
Erkin Too’nun beklenmedik bir şekilde insanı hayrete düşüren başarılara ulaşmasının sebebini bizim köydekiler şöyle anlatırlardı: Doğru mudur, yalan mıdır, şimdiye kadar kimsenin araştırdığı yok, ancak benim çocukluk döneminde duyduğum dedikodulara göre, savaş başlamak üzereyken Erkin Too’nun müdürü uzak köylerden askere alınmaktan kaçan gençleri gizlice kabul etmiş, onları birçok kolhozcuya fark ettirmeden dağ eteğindeki köyünün ta öte tarafındaki ormanlığın çukurluklarına toplamıştı. Yabancı gözlerden ırağa kapatılan asker kaçaklarına yatacak yer kurdurup onların yemek meselesini çözmüş, sonra da onlara toprak sürdürmüş, ekin ektirip biçtirmiş, harman ettirmiş, yem hazırlatmış, hayvan baktırmış, onları tam bir köle gibi zorla çalıştırmıştı. Dede ve ninelerle, kadın ve çocuklarla kalan kolhozlar tarım ve hayvan ürünleri üretiminin iyice düştüğü yıllarda Erkin Too yeterince büyük, güçlü kuvvetli asker kaçaklarından oluşan bir ekibin zorla çalıştırılması sayesinde her açıdan heybetli bir şekilde gelişmişti.
Çocukluk çağından gördüğüm ya da duyduğum bu ve benzeri olaylar “Yüz Yüze” hikâyesini okur okumaz aklıma geldi. O zamanlar savaştan sonraki çok uluslu Sovyet edebiyatında savaş sırasında memleket içlerinde kalan halkın geçimini sağlamasının gerçek dramatik ve trajik taraflarının, insanların değişen ilişkileri ve hüzünlü kaderlerinin olduğu gibi yansıtılmadığına iyice inanmıştım. “Yüz Yüze”de ise geçmiş savaş dönemindeki köy hayatı gerçeğine ait o zamana kadar edebiyata yansımayan dramatik bir olay resmî ideolojik taleplerle örtüşecek bir şekilde siyasileştirilmeden özellikle Kırgız yazarlarının hâlâ tutuna geldikleri “sınıflar mücadelesi” ideolojilerine dayanmadan basit bir gerçeklikle açık, canlı ve inandırıcı bir şekilde betimlenmişti. Hikâyenin bu fazlalıkları sadece gönlümü ferahlatmakla kalmadı, aynı zamanda beni şiddetle sarstı. Bu sebeple yazmakta olduğum makaleye “Yüz Yüze”nin başkahramanı İsmail’in asker kaçaklığı macerasını gerçek hayattaki ve edebî kitaplardaki asker kaçaklarının kaderleri ile karşılaştırmak istedim ve buna hazırlanmak niyetiyle eski yeni savaşlara ilişkin olayların betimlendiği eserleri ve savaş konusunun bedii edebiyatta işlenmesi konusunda yazılan bilimsel kitapları okumaya başladım.
Bir gün bir kitapta o dönemde Sovyetler Birliği’nde büyük değer verilen Ernest Hemingway’in söylediği bir şeye rastladım. O, hem Birinci Dünya Savaşı’na hem de İkinci Dünya Savaşı’na kendi iradesi ile katılmış olduğunu belirterek şöyle demişti: “Savaş dünyanın baş belası, bahtsızlık ve zorluktur, ancak bazen böyle felaketlerin doğrudan üzerine gitmek savaşmak zorunda kalırız.”
Bu sözler “Yüz Yüze”nin konusu ile ilgili olarak kafamda kurduğum düşünceler silsilesine yeni bir yön verdi, bana hikâyenin başkahramanının kanlı meydana gitmekten korkarak kaçmasının psikolojik sebeplerini ortaya çıkarmak için bir anahtar olacakmış gibi göründü.
Bu konuyla ilgili olarak şöyle bir fikir yürüttüm: Elbette, kanlı savaş meydanında bulunan bir insanın tepesinde ölme ihtimali kıla bağlanmış bir kılıç gibi daima sallanıp durur, bu yüzden her bir can taşıyan insan savaşa gitmekten (yani, ölme ihtimalinden) korkar. Savaş meydanına hiç kimse öyle heyecanla, sevinçle, atılarak gitmez. Ancak güçlü kuvvetli bir düşman işgal amacıyla bir ülkeye saldırırsa ülkenin sadece millî bilinci özümsemiş, vatanseverlik inancı taşıyan vatandaşları, kelimenin tam anlamıyla, işgalin kendi halkını, akrabalarını, ailesini köle etmek için yapıldığını şiddetli bir biçimde hisseden, ilerlemekte olan düşmana karşı silahlı bir mücadele yapılmasının zorunlu olduğunu açıkça anlayan bilgili insanlar ölüme razı olarak kendi iradeleriyle savaşa tüm benlikleriyle girerler. Günlük geçimini temin etme, ailesine bakma, efendisine (hükûmete ya da ezici zengine) tabi bir hâlde çalışma durumundaki ve vergi ödeme güçlükleri ile ne yapacağını bilemez hâldeki sıradan çalışanlar, özellikle çiftçiler kanlı meydana sadece devletin mecbur etmesiyle boynundan bağlanmış gibi ezile büzüle, ölme korkusundan bembeyaz kesilmiş bir hâlde çaresizce giderler. Sıradan halkın, canını çok seven, eceli gelmeden ölmek istemeyen, ölmekten aşırı korkan bazı temsilcileri savaşa gidecek bir asker olmaktan titreye titreye kaçar ve asker kaçağı olur. Böyle bir kaçaklık devlet gözüyle bakıldığında sıradan bir suç olarak kabul edilir, pasifist ideoloji açısından bakıldığında ise sıradan bir insanın kibirli, militarist ülke yöneticilerinin çıkardıkları kanlı çatışmalara karşı tabii bir protestosu olarak görülür. “İki deve döğüşse ortadaki karasinekler kırılır.” der Kırgız atasözü. “Yüz Yüze”nin başkahramanı İsmail de boş yere kırılacak karasineklerden biri olmak istemediğinden asker kaçağı olmuştur.
“Yüz Yüze”nin konusunu derinlemesine değerlendirme amacı taşıyan bu düşünce ve yorumlarım küçük bir çocuğunki gibi masum, ideolojik açıdan zayıf olsa bile, gönlümü tamamıyla kazanmış, beni mıknatıs gibi kendine çekmiş, oldukça heyecanlandırmıştı. Bunların hepsini kâğıda geçirmek amacıyla Kambaralı Bobulov’a (Ala Too dergisinin eleştirmenlik bölümünde çalışan arkadaşıma) sakin sakin anlatmaya başladığımda sözlerimden bitirmeme fırsat vermeyecek derecede heyecanlandı ve bana Sovyet vatanseverliği, edebiyattaki partili olma prensipleri, adaletli savaş ve adaletsiz savaş konuları hakkında uzun bir ders verdi. Sonunda o: “Hey rızksız yetim, siyasete bulaşmayıp kendi işine baksana!” dedi. – Makaleni şimdi söylediğin gibi yazarsan hiç kimse basmaz, başkalarını bilmem ama ben basılması için editörüme sunamam”.
Gerçekten de düşündüğüm gibi bir makale yazılırsa bu makalenin basılması mümkün değildi. “Yüz Yüze” hakkında, eserin niteliğinin, tiplemelerinin güzel olduğunun, ustalıkla yazıldığının belirtildiği bir şeyler yazmak ise beni o kadar da cezbetmemişti.
Birdenbire 1958 yılının güzü geldi ve üniversitenin son sınıfında okumaya başladım. İşte o sırada “Cemile” hikâyesi Moskova’da çıkmakta olan en ünlü önemli dergi Novıy Mir’in (Yeni Dünya) 8. sayısında yayımlandı. Bu eser okurların büyük ilgisini çekti. Novıy Mir’in söz konusu sayısı elden ele dolaşarak, sıra beklettirerek, çekiştire çekiştire okundu. Okuyanların hepsi hikâye hakkında memnuniyetlerini, okurken büyük bir zevk aldıklarını belirttiler.
“Cemile” benim gibi edebiyat meydanına yeni yeni adım atan Kırgız gençlerini çok güçlü bir şekilde etkiledi. Çünkü bu eserde hepimizin görüp bildiği köy insanının yaşam biçimi, psikolojik farklılıkları, örf ve âdetleri, aynı zamanda doğduğumuz yerin tabiatının gönüle yakın, tanıdık görünüşleri, olayları, renkleri aynı Rus klasiklerinin romantik gençlik çağlarında kalemlerinden çıkmış gibi yüksek bir derecede güzel betimlenmişti.
Yine, “Cemile” SSCB’nin her bir köşesinde, özellikle Orta Asya’da yaşayan, edebiyat sanatına ciddi bir şekilde girişen, gerçek bedii sanatın değerini anlayan genç yazarların birçoğunu aynı bizler gibi büyüleyerek kendine çekmişti. Buna bir örnek olarak kendi halkı arasında ünlü bir genç nesirci olarak kabul edilen yetenekli Tacik yazarı Pulat Tolistin’in Novıy Mir dergisinde “Cemile”yi okuduktan sonra büyük bir memnuniyetle söylediklerini gösterebiliriz: “Nesir dediğin işte budur! Ben kesinlikle böyle bir nesir okumadım. Bu, gerçekte nesir değil, ilginç bir şiir imiş. “Cemile” gibi bir eser yazsaydım, bu dünyadan boşuna gelip geçmedim diye söylerdim”5
Novıy Mir’de yayımlanan “Cemile” iki ay sonra (Ala Too dergisi, 10. sayı, 1958) Kırgızca “Ovon” (Melodi) adı ile yayımlandı. Hikâyenin, yazarın kendisi tarafından Kırgızcaya çevrilen varyantı da Rusçası gibi birçok okur tarafından büyük bir ilgi ile karşılandı, sevgiyle dillerde dolaştı.
Şüphesiz, hem “Yüz Yüze” hem de “Cemile” o dönemdeki bütün Kırgız nesrinin henüz çıkamadığı bir seviyede yaratılmıştı. Edebiyatımızda ansızın böyle eserlerin ortaya çıkmasına şaşırdım ve bunun sırrını anlamak için kütüphanedeki gazete ve dergilerin birleştirilmiş ciltlerinden yazarın ilk hikâyelerini dikkatle okudum.
“Gazeteci Jüyo”, “Aşım” ve “Biz Daha da İleriye Gidiyoruz” isimli ilk üç hikâye, yazar tarafından yazılı basın sayfalarında görünmek, halk tarafından tanınmak amacıyla yazılmıştı. Elbette, o dönemde hükûmet siyasetinin yayın organı rolünü üstlenen Sovyet basınının güncel ideolojik kampanyaların fikirlerini çeşitli teknikler ile propaganda eden metinlere her zaman ihtiyacı vardı. Süreli yayın organlarının işte bu tür ihtiyaçlarını ve taleplerinin ne olduğunu zamanında kavrayan, aynı zamanda yazdıklarının yayımlanmasını görme arzusuyla kalbi hızla çarpan Cengiz Aytmatov, Stalinizm rejimi tarafından yeni bir dünya savaşının yapılmaması ve tabiatın değiştirilmesi amacıyla yürütülmekte olan siyasi kampanyaların sloganlarını edebiyat dilinde propaganda etmek için gençlik hayallerinden gerçek hayata hiçbir şekilde geçmemiş basit konuları ortaya çıkarmıştı.
Genç yazarın “Çiseleyen Yağmur”, “Geceki Sulama” ve “Asma Köprü” isimli son hikâyelerinde dönemin siyasi sloganlarının basit bir şekilde gösterilmesi girişimi yoktu. Bu hikâyelerin konuları da sosyalist emek, sosyal gelişme ve Sovyet ahlakı meseleleri ile ilgili olup çoğunlukla düşüncede kalan sahte olaylar olarak kurulmuştu.
Sözün kısası, araştırmaya başladığımda Cengiz Aytmatov’un ilk hikâyelerinin yazarının edebiyat sanatına yatkın, doğru dürüst eğitim ve modern dünya görüşü sahibi olduğunu açıkça göstermesine rağmen, yüksek estetik kriterler ile ölçüldüğünde oldukça zayıf olduğunu gördüm. Açık bir ifadeyle, bu hikâyeler yaz ortasında yapraklı dallarda duran elmalar gibi ham, çiğ ve tatsızdı.
Cengiz Aytmatov’un ilk hikâyelerinden doğru düzgün olanı “Asma Köprü”nün yayımlanmasının üzerinden iki yıl geçmeden güzün ağaç başında olgunlaşan elmalar gibi her açıdan güzel, lezzetli ve iri iri elmalara benzeyen “Yüz Yüze” ile “Cemile” genç yazarın kaleminden çıkıvermişti! Bu, kim bilir nasıl bir sihirli katalizörün gücüyle mayıs ayında büzülen elmaların hemen temmuz başında eskisi gibi büyüyüp kendiliğinden olgunlaşması gibi garipti. Elbette Cengiz Aytmatov’un sanatının gelişmesinde, çok hızlı bir şekilde olgunlaşan, insanı hayrete düşüren büyük bir sıçrama yapmasında bir katalizör görevi gören ve yukarıda geniş bir şekilde açıklanan unsurların (yazarın Stalinizm diktatörlüğünden azap çekerek büyümesi, Sovyet yönetiminin birdenbire yumuşamasından zamanında faydalanması, o dönemde Moskova’ya gidip okuması vb.) rol oynadığı da çok açıktı.
Ben Cengiz Aytmatov’un hikâyelerini okurken Kambaralı Bobulov her defasında dönüp dolaşıp konuyu “Cemile”ye getirdi ve bu hikâyenin iç yüzünü gösteren bir makale yazmaya girişti. O, hemen kadın ve erkek arasındaki cinsel ilişkiler konusundaki bilimsel kitapların özetlerini çıkardı, aşk konusunda yazılan edebî eserlerin birçoğunu okudu, özellikle bir aristokrat gelinin aşk belasına tutulduktan sonra büyük bir mevkideki bürokrat kocasını terk ederek aristokrat bir subayla evlenmesinin betimlendiği Anna Karenina romanını, edebiyat bilimcilerinin bu romanı inceledikleri çalışmalarını tekrar tekrar okuyup hazırlık yaptı. Bunların hepsi “Cemile” hikâyesinin başkahramanının gerçek aşk duygularının büyük bir ilgi çekmesi sebebiyle, onun kanlı meydana giden kocasını terk ederek dış görünüşü itici, ancak iç dünyası zengin, güzel ve vefalı bir yabancıyla kaçmasının psikolojik ve ahlaki açıdan aklanması, yaptığının doğru olduğunun onaylanması için yapıldı.
K. Bobulov işte bu konudaki “Mahabat bayanı” (Sevda beyanı) isimli makalesini büyük bir güç, emek ve zaman sarf ederek yazdı ve Parti gazetesi ve edebî dergide bastırdı. Bu, birçok açıdan doğru olan makale “Cemile” hikâyesi hakkında Kırgız edebiyat eleştirmenliğinde dile getirilen ilk ciddi övgü idi.
“Cemile”nin ideolojik temelinin K. Bobulov’un makalesinde tartışılması Cengiz Bey’in tam gönlüne göre gelmiş, kendisini son derece memnun etmiş gibi görünmektedir. O, bundan sonra Kambaralı’ya kucak açtı, onu kendisinin aktif bir taraftarı ve yol arkadaşı yaptı ve her açıdan koruyup kolladı. Mesela kendi isteğiyle 1963 yılında Pravda gazetesinin özel muhabirliği görevinden ayrıldığında herhangi bir Kırgız yazarı için yüksek mertebeli bu göreve Kambaralı’yı bıraktı.
Kaderin cilvesinden kaçılmaz, “Sevda beyanı” makalesini yazdıktan 5-6 yıl sonra, K. Bobulov Moskova’da doktorada okurken onun güzel karısı başka birisini Anna Karenina ile Cemile’den besbeter sevip ona vardı. Elbette, mert yürekli Kambaralı’nın sevişerek evlendiği yârinden iki çocuğuyla birlikte ayrılması alışıldık bir trajediydi. O, sevgili yârinin bu yaptığını en adaletsiz hainlik, beklenmedik bir hıyanet olarak kabul ederek eşine dostuna dert yandı, büyük bir üzüntüyle hasret türküleri topladı, başta hikâye ve eleştiri makaleleri yazan genç, beklenmedik bir şekilde hüzünlü bir şaire dönüştü.
Karısının kendisini terk etmesinin üzüntüsüyle gide gele ağlayıp sızlamasıyla o beni usandırdı, canıma yetti. Başlangıçta feryatlarını sabırla dinliyor, elimden geldiğince üzüntülü gönlünü avutuyordum, bir gün dayanamayıp şöyle dedim: “Sen, hoca, Anna Karenina ile Cemile’nin sevdikleri insanların arkalarından gitmelerinin her açıdan doğru olduğunu yazmamış mıydın? Ne oldu, kitaptaki karıların kocalarını terk ederek sevdikleri delikanlılara kaçmaları doğru da senin karının Anna ile Cemile’nin yaptığını yapması yanlış mı?”
Benim mümkün olduğunca yumuşak bir şekilde söylediğim bu sözler Kambaralı’ya bir ok gibi saplandı, kendini kaybetti, sonra biraz sinirlenip titreyen sesiyle bağırdı: “Senden bunu da mı duyacaktım? Bitti! Bir daha yüzüne bakmayacağım!” Başka bir şey söylemeye dermanı kalmayıp elini tersiyle salladı ve hızla ardına dönüp gitti.
Bundan sonra ölmeden iki yıl öncesine kadar bana selam vermedi, bir gün benim oturduğum büroya selam vererek girdi. Elini uzatıp tokalaştı, boş koltuğa oturdu. “Ben tuhaf bir hastalığa yakalandım, diyerek konuşmaya başladı. – Eski dost akıldan çıkmıyor, derler. Sadece seninle görüşeyim diye geldim. Senin de başında var ya, bir gün ihtiyarlık insanın sırtına pat diye binermiş.”
Kambaralı ağabey enerjik, yüksek sesle tartışan, şakalaşıp kahkaha atan, hemen heyecanlanan heybetli bir yiğit idi, onun birdenbire mülayim, mütevazı ve solgun bir insan hâline gelmesi beni o anda çok üzmüştü.
“Cemile” hikâyesini yok etme çabaları1958 yılının güz sonlarıydı. Ben her zamanki gibi Bişkek’teki Merkezî Halk Kütüphanesinde oturuyordum. Birden yanıma Kambaralı Bobulov geldi. “Yarın Yazarlar Birliği’nde “Cemile” için bir tartışma toplantısı yapılacak, dedi. – Baytemirov var ya, o “Cemile”ye darbe vurmaya hazırlanıyormuş. Cengiz’in birdenbire parlamasını hazmedemeyenlerin hepsini tartışma toplantısına çağırmış. Ben de onlara karşı bir grup oluşturuyorum, sen de iyice hazırlan, konuşacaksın.”.
Nasirdin Baytemirov (1916-1996) o dönemde Kırgızistan Yazarlar Birliği’nde nesirci yazarlar bölümüne başkanlık ediyordu. O, bedii sanata yatkın, çalışkan bir emekçi, hızlı ve çok yazan bir yazar idi, ancak genel kültür birikimi, mesleki (edebî) bilgi, estetik zevk açısından eksiklikleri vardı. Sovyet yönetiminin her türlü siyasi kampanyalarını kendine iş edinir, resmî ideolojik taleplere uygun gelecek şekilde nesir, şiir ve drama türündeki uzunlu kısalı eserleri arkasından düşman kovalıyormuşçasına aceleyle yazar, birbiri ardına kitap hâlinde çıkarırdı.
“Cemile” hikâyesinin yayımlandığı dönemde N. Baytemirov dört büyük romanın, dört büyük hacimli hikâyenin, iki seçme hikâyeler kitabının, dört şiir kitabının ve üç piyesin yazarı olmayı başarmıştı. Buna rağmen o kalem arkadaşlarından, özellikle edebiyat eleştirmenlerinden kendini memnun edecek övgü sözleri duyamamıştı. Çünkü, onun yazdıklarında, özellikle nesir türündeki eserlerinde olayların kurguları daima sahte, hiçbir ilginçliği bulunmayan kuru bir temele dayanıyor, kahramanlar ise cansız ve güven vermez bir yapıda bulunuyordu.
Ancak N. Baytemirov kendisini çalışmalarına uygun bir şekilde değerlendirilmeyen bir yazar olarak görüyor olmalıydı ki eserlerinin edebiyattan anlayanlar tarafından övülmemesine üzülüyor, öfkeleniyor görünüyordu. Bu sebeple kalem erbabından herhangi biri süreli yayınlarda sürekli olarak övülürse anında onunla polemiğe giriyor, onu kıskanıyor ve ona düşman oluyordu. Buna bir örnek verelim:
1935-1948 yılları arasında üç romanı yayımlanmasına rağmen Kırgız yazarlarının ustaları arasında kabul edilmeyen Tügölbay Sadıkov’un başına 1949 yılında beklenmedik şekilde büyük bir talih kuşu kondu. O zaman, onun bir yıl önce Moskova’da Rusça basılan “Bizdin zamandın kişileri” (Bizim Zamanımızın İnsanları) isimli romanına üçüncü (en alt) derece Stalin Ödülü verildi.
Üç dereceli Stalin Ödülü Sovyetler Birliği’nde Rusça yayımlanan edebiyat kitapları arasından en iyileri olarak seçilenlere her yıl verilen tek devlet ödülüydü. Bu ödülü Rus edebiyatı eserlerinden birçoğu, millî edebiyatların Rusçaya tercüme edilen eserlerinden ise birazı alabiliyordu. Millî cumhuriyetlerin yazarlarının içinden herhangi bir derecedeki bir Stalin Ödülü’nü almaya layık olan bir kişi derhal kendi edebiyatında en ön sıralara çıkarılıyor, itibar ve şöhrete kavuşuyordu, bu da yetmiyormuş gibi tüm SSCB topraklarında, hatta sosyalist blokta tanınıyor, maddi açıdan da büyük bir rahatlığa kavuşuyordu.