bannerbannerbanner
Erewhon
Erewhon

Полная версия

Erewhon

текст

0

0
Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
1 из 4

Samuel Butler

Erewhon

Ön Söz

Bu kitabın yazarı, Erewhon’un üç heceden oluşan bir kelime olarak “E-rew-hon” şeklinde telaffuz edilmesini istiyor.

Bu kadar kısa zamanda halkın ilgisiyle Erewhon’un bu kadar kapsamlı bir basımının altından kalktıktan sonra, ikinci basımda, birkaç gerekli düzeltme yaparak gerekli olduğuna inandığım birkaç yere birkaç paragraf ekleme fırsatı buldum. Ama yine de çok fazla bir ekleme yapmadım ve kesin kararım, esere bir daha dokunmamak.

Gelecek Irk’ın Erewhondolayısıyla yakaladığı başarıya istinaden burada bir ya da iki kelime söylemem gerekirse; bu gayet doğal bir yanlış anlama. Gerçek şu ki; Erewhon,Gelecek Irk’ın reklamları daha ilk çıktığında son yirmi sayfa ve ara ara eklediğim birkaç şey dışında bitmişti.

Bir arkadaş, bu ilk reklamlardan birini gösterip bu kitabın, benim kitabıma benzer karakterde olduğuna dair bazı iddalara dikkatimi çektikten sonra, Erewhon’u 1 Mayıs 1871’de iyi bilinen bir yayıncı firmaya götürdüm ve eserimi bu firmaya emanet ettim. Daha sonra yurt dışına çıktım. Yayıncıların süreyi uzatmak istediklerini öğrendikten sonra altı yedi ay boyunca İtalya’da kaldım ve bu işin peşine düşmedim. Gelecek Irk’ın da ne bir kopyasını ne de bir eleştirisini gördüm.

Döndükten sonra son incelemelerimi de yayıncıya gönderene kadar Gelecek Irk’a bakmaktan bilerek kaçındım. Daha sonra bu kitabı okudum ve okurken büyük zevk aldım; ama gerçekten iki kitabın birbirinden bağımsız yazılmasına rağmen bu kadar çok benzer noktası olmasına şaşırdım. Bazı yerlerde eleştirmenlerin “makineler” hakkındaki bazı bölümlerini, Darwin’in teorisini saçma gösterme amaçlı olduğu şeklinde yorumlamaya meyilli olmasına üzüldüm. Bunun benim niyetimle alakası yok ve çok az şey bana Darwin’in teorisiyle alay etmek kadar iğrenç geliyor. Yine de bu yanlış anlaşılmanın benim suçum olduğunu kabul ediyorum; çünkü niyetimin yanlış anlaşılacağından emindim. Buna rağmen bölümleri açıklamalarla bozmamayı tercih ettim ve Darwin’in teorisinin hiçbir zarar görmeyeceğini biliyordum. Aklımdaki tek soru, en çok hayranlık duyduğum şeyle dalga geçen biri olarak yanlış tanınmayı daha ne kadar kaldırabilecek olduğum. Kıyaslamanın suistimal edildiği bir kitapta hiçbir eleştirmenin aklına bunu eleştirmenin gelmemesi beni şaşırttı doğrusu; ama yapılan imanın yeterli olacağını düşündüğümden şimdi kitabın adından bahsetmeyeceğim.

Fikirlerine saygı duyduğum bazı kişilerce, insanların yaptıkları için sorumlu tutulmaması gerektiğine inandırıldım. Bunu yapan, zırnık bile hak etmeyecek bir düşmandır. Aslında yeterince açık olduğumu sanıyordum, ama yine de “Hoşnutsuzlar” bölümüne daha fazla hatanın yapılmasını önleyeceğini düşündüğüm birkaç ekleme yaptım.

İsmi belli olmayan bir mektup arkadaşı (El yazısına bakılırsa muhtemelen bir kâtip.) eğer Latin dil bilgisinden alıntı yapacaksam bunu doğru yapmam gerektiğini ve “agricolae” yerine “agricolas” yazmam gerektiğini söylüyor. Ayrıca beni çok rahatsız eden ama şimdi anlatmayacağım bir şey de ekledi. Bir alıntı hatası yaptığım, ihmalkâr olduğum ya da bir yazım hatası yaptığım söylenebilir, ama bugünlerde her şeyi kapsayan doğruluğa bir sınır koymak da kesinlikle çok acı. Bu üç olası yanlış alıntının sebebinde acemiliğin payı olduğu da bir gerçektir. Kulağa doğru gelmesi gereken ama şu an için yanlış olan yazma sanatı çok iyi bir ün kazandı ve o kadar büyük bir okuyucu kitlesine rahatlık sunuyor ki onu göz ardı etmeye cesaret edemezdim; ancak Latin dil bilgisi, toplumun bazı genç üyelerinin üzerinde durduğu bir konu, o yüzden “agricolas” yazdım. Ayrıca “infortuniam” kelimesinden de vazgeçtim (Pişmanlıkla değil.) ama aynı yanlışlığı tekrar yapmaya cesaret edemedim.

Kitaptaki tutarsızlıklar içinse -ki az olmadığını biliyorum-okuyucunun affına sığınıyorum. Ama suç, temel olarak Erewhon’luların kendilerinindir, çünkü onlar gerçekten de anlaşılması çok güç insanlar. En göze çarpan anormallik bile onlara hiçbir düşünsel rahatsızlık vermiyordu. Örneğin parayı akıp giden bir şey olarak görmüyor ya da fiziksel bir acı çekmiyorlardı. Aptallıkları yüzünden parayı ve mutluluğu boşa harcamalarına dair herhangi bir münakaşayı dinlerler miydi? Ancak bunun çok az şikâyetçi olduğum bir etkisi vardı, çünkü onların yüzlerine karşı yaşamları boyunca kendilerini kandırdıklarını söyleyebiliyordum ve onlar da bunun gayet doğru olduğunu ama bunun bir şeyi değiştirmeyeceğini söylüyorlardı. Konuşmamı bitirirken maceralarıma hoşgörü ve düşünceyle yaklaşan eleştirmenlere ve topluma samimi teşekkürlerimi iletmek istiyorum.

Haziran 1872

Yayıncım beraberinde gözden geçirilmiş ve genişletilmiş bir basımının da halka sunulduğu eserin ortaya çıkışı hakkında birkaç kelime söylememi istedi. Bu yüzden, üzerinden otuz yıldan fazla zaman geçtikten sonra hatırlayabildiğim kadarını bu başlık altında yazıyorum.

Erewhon’un yazılan ilk kısmı, başlığı “Darwin Makineler Arasında” olan Cellarius’un imzaladığı bir makaleydi. Bu makale Yeni Zelanda’nın Canterbury eyaletindeki (O zamanki adıyla.) Yukarı Rangitata bölgesinde yazılmıştı ve 13 Haziran 1863’te Christchurch’te Press Newspapergazetesinde yayımlandı. Bu makalenin bir kopyası İngiltere Müzesi Kataloğu’nda benim kitaplarımın altında dizinlenmiştir. Bu arada Erewhon’un ilk bölümleri de -uygun bulduğum değiştirmeler sayılmazsa- Yukarı Rangitata bölgesinden alınmıştı.

Az önce söylediğim konu hakkında ikinci bir makale ilkinden hemen sonra Press’te yayımlandı ama onun bir kopyası elimde yok. Bu ikincisi, “Makineler”e farklı bir bakış açısıyla yaklaşmış ve Erewhon’un şu anki baskısının 169-175 sayfalarının da dayanağıdır. Bu bakış açısı beni Kasım 1877’de yayımlanan Life and Habit’te1ileri sürdüğüm teoriye yönlendirdi. Bu teorinin ana hatlarını -ki gayet sağlam olduğuna inanıyorum- bu kitabın yirmi yedinci bölümünde Erewhon’lu bir filozofun ağzından sundum.

1865’te Londra’da Bay G. J. Holyoake tarafından basılan Reasoner için “Darwin Makineler Arasında”yı tekrar yazdım ve genişlettim. Bu makale 1 Temmuz 1865’te “Mekanik Âlem” başlığı altında basıldı ve İngiltere Müzesinde görülebilir. Erewhon’un ilk basımındaki hâlini alana kadar onu tekrar tekrar yazıp genişlettim.

Erewhon’un yazdığım sonraki kısmı taslağı Bay Holyoake’un gazetesine gönderilen “Doğmamışın Dünyası”dır, ancak onu Reasoner’ın İngiltere Müzesindeki kopyalarında bulamadığımdan dolayı basılmadığı sonucunu çıkardım. Ama Reasoner ile aynı karakterde olan başka bir gazetede 1 Temmuz 1865’te basıldığını çok iyi hatırlıyorum; ancak elimde kopyası yok.

Aynı zamanda bu sefer, sonunda Müzikal Banka hâline gelen oluşumdan ve her üç kişiden birinin tüberküloz olması hakkında da yazdım. 1870’ten önceErewhonhakkında yazılan her şeyin bu dört bağımsız gazetedekilerden ibaret olduğuna inanıyorum. 1865 ve 1870 yılları arasında, bu başarıyı resimde yakalamaya çalıştığım ama bir türlü yakalayamadığım için hemen hemen hiçbir şey yazmadım, ama 1870 sonbaharında tam da Kraliyet Akademisi sergilerine katılmaya başladığım sıralarda bir arkadaşım, Bay Broome, şu ana kadar yazdığım makalelere bir şeyler ekleyip onları bir kitapta toplamamı tavsiye etti. Bu fikir beni tamamıyla sarmıştı ama sadece yazılarım üzerinde pazar günleri çalıştığım için bunu başarmam birkaç ayımı aldı.

İkinci önsözümden anlıyorum ki kitabımı 1 Mayıs 1871’de Chapman &Hall’a götürmüşüm, onların beni reddetmesinden sonra en başarılı yaşayan yazar unvanını kazanmış birinin tavsiyesi üzerine 1872’nin başlarında kitabımı Bay Trubner’a götürene kadar onu bir kenara bıraktım. Chapman &Hall tarafından reddedilmeme gelince; sanırım okuyucuları onlara olumsuz tavsiyeverdi. Bana kitabın felsefi bir kitap olduğunu ve büyük kitlelere ulaşmayacağını söylediler. Sanırım ben onların okuyucusu olsaydım ve kitap bana verilseydi ben de aynı şeyi tavsiye ederdim.

Erewhon1872 yılı Mart ayının son günü ya da ondan bir önceki gün çıktı. Onun beklenmeyen başarısını ilk çıkan başlıca iki eleştiriye bağlıyorum; biri 12 Nisan’da Pall Mall Gazette’te ikincisi de 20 Nisan’da Spectator’da çıktı. Bir başka sebep daha vardı. Bir keresinde arkadaşıma Erewhonçok iyi başarı elde etmesine rağmen sonraki kitaplarımın otomatikman ölü doğacaklarından şikâyet ediyordum. “Erewhon’da olan ama diğer kitaplarının yoksun olduğu bir şeyi unutuyorsun.” dedi. Ne olduğunu sorduğumda cevabı “Yeni, bilinmeyen bir ses.” oldu.

Erewhon’un ilk baskısı yaklaşık üç haftada tükendi; kalıpları almamıştım ama talep arttıkça hemen tekrar kalıp hazırlandı. Birkaç önemsiz değişiklik ve ekleme yaptım ve ayrıca çok da övünmediğim bir önsöz yazdım, ama beklenmeyen başarısıyla sarhoş olan deneyimsiz bir yazarın önsöz yazması beklenmemeli. Yeni kalıplardan önce birkaç tane daha küçük değişiklik yaptım ama 1872 yazından beri zaman zaman yeni baskılar istendikçe o zaman yapılan kalıplarla basıldı.

Yapmam gerekenden çok daha büyük bir mesafe kat ettiğim için birkaç şey de kendi adıma söylemek istiyorum. Erewhon’un tekrar tekrar yazılan bölümlerinden hâlâ oldukça memnunum ama eğer mümkün olsaydı bu değişiklikleri yapmadan önce çıkan baskılardan kırk elli sayfa çıkarmayı isterdim.

Ancak bu durum kopyalama haklarının süresi yaklaşık yirmi yıl içinde dolacağı için gerçekleşmeyebilir. Ama edebî saldırılardan dolayı -ki beklediğimden daha çoğuyla karşılaştım-ve tabii ki yaşamımı sürdürmek için ihtiyacım olan para için -yani kopyalama hakları için- bu süre boyunca kitabı gözden geçirmek ve bazı eklemeler yapmak gerekliydi. Mesela elli sayfa kesmeseydim, yaklaşık altmış tane eklemek zorunda kalacaktım; yapımcım ya da benim yüzümden de değil, kopyalama hakları yüzünden. Ancak okuyucuya garanti ederim ki otuz yıl önce bitirdiğimi sandığım ve çoğundan utanıyor olduğum işi yenilemeyi ne kadar bıktırıcı bulsam da bu yenisini eskisinden daha iyi yapmak için elimden geleni en iyi şekilde ortaya koydum ama bu otuz kırk yıl boyunca oluşan farkları sadece en iyi eleştirmenler anlayabilir. Son olarak eğer okuyucularım Erewhon ve Erewhon’a İkinci Ziyaretarasında bir fark görürlerse onlara Erewhon’un on yıllık çoklu bir çalışmanın eseri olduğunu fakat Erewhon’a İkinci Ziyaret’in Kasım 1900 ve Nisan 1901 arasında yazıldığını hatırlatmak isterim. Erewhon’un özünde temel bir fikir yok; ancak ondan sonra gelenlerin hepsinin temelinde tek sanılan büyük bir mucizeyi fark etme çabası yatıyor. Erewhonda hikâye denebilecek bir şey ve karakterlere kişisellik ve yaşam verme çabası yok; ama umarım Erewhon’a İkinci Ziyaret’te bu iki hatadan kaçınabilmişimdir. Erewhon’da organik bir bütünlük yokken Erewhon’a İkinci Ziyaret’te olduğu söylenebilir. Yine de, edebî açıdan bu ikinci kitabın ilkinden üstün olduğundan şüphem olmasa da bütün hatalarına rağmen Erewhon’un okunmasının daha iyi olduğu söylenmezse şaşıracağım.

SAMUEL BUTLER.7 Ağustos 1901

1. Bölüm

Çorak Ülke

Eğer okuyucu kusuruma bakmazsa ne geçmiş ne de kendi ana vatanımı terk etmeme sebep olan ayrıntılar hakkında hiçbir şey söylemeyeceğim; çünkü bunun hikâyesi okuyucu için sıkıcı ve benim için de acı verici olur.

Şunu söyleyeyim ki evden ayrıldığımda niyetim, servetimi İngiltere’de olduğundan daha hızlı arttırabileceğim, sığır ya da koyun besleyebileceğim yeni bir koloni bulmak ya da bu koloniyi sadece aramaktı. Ancak, amacıma ulaşamadığım ve her ne kadar çok fazla yeni ve tuhaf şeyle karşılaşsam da kendime hiçbir maddi kaynak sağlayamadığım açıkça görülecek. Bundan kâr sağlayan ilk kişi olmanın ve bunun beni yüklü miktar parayla ödüllendireceğinin, evrenin oluşumundan beri en az on beş, on altı kişi tarafından elde edilemeyecek bir pozisyona sahip olmanın hayalini kurduğum doğrudur. Ama bunun için çok miktarda param olmalıydı; ancak bu parayı halkı bir hikâyeye inandırıp bağış kampanyalarına ikna ederek kendimi desteklettirmekten başka nasıl bulacağıma dair bir fikrim yoktu.

Bu umutla maceralarımı artık büyük bir istekle yayımlayabilirim. Fakat hikâyemin hepsini anlatmazsam akıllarda şüphe oluşturabilir diye korkuyorum. Bu nedenle okuyucular da kendilerince anlam çıkarsınlar diye böyle yapmayacağım.

Birinin benden önce davranmasındansa benden şüphe edilmesi riskini göze aldım ve bu yüzden İngiltere’den ayrılmaya ve daha ciddi ve zor olan yolculuğuma başlamaya karar verdim. Tek tesellim, gerçeklerin kendi etkisini de beraberinde getirmesi ve hikâyemin doğruluğuna dair birçok kanıtının olmasından dolayı benim gibi ikna edici olmasıydı.

Varış noktama 1868’in son aylarından birinde ulaştım; okuyucu hangi yarım kürede olduğumu anlamasın diye mevsimden bahsetmeye kalkışmayacağım. Koloni sahilde sıkça yerleşmiş birkaç kabilenin vahşileri tarafından korunan, en maceracı göçmenlerin bile sekiz dokuz yıldan fazla zamandır ayak basamadığı oldum olası ıssız bir yerdi.

Avrupalıların bildiği kısım; uzunluğu 800 mil civarında olan bir kıyı şeridi (üç dört büyük limanın yer aldığı) ve yer yer 200-300 metre arasında değişen mesafelerle kıyıdan ve ülkenin uzak düzlüklerinden ancak görülebilen, son derece yüksek ve zirvesi daima karla kaplı dağların yamaçlarına uzanan araziden ibaretti.

Kıyı, kuzey ve güney boyunca bahsettiğim arazide tamamıyla iyi bilinen bir yoldu, ama iki tarafta da beş yüz mil boyunca tek bir liman yoktu, dağlar neredeyse denize iniyordu ve kimsenin yerleşemeyeceği kadar sık ağaçlarla kaplıydı.

Ancak karanın bu koyunda durum farklıydı. Limanlar yeterli değildi ama arazi de çok sık olmamakla beraber ağaçlıktı. Tarım için olağanüstü elverişliydi ve aynı zamanda yeryüzündeki en güzel otlaklara sahipti, her çeşit koyun ve sığır yetiştirmeye uygun milyonlarca dönüme yayılmıştı.

Hava ılıman ve çok sağlıklıydı. Ne vahşi hayvan vardı ne de yerliler tehlikeliydi; sayıca az ve yaradılış olarak uysaldılar. Kolayca tahmin edilebileceği gibi, Avrupalılar bu topraklara adım atar atmaz bu olanaklardan faydalanmakta gecikmemişlerdi.

Koyun ve sığır getirilmiş ve bunlar süratle çoğalmışlardı. İnsanlar birkaç yıl içinde, ta ki sahil ile dağ yamaçları arasında alınmamış arazi kalmayıncaya kadar elli ila yüz bin dönüm araziyi kaplayarak birbirleri ardına içerilere doğru kaymışlar ve ülkenin her yerine yirmi ila otuz mil mesafe aralıklarla koyun ya da sığır çiftlikleri kurmuşlardı.

Öndeki dağlar, yılın çoğu gününde karlı olduğu için göç akınını kısa bir süre için keserdi. Koyunlar kaybolabilir, çobanlığı zorlaştırır ya da koyunlardan yün sağlamanın giderleri yükselerek çiftçinin kârını düşürür ve otlar koyunları sürmek için çok ekşi, sert olur gerekçesiyle ilerlemeyi kestilerse de sonra birbiri ardına denemeye karar verdiler ve ne mutlu ki başarılı oldular.

İnsanlar gitgide daha da dağların içlerine doğru yerleşmeye başladı ve içlerde kıyı ile dağ arasında oldukça uygun bir alan buldular. Tabii uzak düzlüklerden görünen bu dağ; en yüksek olan büyük karlı dağ değildi.

Ancak bu ikinci dağ, ülkenin kırsal alanının uç sınırlarını çiziyor gibiydi ve o alan benim başta deneme olarak işe alınıp sonra sürekli olarak çalışmaya başladığım yeni kurulmuş, küçük bir merkezdi. O zamanlar sadece yirmi iki yaşındaydım.

Ülkeden ve buradaki yaşam şeklinden oldukça memnundum. Her günkü işim; koyunların sınırları geçip geçmediğine bakmak için yüksek bir dağın tepesine çıkıp bir eteğinden tekrar düzlüğe inmekti

Yaptığım şey, koyunları elimin altında bulundurmak ya da tek bir sürü hâline getirmek değil, sadece her şeyin yolunda gittiğini görmek için koyunları gözetmekti. Topu topu 800 tane koyun vardı ve hepsi hamile dişiler olduğundan oldukça sakinlerdi; dolayısıyla işim pek de zor değildi.

Ayırt edebildiğim birçok uslu koyun vardı; siyah renkli iki ya da üç dişi koyun, biri ya da ikisi siyah kuzu ve diğerleri de onları tanıyabileceğim bazı ayırt edici işaretlere sahip koyunlardı. Eğer hepsi yerinde ve sürü yeterince kalabalık görünürse her şeyin yolunda olduğundan emin olurdum.

Gözün 200-300 koyundan yirmisinin eksikliğini kısa sürede fark eder hâle gelmesi şaşırtıcı. Teleskobum ve bir köpeğim vardı. Ayrıca yanıma et, ekmek ve tütün de alırdım. Sabah erkenden şafakla birlikte çıkardım ve gittiğim dağın yüksekliğine bağlı olarak bazen turumu tamamlamam geceyi bulurdu.

Kışları dağ karla kaplıydı ve sürülerin izlenmeye ihtiyacı yoktu. Eğer bir koyun pisliği görür ya da aşağıya dağın diğer tarafına giden bir iz görürsem -ki orada akıntının olduğu çıkmaz bir vadi olmalıydı- o izi takip edecek ve sürüyü görmek için gözümü açık tutacaktım; ama hiçbir şey görmedim. Sürüler kısmen alışkanlıktan kısmen de ben gelmeden önce gelen ilkbaharla yetişen bol yeşillik ve daha çok yiyecek olduğundan daima yukarıdaki kendi taraflarına gidiyorlardı; diğer taraf kurak ve boştu.

Monoton ancak oldukça sağlıklı bir hayattı. İnsan iyi olduğu sürece pek bir şeyi dert etmezdi. Ülke hayal edilebilecek en geniş alanı kaplıyordu. Sıkça dağın tepesine oturup aşağıları izlerdim, uzaktan iki beyaz nokta gibi görünen kulübeler ve arkalarındaki küçük kare bahçeler; çatısında parlak yeşil yulaf yığınları olan kulübelerin olduğu çayır, avlular ve aşağısındaki odunluklar teleskobun ters tarafından bakıyormuşçasına netti ve ayaklarımın altında uzanmış bir harita veya dev bir maket gibiydi.

Aşağılarda uzak tarafında hâlâ erimemiş karlarla kaplı dağların olduğu çok büyük bir ova vardı. Yaklaşık iki mil uzakta birçok kolu olan nehrin yukarısındaki ikinci bir dağ sırasına bakınca orada nehrin küçülüp kaybolduğu dar bir boğaz görebiliyordum. Daha da ileride, yine bir dağ sırası olduğunu biliyordum. Benim bulunduğum dağın zirvesine yakın yerler hariç diğer dağın hiçbir yeri görünmüyordu. Ancak bu noktadan, bulutların olmadığı zamanlarda görülebilen, millerce uzakta, zirvesi karla kaplı bir dağ vardı; dünyada onun kadar yüksek olan başka bir dağ olduğunu düşünemiyordum. O arayışın yalnızlığını asla unutamam. Sadece biraz uzaktaki insan varlığının belirtisi olan çiftlik evi; ovaların, dağların, nehrin ve gökyüzünün büyüklüğü; muhteşem görüntüleri; bazen kara göğe yükselen karlarla kaplı beyaz dağlar, bazen bembeyaz gökyüzüne uzanan kara dağlar… Parça parça dönen bulutların arasından ara sıra işte bunları görebiliyordum. Bazen de en iyisi, dağda sis içinde yükseklere çıkıp arasından dağların adalar gibi göründüğü beyazlık denizine bakmaktı.

Bunları yazarken işte tam da oradayım. Aşağıları görebildiğimi hayal ediyorum; kulübeleri, ovayı, uzaklardan gürleyen sularıyla sel yolu olan ıssız nehir yatağını… Of, harika! Harika! Üzerinde hüzünlü gri bulutlarla çok yalnız ve heybetli… Fakat dağ kenarında minik kalbi kırılıyormuş gibi meleyen kayıp kuzuyu çıkartacağı hiçbir ses kurtaramaz.

Ve işte derin, kaba sesi ve sevimsiz görünüşüyle cılız ve sönük yaşlı bir dişi koyun cezbedici otlaktan geri geliyor; şimdi, oluğu incelerken uzaktan yankılanan ağlama sesini duyabilmek için dikkat kesiliyor ve dinliyor.

İşte gördüler! Ve birbirlerine doğru koşuyorlar. Hay Allah! İkisi de yanılmış; koyun kuzunun annesi değil; hatta ne akrabalar ne de aynı cins. Soğukça ayrıldılar. Her ikisi de daha yüksek sesle ağlamalı ve daha çok dolaşmalılar; akşam karanlığında kendi aradıklarını bulmaları için şans onlarla olsun. Ama bu sadece bir hayal. İlerlemeliyim.

Kendimi nehrin ötesinde ikinci dağın ardında neler olabileceğini düşünmekten alıkoyamıyordum. Param yoktu ama eğer elverişli bir ülke bulabilseydim borç parayla idare edebilir ve kendimi başarıyı garantilemiş sayardım.

Dağ o kadar engin görünüyordu ki içinden veya üzerinden geçilecek bir yol bulma şansı varsa da daha kimse bu yolu keşfedememişti. Uzaktan erişilmez görünen bu koca dağdan çeşitli yerlere (hatta yüklü atlar için bile) geçiş sağlayan bir yol bulunsa ne harika olurdu; nehir o kadar büyüktü ki iç alanlara doğru sızıyor olmalıydı. En azından ben öyle düşündüm ve sonra herkesin koyunları içlere doğru sürmenin delilik olduğunu söylediğini hatırladım. Biliyordum ki sadece üç yıl önce bu şeyler, ustamın sürüsünün şu anda üzerinden geçtiği ülke için de söylenmişti.

Dağın kıyısında dinlenirken bu düşünceler kafamdan çıkmıyordu; günlük işlerimi yaparken sürekli aklımdaydı; ta ki artık daha fazla merak edeceğime, hasat bitince atımı eyerleyip yanıma da olabildiğince erzak alarak gitmeye ve kendim görmeye karar verene kadar bu düşünceler her geçen saat daha da kafamda büyüdü.

Bütün bu düşüncelerden çok daha büyük olan dağın ta kendisiydi. Ötesinde ne vardı? Ah! Kim bilebilir ki? Dağın arkasında -eğer varsa- yaşayanların dışında o dağın diğer tarafında ne olduğu hakkında dünyada en küçük bir fikri olan kimse yoktu, gerçekten. Dağı aşmayı ümit edebilir miydim? Bu kazanmak isteyebileceğim en büyük zafer olurdu; ama şimdi bunu düşünmek biraz fazla kaçıyordu.

Daha yakın dağı deneyip ne kadar ileri gidebileceğimi görebilirdim. Ülke bulamasam bile altın, elmas, bakır ya da gümüş de mi bulamazdım? Bazen akıntıdan su içmek için eğildiğimde kumun içinde küçük sarı zerreler görüyordum; bunlar altın olabilir miydi?

İnsanlar “Hayır.” dedi ve yine “Bolca bulunmadığı sürece altın bulunmuş sayılmaz.” diyorlardı. Bana kalırsa altına eş değer olduğunu düşündüğüm bolca kayrak ve granit vardı; burada kâr getiren miktarlarda olmasa da ana dağlarda bolca olabilirdi. Kafamı dolduran bu düşünceleri, aklımdan bir türlü çıkaramadım.

2. Bölüm

Yün Ambarında

Sonunda koyun kırpma zamanı geldi. Kırpıcılarla birlikte kendisine “Chowbok” ismini taktıkları, gerçek adı sanırım Kahabuka olan yaşlı bir yerli vardı. Yerlilerin bir çeşit şefi gibiydi, çok az İngilizce konuşabiliyordu ve misyonerler tarafından da oldukça seviliyordu.

Kırpıcılarla beraber olmasına rağmen yaptığı düzenli bir işi yoktu. Ama ağıllarda onlara yardım ediyormuş gibi görünüyordu. Asıl amacı ise kırpma zamanı bedava dağıtılan içkiden almaktı. Ama sarhoşken tehlikeli olmaya yatkın olduğundan ve çok azı bile onu sarhoş etmeye yettiğinden içkiden fazla almazdı. Birisi ondan bir şey almak istediğinde verilecek en iyi rüşvet içkiydi.

Ondan edinebildiğim kadar bilgi edinmeye karar verdim. Bunu yaptım da. Yakındaki dağlarla ilgili soru sorduğum sürece sorun çıkarmadı. Dediğine göre ilgi odağım olan dağda hiç bulunmamış. Bununla beraber kabilesindeki söylentilere göre orada koyun olmadığını, sadece bodur ağaçlar ve bir kaç kuru dere yatağı olduğunu söyledi. Ulaşması çok zormuş; ama yine de birisi bizim nehrin üzerinden olmak üzere dere yatağı boyunca olmasa da zorlu geçitler varmış; daha önce oralarda bulunmuş kimseyi görmemiş. Ancak ne zaman ana dağdan konu açtım o zaman Chowbok’un tavrı değişti. Kaçamak cevaplar vererek kaytarmaya çalıştı.

Birkaç dakika içinde anlayabildiğime göre, kabilesinde bazı söylentiler varmış ama hiçbir çaba ya da dil dökme bu konuda ondan tek kelime almaya yetmedi. Sonunda içkiyi ima ettim. Razı olur gibi oldu. Ama içer içmez sarhoş numarası yaptı ve uyumaya başladı ya da uyuyormuş gibi yaptı, sertçe tekmelediysem de yerinden kıpırdamadı.

Hem kendi içkimden olmuş hem de ağzından hiç laf alamamış olduğumdan sinirliydim. Ertesi gün hiçbir şey vermeden anlatmasını sağlamaya karar verdim.

Onun için; akşam kırpıcılar işi bırakıp akşam yemeklerini yerken kendi rom payımı maşrapayla alıp Chowbok’a beni odunluğa kadar takip etmesi için işaret ettim. O da kimse bizi fark etmeden hemen arkamdan geldi.

Odunluğa indiğimizde mum yağı yakıp eski bir şişeye sıkıştırdık ve yün balyalarının üzerine oturup tütün içmeye başladık. Yün deposu geniş bir yerdi, katedral planına benzer bir planla inşa edilmişti. Her iki yanda koyun ağıllarının olduğu koridorlar, en sonda kırpıcıların çalıştığı büyük bir göbek ve ilerisinde yün ayırıcılar ve paketleyiciler için bir alan vardı.

Antik yapılara benzerliği ile bana ferahlık hissi veriyordu (Bun yeni ülkelerde değerlidir.). Burası iki yıllıktı ama yine de biliyordum ki yerleşimdeki en eski yün ambarı yedi yıldan eski değildi. Chowbok bir an önce içkisini almak ister gibiydi ama ikimiz de gayet iyi biliyorduk ki bunu sonra alacaktı ve bu yüzden birimiz içki, diğerimiz ise bilgi için birbirimize karşı oynuyorduk.

Sertçe kapıştık. Beni iki saatten fazla süre yalanlarla alt etmeye çalıştı ama hiç ikna edici olamamıştı. Bütün bu süre içinde birbirimizle didişip durduk ama görünüşe bakılırsa henüz avantaj elde etmiş olan yoktu; ancak en sonunda onun pes edeceğinden emindim. Biraz daha sabredip hikâyeyi öğrenmeliydim.

İnsanın boşu boşuna sallayıp durmasına rağmen tereyağı hâline gelmeyen kaymağın -en azından- çıkardığı sesten donduğunun anlaşılabileceği ve sonra aniden tereyağına dönüştüğü soğuk bir kış günüydü.

Birdenbire, tek kelime bile etmeden iki balya yünü yere yuvarladı; çok güçlüydü. Bunların üstüne başka bir tanesini çaprazlamasına yerleştirdi. Boş bir yün paketini kapıp omuzlarına örtü gibi attı ve en üstteki balyanın üzerine zıplayıp oturdu.

На страницу:
1 из 4